Troya'nın Hikâyesi

Troya, 1998’den beri UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır.

Çanakkale Boğazı’ndan esip gelen hırçın kuzey rüzgârları; Hisarlık Tepesi’ne varınca sakinleşir, yüzyılların yalnızlığında uyumakta olan kutsal kenti saygıyla selamlar sonra yollarına devam ederler. Onların denizden taşıyıp getirdiği nemler, yosun olup, çağında örneğine başka yerde rastlanmayan mimariye sahip 2500 yıllık taş duvarların yüzünü süslemişlerdir.

Geçmişi MÖ 4800’lere dek uzanan ve tam 9 kez yeniden kurulan Troya’yı yeterince anlamanın yolu, bu duvarları tanımaktan geçer biraz da… Onların örgüsünde göze çarpan eğrilik, yapım hatası değil, depreme karşı koymanın bir yolu olarak kullanılan eşsiz bir mimari tasarım olan “dalgalı sistem”in göstergesidir aynı zamanda.

Fotoğraf

Troya I ve Troya II olarak adlandırılan 650 yıllık süreç, kentin talihinin parladığı yükseliş yılları olarak geçer tarihe. Bu yüzden dönemin önemli izlerinden biri sayılan iç kalenin güneybatı kapısının önündeki 25 derece eğimli rampalı yol, simgesel bir anlam taşır günümüzde.

8,5 metre genişliğindeki taş döşemeli bu yol, görkemli bir kapı avlusundan geçip, iki kanatlı dev kapıya ulaşıyordu. Bu tasarımın, savunma amaçlı olduğu kadar zamanında buraya gelen dosta ve düşmana nasıl bir eziklik duygusu yaşattığını anlamak hiç de zor değil.

Homeros’un İlyada destanından büyük ölçüde etkilenip onun izini süren ve Hisarlık Tepesi’nde 1870-71 yıllarında yaptığı kazılarla Troya’yı gün ışığına çıkaran serüvenci Schliemann’ın 1873’de bulduğu ziynet eşyası, Troya II döneminde kentin, zanaatlarında üst düzeye ulaşmış kuyumcular yetiştirdiğinin de göstergesidir. Bu zanaatkârlar, % 96 oranında altına sahip olan bir hammadde kullanmış, sadece küçük takılar değil, bütün halde işlenmiş büyük kaplar da üretmişlerdir altından.

Bugün Moskova’da bulunan Troya hazineleri içinde yer alan çift kulplu kupa, günümüze ulaşan önemli örneklerinden biri bunun. Yine Schliemann’ın Priamos’un hazinesi dediği ancak arkeologlar tarafından “Hazine A” diye adlandırılan buluntular, 5 mm çapındaki altın inciler de bile önemsenen ince süslemecilikle, dönemin kuyumculuğu hakkında ayrıntılı bilgiler sunuyor bize.

Schliemann’ın Homeros tutkusu olmasa Troya ortaya çıkarılabilir miydi, bu tartışılır. Ama tartışılamayacak bir şey varsa, Schliemann’ın hazine uğruna Troya Antik Kenti’ne verdiği zarar… Bir soğan gibi üst üste geçmiş 9 katlı antik kentte açtığı çukur, yerleşimleri birbirine karıştırmış. Bu çukur ibret olsun diye “Schliemann Yarması” olarak olduğu gibi korunuyor bugün.

Fotoğraf

VI. ve VII. Troya, Hitit kayıtlarında Vilusa adıyla anılıyor. Troya tarihinin en parlak dönemini yaşayan Vilusa, önce bir iç savaşla karşı karşıya kalır sonra da dışarıdan gelen büyük saldırı karşısında yenilgiye uğrar. Arkeologlar bunu MÖ 1200’lere tarihliyor. Evlerin ve sarayların talan edildiği korkunç bir savaştır bu. Akıllara hemen gelecek soru ise Homeros’un İlyada’sında söz edilen bu savaşın olup olmadığıdır.

Arkeologlar, 1200’lerdeki savaşın, destanda söz edilen 10 yıllık savaş olamayacağı konusunda hemfikir. Bu savaşın, deniz kavimlerinin akınları sonucu yaşandığı sanılıyor. Homeros’un, Troya için yapılan pek çok savaşı, tek bir savaş halinde kurgulayarak destanlaştırdığı görüşü akıllara daha yatkın gelmektedir.

Troya VII. ve IX. kentleriyle antikçağı karşıladı. Dalgalar halinde gelerek, Ege Denizi çevresine ve batı Anadolu’ya yerleşen Helenler döneminde, Troya’da yaşayan hemen hemen kimse kalmamıştı. Kent “İlion” adıyla daha çok bir kutsal alan görünümündeydi. Burada inşa edilen tapınaklar, doğudan batıya ve batıdan doğuya sefer yapanların uğrayıp adaklar sunmasına yarıyordu daha çok.

Önce MÖ 188’den itibaren bölgede görünen Romalılar, kendi kentlerinin Troya’dan göçenler tarafından kurulduğuna inandıklarından, İlium adını verdikleri Troya’yı “Roma’nın ana kenti” ilan ettiler. Bu hikâye uyarınca Julius Sezar da MÖ 48’de burayı ziyaret etti ve kenti vergilerden bağışık kıldı.

Daha sonraki İmparator Octavianus kente hamam, bouleuterion ve odeon yaptırdı. Hadrianus ise MS 124 edebiyat ve sanatı teşvik eden bir imparator olarak, Troya’ya kazandırdığı eserlerin yanı sıra, odeonu görkemli bir hale getirip, yanına bir de heykelini diktirtti.

MS 326’da Romalılarla birlikte eski görkemli günlerine dönme fırsatının eşiğine gelen İlium, İmparator Konstantin tarafından Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmaya adaydı. Ancak imparatora aniden gelen tanrısal bir ilham, başkent olarak Byzantium’u seçmesine neden oldu. İşte bütün tarihi boyunca Troya’nın, İlion’un ve İlium’un yediği en büyük darbe bu oldu.