İstanbul Tarihi Yarımadası

Roma İmparatoru Konstantin, doğuda yaratacağı ikinci başkent için Troya’yı değil de İstanbul’u seçtiğinde belli olmuştu kentin kaderi. O yıllarda Anadolu üzerinden yaşanan gelgitlerin en stratejik noktasıydı Boğazlar… Troya’nın ömrünü tamamlaması, Haliç gibi çok korumalı bir limanın bulunması, Karadeniz’e olan yakınlığı gibi coğrafi üstünlükleri İstanbul’u gelecek yüzyılın en önemli kentlerinden biri olmaya hazırlıyordu.

Fotoğraf

İlk kez M.Ö. 7. yüzyılda Megaralı Byzas’ın kurduğu kent, Romalı Septimus Severus tarafından önce tahrip edilmiş ancak daha sonra yeniden imar edilmeye çalışılmıştır.

Ama kentin imparatorluğun başkenti olarak planlı bir şekilde yeniden kurulması Konstantin döneminde oldu. İki yanında sütunların yükseldiği geniş caddeler, anıtlarla donatılan meydanlar yapıldı, surlar yenilendi. Saraylar, hamamlar, hipodrom ve sarnıçlarla kent, imparatorluğa yaraşır bir görkeme kavuştu.

Pagan dininden Hristiyanlığa geçiş yıllarında yapılan kiliseler ise İstanbul’u dönemin klasik dünya kentleri arasına yükselten anıtlar olarak tarihe geçti. 11. yüzyılda ortaya çıkan iç karışıklıklarla zayıflama dönemine giren imparatorluk merkezi, 1204’de uğradığı Latin işgaliyle çökmeye başladı. Bu yüzden Osmanlılar kente girdiklerinde yarısı yıkılmış, nüfusun büyük bir bölümü göç etmiş bir İstanbul buldular. Fatih Sultan Mehmet, büyük bir merakla atını sürüp Ayasofya’nın önüne geldi. Kentin en görkemli yapısı ayakta öylece duruyordu.


Ara Güler

Tarihi Yarımada’nın kentsel yerleşimini hep surlar belirlemiştir. Deniz tarafındakiler pek değişmemişse de kara surları, kent büyüdükçe ona uygun olarak birkaç kez yeniden yapılmak zorunda kalınmıştır. Bugün Yedikule’den başlayıp, Topkapı ve Edirnekapı’yı geçen surlar, Haliç’te denizle buluşur.

Bizans döneminin en önemli surlarından olan İstanbul’un kara surlarının uzunluğu yaklaşık 7 km’yi bulur. Önünde 15-18 metre genişliğinde ve 10-12 metre derinliğinde hendeklerin bulunduğu surlar çift duvarlı, 200 kuleli ve yaklaşık 20 kapıya sahipti. Kenti bin yıldan fazla bir süre sayısız saldırıdan koruyan surlar (1204’de Latinlerin Haliç kıyısından hileli girişleri sayılmazsa) tarihte ilk ve son kez Fatih Sultan Mehmet tarafından aşılabildi.

İstanbul’un bugünkü halini görenler, kentin plansızlığından rahatlıkla söz edebilirler. Oysa Roma İmparatorluğu’nun doğudaki görkemli başkenti olarak İstanbul, geniş meydanları, iki tarafı sütunlu caddeleri ve anıtlarıyla son derece planlı bir kent olarak kurulmuştu.

Osmanlılarla birlikte kentin görünümü de değişikliğe uğradı. Her biri anıtsal yapı niteliğindeki camiler, saraylar, hanlar ve hamamlar; Bizans anıtsal yapıları ile yarışırcasına birbiri ardına yükseldi. Ama asıl değişiklik yerleşim alanlarında görüldü.

Konut mimarisinde taş yerine ahşap kullanılmaya başlandı. İmparatorluğun farklı yörelerinden kente getirilen halk, küçük meydanları merkez alan köy görünümlü mahallelerde yaşamağı yeğledi (İstanbul’da sonu -köy- ile biten semtlerin çokluğunu anımsayalım).


Ara Güler

Aksaray, Fatih gibi semtler ilk yerleşim alanları oldu. Burada etnik ve hemşerilik anlayışı kendini belli etti daha çok. Balat’ta Museviler, Fener’de Rumlar yoğunlaştı. Bu iki semtte yapıların taş ve kâgir olduğu, oysa tipik bir Osmanlı mahallesi sayılan örneğin Süleymaniye’deki yapılarda ise ahşabın kullanıldığı açıkça görülür.

Osmanlı’nın özellikle konutlarda ahşabı yeğlemesi malzemenin bol ve ucuz olmasının yanı sıra deprem korkusuna da bağlıdır. Ancak ileride yangınların kente vereceği büyük zararlar pek düşünülmemişti o zamanlar.

Çağının klasik bir dünya kenti olarak kurulan İstanbul, Osmanlı döneminde yeni imparatorluğun göstergelerini karakterine yansıtmak zorunda kalacaktı. İmparatorluğun yayıldığı bölgelerden getirilen insanlar, aralarındaki etnik farklarla birlikte paylaştılar İstanbul’u. Tabii o zamanlar herhangi bir kentlilik bilincinden söz edilemezdi. Onlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrı cemaatler halinde yaşayan tebaasıydı.

Ara Güler

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, iktidarın Ankara’da oluşması ve İstanbul’un epey bir zaman eski yönetimin merkezi olarak algılanması, kenti uzunca bir süre kendi halinde bıraktı. Ta ki 1950’lerde DP hükümetinin dozerleri, Tarihi Yarımada’nın bağrına girip Vatan ve Millet caddelerini açmaya başlayıncaya dek. İstanbul yayalara ve at arabalarına göre şekillenmişti. Bu yüzden motorlu araç trafiğine uygun değildi yollar. Öyleyse uygun hale getirilmeliydi. İşte bu zihniyet pek çok tarihi yerleşim alanlarının yıkılıp geniş caddelere dönüştürülmesine yol açtı. Hiçbir karakteristik özelliği olmayan yapılar, kentin yüzüne birer sivilce gibi dağıldılar.

İstanbul’un 2400 yıllık geçmişini, bağrında saklayan Tarihi Yarımada’nın değeri anlaşıldığında iş işten geçmişti neyse ki. 6 Aralık 1985’te UNESCO Dünya Miras Listesi’nde korumaya alınan İstanbul Tarihi Yarımadası yeniden ve yeniden sahiplenilmeyi bekliyor.

İstanbul’un doğu kapısında Malazgirt’te birbiriyle temas eden Bizanslılar ve Türkler, 382 yıl sonra Anadolu’nun batısında İstanbul’da kozlarını son kez paylaştılar. Onlar kendilerince bir kent yaratmak istemişlerdi. Ama İstanbul kendine özgü olmayı bildi hep.