Uzun bir uçak yolculuğundan sonra problemsiz bir şekilde indiğimiz Montreal Pierre Eliot Trudeau uluslararası havalimanından şehre gitmek için çeşitli alternatifler olmasına rağmen 747 numaralı express otobüsü kullandık. Bilet ücreti 1 day-pass ücretine denk gelen kişi başı 10 CAD. Havaalanı içerisinde bilet almaya çalıştığımızda otobüsün görevlisi 1 day-pass yerine 18 CAD’a 3 günlük pass almamızı tavsiye etti, ancak aynı zamanda 1.günün gece 12’de dolacağını söyleyince kafamızı karıştırdı. Sonunda 3 günlük pass almaya karar verdik ancak havaalanındaki bilet cihazından 3 günlük pass satılmadığını görünce görevli bize ücretsiz olarak otobüse binebileceğimizi ilk durakta inip hemen yanıbaşındaki metro istasyonundan 3 günlük pass’i alabileceğimizi ve sonra tekrar bir sonraki otobüse binip yolumuza devam devam edebileceğimizi söyleyince biz de o şekilde yapmaya karar verdik.
İlk durakta indikten sonra metro istasyonundan şehir merkezine gidebileceğimizi öğrenince 10 CAD’lık 1 day-pass almadan 3 CAD’e tek yön biletimizi alıp yolumuza metro ile devam ettik. (Türk aklı işte)
Otelimize (Novotel City Center Montreal) ulaştığımızda yerel saatle akşam 9 olmuştu. Uykusuzluk ve yorgunluktan direk kafayı vurup yattım ancak gece yarısı 2 gibi uyandım ancak bu saatten sonra saat farkından dolayı bir türlü uyuyamadım. Kah odada dolandım, kah televizyon seyrederek sabah saat 7’yi zor ettim.Saat 7’den sonra kendimizi dışarı atıp kahvaltı yapacak bir yerler ararken ilk gördüğümüz Starbucks’a daldık. Buz gibi bir havada sıcacık kahvelerimizi yudumlamanın ve sandviçlerimizi yemenin keyfi başkaydı.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra ertesi gün toplantının olacacağı McGill üniversitesine doğru yürümeye başladık. Ortalık yeni yeni hareketlenmeye başlamıştı. Montreal aslında bir üniversite kenti havasında, 4 üniversite’nin olduğu şehirde dünyanın dört bir tarafından gelmiş yaklaşık 125 bin öğrenci yaşıyor. McGill üniversitesi’nin binaları ve bahçesi Harry Potter filmlerinden çıkmış hissi uyandırıyor insan üzerinde.
McGill üniversitesinden sonra elimizdeki şehir haritasından bakarak nehre doğru inip oradan ‘Old Town‘ın olduğu kısımlara doğru yürümeye başladık. Güneş binaların arasından yüzünü bir gösteriyor, bir kayboluyordu, buz gibi esen rüzgar da ister istemez insanı çarpıyordu.
Sokaklarda ve caddelerde yürümeye başladığınızda ilk dikkatinizi çeken neredeyse tüm insanların gülümsüyor olması. Hayatınızda bu kadar çok gülümseyen insanı bir arada göremezsiniz. İnsanlar ya çok mutlu ya da biraz uçuk-kaçık. Şehrin kozmopolit yapısını incelediğinizde 80’den fazla etnik grup yaşadığı ve çok kültürlü yapısıyla dünya çapında bir üne sahip olduğu söyleniyor. Yaklaşık 10000 civarında da Türk yaşadığı ve bunların çoğunluğunun Denizlili olduğu söyleniyor.
Jacques Cartier Meydanı
Bu arada öğleden sonra olmuş hava da hafif hafif kararmaya başlıyordu. Meydanın hemen yanıbaşında bulunan Le Fripon adlı restoranda yemek yemeğe karar verdik. Yemeklerimizi yedikten sonra otelimize doğru yola çıktık. Yaklaşık 10-15 dk yürüdükten sonra karşımıza ziyaret ettiğim tüm şehirlerin en sevdiğim bölgelerinden biri olan Chinatown çıktı. Girişinde yer alan aslanlı kapı her zamanki gibi muhteşem görünüyordu. Ancak cadde üzerinde yol yapım çalışmaları olduğu ve birçok yeri kapattıkları için pek keyifli bir yürüyüş olmadı.
lk günün sonunda bayağı yorulmuş bir şekilde otelimize döndük. Ertesi sabah saat farkından dolayı gün yine erken başlamıştı. Sabah 5 gibi uyandıktan sonra 7.30’a kadar oyalanıp otelden çıktık. Kahvaltı yapmak için birgün önceki Starbucks’a doğru yola koyulduk. Sonrasında ise toplantının yapılacağı McGill üniversitesine gittik.
Akşam yemeğimizi yeraltı şehrindeki Food-Court’da yiyelim diye düşündük. O an için bize en cazip Vietnam’lıların Pho çorbası geldi. Koca bir tabakta sıcacık ve acılı bir Pho çorbası tüm günün yorgunluğunu üzerimizden attırdı. Yeraltı şehrinde bir süre dolaşıp memlekete götürmek üzere hediyelik eşyalar baktık. Daha sonra otelimize dönmek üzere yerüstüne çıkıp Rue Street Catherine caddesi üzerinde otelimize doğru yürümeye başladık.
Rue Street Catherine restoranları, büyük zincir mağazaları sinemaları ve barlarıyla ünlü şehrin başlıca alışveriş caddesi. Neredeyse şehirde yapılacak tüm aktivitelere bu cadde ve yan sokakları üzerinde bulabilirsiniz. Günün her saatinde canlılığını koruyor.
Ertesi gün toplantıdan sonra hedefimizde Notre-Dame Bazilikası vardı. Bu bazilika 1829 yılında New York’lu bir İrlandalı Protestan olan James O’Donell tarafından tasarlanmış. Vitray pencereleri, resimler, heykeller, altın renkli oymalar var. O’Donell, binadan öylesine etkilenmiştir ki Katolik olmayı bile kabul etmiş. Eskiden batı kulesinde bulunan çanı çalabilmek için 12 kişi gerekiyormuş. Amerika kıtasının en büyük çanı. Günümüzde ise elektrikli bir düzenek var. İç mekan çok gösterişli ve girmek için 10 CAD verdiğinize asla pişman olmayacaksınız.
Otelimize dönerken güzel bir çin yemeği yemek için Çin mahallesine yöneldik. Neredeyse tüm mahalleyi dolaşıp tüm restoranlara baktıktan sonra Beijing adlı restoranda yemeye karar verdik. Önden acılı-ekşili bir çorba, arkasından da acılı biftek harika gitti. Yalnız şunu da söylemeliyim; gelen tabaklar öylesine büyüktü ki yarısını ancak bitirebildim.
Ertesi gün ki planımız arasında Atwater Market adında yöresel bir pazar vardı. Ipad’deki şehir rehberinde mutlaka yapılması gerekli aktiviteler arasında yer alıyordu. O yüzden sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra düştük yollara. Otelden Atwater Markete 3-4 km bir mesafe görünüyordu. Geze geze markete doğru gittik ancak ulaştığımızda gerçekten hayal kırıklığına uğradık. Şehir rehberinde belirtildiğinin aksine marketin içerisindeki patisserieden başka ilginç ve farklı gelen hiçbir şey olmadı.
Çok vakit kaybetmeden geri dönmeye karar verdik. Gittiğimiz yolu tekrardan yürüyerek şehir merkezine geri döndük.
Şehir merkezine döndüğümüzde kendimizi yine yeraltı şehrinde bulduk. Hem biraz dinlenmek, birşeyler atıştırmak hem de hediyelik farklı birşeyler buluruz düşüncesiyle dolaşmaya devam ettik. Akşam olduğunda otelimize döndük.
Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Saint-Joseph Oratoryosuna gitmek için yola çıktık. Metro tam olarak yakınına gitmediği için yolun metro ile gidilebilecek yerine kadar metro kalan kısmına ise yürüyecektik.
Saint-Joseph Oratoryosu, aynı anda 13.000 kişinin girebildiği devasa bir kilise-tapınaktır. 1845 yılında Quebec’li bir ailenin 12 çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Saint Andrea Besset, kendi inşaa ettiği ve bugünkü modern yapının yanıbaşında yer alan kilisede ayinler düzenliyormuş. Artan sayıda cemaati kiliseye sığmaz olunca 1917 yılında daha büyük bir kilise inşaa etmişler. Sonrasında ise 1924 yılında inşaasına başlanan ve 1967 yılında tamamlanan Bazilika, kardeşi Andrea’nın mucizelerine inandığı Saint Joseph’e ithaf edilmiş.
Her yıl 2 milyon kişi hacı olmak ve şifa bulmak amacıyla ziyaret ettiği oratoryo’nın duvarlarından biri şifa bulan insanların bıraktıkları baston ve koltuk değnekleri ile kaplanmış. 1982 yılında Papa John Paul mucizelerin gerçek olduğunu kabul etmiş ve Saint Andrea’yı kutsamış, 2010 yılında ise Papa Benedict XVI aziz olarak ilan etmiştir. Saint Joseph Oratoryosu, Notre Dame Bazilikasından sonra Montreal’de gezip görmeye değen yerlerin başında geliyor, aynı zamanda kent, kuşbakışı olarak da bulunduğu tepeden görülebiliyor.
Dönüşü yürüyerek yapmak istedik ancak metro ile geldiğimizden mesafeyi tam olarak algılayamamışız, çünkü yürü yürü bir türlü yol bitmiyordu. Dönüşümüz neredeyse akşamı bulmuştu. Bayağı acıkmış bir halde güzel bir Kanada bifteği yemek üzere kendimizi Mister Steer adlı restorana attık. Eski ve köklü bir restoran görünümü vardı ve biftekleri de gayet lezzetli görünüyordu. Kendime koca bir T-Bone söyledim, yanında gelen patates kızartması, salata ve kola ile ile keyifli ve doyurucu bir yemek yedikten sonra otele gidip hazırlık yapma zamanı gelmişti. Ertesi gün akşam 23 uçağı ile geri dönüş yolculuğu başlıyordu.
Pazar olan son günümüzü şehri içerisinde dolaşarak ve fotoğraf çekerek geçirdikten sonra yine geldiğimiz gibi 747 no’lu otobüs ile havalimanının yolunu tuttuk.
Artık elveda demenın vakti gelmişti ‘Gülümseyen İnsanlar Şehrine’, umarım tekrar görüşürüz, daha sıcak bir havada.
Bu arada ekstradan 3 gününüz daha olursa 600 km uzakta olan Toronto şehrine ve hemen yanıbaşındaki Niagara Şelaleleri'ne de gitmenizi şiddetle tavsiye ederim.