Kayıp Kent Halfeti

Uzun bir yolculuk sonrasında varıyoruz, ''Kayıp Şehre'', Halfeti'ye. Bereketli topraklarını Fırat’a teslim etmiş hüzünlü bir şehre... Geçmişinin izlerini suyun örttüğü, üstte geleceğe dimdik durmaya çalışan ''Kayıp Şehir'e''… ''Ben hala yok olmadım, buradayım!'' dercesine... Biraz buruk, biraz mağrur… Sanki içindeki karanlığı yansıtırcasına sadece bu topraklarda açan siyah gülün memleketi, Halfeti… Güneydoğu'nun en güzel köşelerinden birisi... 

Aylardan Mayıs, ''yaza merhaba'' dediğimiz bir zamanda karşılıyoruz birbirimizi... Sanırım en güzel zamanında gelmişiz. Hava da yormuyor. Meraklı turistlerin tatlı siluetleri etrafı şenlendirirken, Halfeti'nin hüznünü yansıtan evler duygu karmaşasına sürüklüyor bizleri... Hüznünü  paylaşarak, sessizce seyrediyoruz... Gözümüzü okşuyor bu görüntü. Çorak tepelerin, taşlık ve kıraç arazilerin yamacında kurulmuş kıyı şeridi yeşillenmiş düz bir çizgi gibi sırıtıyor.


Kıyıda sıralanmış lokantalar ve tekneler gelen turistleri beklemekte. Bayağı rağbet var!!! Kalabalığın kimisi yemek, kimisi gezme derdinde... Biz önce gezmeyi tercih edenlerdeniz. Bir motorla anlaşıp yola çıkıyoruz. Motor kıyıdan yavaş yavaş ilerliyor. Rehberimiz, sular altında kalan bölümleri gösteriyor bize. Köyün alçakta kalan bir kısmı suyun altında kalmış. Anlattıkça, duygulanıyoruz! Bölge halkı; sular altında geçmişlerini, çocukluklarını, anılarını bırakıp, başka yerlere göç ediyorlar.

Bölge civarındaki tarih çok eskilere dayanıyor. Tarihi öykü M.Ö. 855'te Asurlularla başlıyor. Yunanlar, Süryaniler, Araplar, Persler, Mısırlılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler ve 1146'da Romalılar ve Osmanlılar...


Bu uzun tarihin sayfasından günümüze kadar direnerek gelen medeniyetin izleri bugün sular altında kalıyor. Nedenine gelince; Fırat Nehri'nin sularına yapılan Birecik Barajı’nın su seviyesinin kademe kademe yükseltilmesi sonucunda oluşmuş…

Önce tekneyle Halfeti'nin önünden geçmeye başlıyoruz. 2-3 kattan oluşan Halfeti evleri birbirinin önünü hiç kesmiyor. Bu mimari güzellikleri Ermeni ustaları yapmış. Fırat’a hâkim yamaç üzerinde yapılan bütün evlerin ön cephesi nehre bakıyor ve birbirinin önünü kesmeyecek şekilde dizilmişler.

Kıyıdan mağaralarla dolu yamaçların arasından ilerliyoruz. Fırat bereketini sunmuş her yere... Yemyeşil sularda motor ve hafif rüzgârın sesiyle ilerliyoruz.

Rehberimiz yaklaştığımız yeri göstererek burası “Kız Mağarası” diye sesleniyor. Mağaranın efsanesine gelince; Kral'ın kızı çobana aşık olmuş. Kral'da buna izin vermeyip kızı mağaraya hapsetmiş.  Kız orada uzun süre yaşamış.

Kız Mağarası'ndan uzaklaşırken bizi ''Rumkale” karşılıyor. Sarp kayalıkların üzerinde yükseliyor Rumkale. Önünden geçerken rehberimiz anlatmaya başlıyor. Fırat Nehri ile Merzimen Çayı'nın birleştiği noktada kurulu kale. İsteyenler merdivenlerden çıkıp tırmanabilir Rumkale’ye.

Zümrüt yeşili sularla renklenmiş bir göle doğru uzanan, su damlasına benzer bir yarımada düşünün... Yarımadanın karayla bağlantı kısmında da büyük bir uçurum açılmış. 1838'de Rumkale'yi ziyaret eden Moltke; “Kayalığın nerede bittiğini, insan eserinin nerede başladığını söyleyebilmek çok zor!” demiş... Kale doğal kayalığın dik olarak yontulmasıyla, doğal sur meydana getirilerek oluşturulmuş. Sonra bu doğal surların üstüne duvar yapılmış. Uçtaki surlarda burçlar ve mazgal pencereler dikkat çekiyor. Asıl ilginç olanı ise kalenin yükseldiği yerde savunma kolay olsun diye 12. yüzyılda 30 metre derinliğinde ve 20 metre genişliğinde oyularak hendek açılmış olması.


Rumkale'yi gizemli ve ilginç yapan olayların  başında, İsa'nın 12 havarisinden biri olan Johannes'in İncil'i burada yazmış olması geliyor. Halfeti'den kiraladığınız bir tekne sizi kalenin batı yakasındaki iskelede bırakıyor, kendisi doğu taraftaki iskeleye gidiyor. Ziyaretçiler (biraz da yürüme yeteneklerine güvenerek) başta Johannes'in Mağarası olmak üzere, M.Ö. 840 yılında Hititler tarafından yapıldığı tahmin edilen kaleyi şaşkınlık içerisinde batıdan doğuya kadar dolaşıyor.

Kaleye çıkmak biraz zahmetli. Tepede en dikkat çekici eser kuyu. 8 metre genişliğinde ve 75 metre derinliğinde bulunan kuyu, kaleye su ihtiyacını karşılamak için yapılmış. Kuyuya basamaklarla iniliyor. Yukarı çıkmayı tercih etmedik. Bir sonra ki gelişimize saklıyoruz. Her zaman gelmek için bir neden olmalı, öyle değil mi?


Rumkale'nin efsanesine gelince; ''Bir zamanlar Rumkale Beyi'nin Nergis adında bir oğlu varmış. Bu kuyuya sıkça gelen Nergis, her seferinde sudaki aksinde kendini seyredermiş. Nergis, her geçen gün biraz daha beğenerek kendini  izlemeye başlamış... Bir gün, sudaki aksini daha iyi görebilmek için kuyunun üzerine iyice eğilmiş, dengesini kaybederek önce kuyunun dibine sonrada Fırat’ın soğuk sularına yuvarlanarak boğulmuş. Efsaneye göre gencin boğulduğu yerde çok güzel bir çiçek açmış. Çiçeğin adına da ‘Nergis’ denilmiş.''

Kuyu dışında kale harabeleri, Aziz Nerses Kilisesi harabeleri ve Barşavma Manastırı harabeleri varmış. Hristiyanlığın ilk ortaya çıktığı zamanlarda Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes o dönemin önemli merkezlerinden Fırat Nehri ile Merziman Çayı'nın kesiştiği bu noktadaki Rumkale’yi kendine üst seçmiş ve rivayete göre Yuhanna, İncil'i burada yazarak çoğaltmış. Johannes’in İncil'i biraz önce bahsettiğim kuyunun yanındaki bir oda da muhafaza etmiş. Aziz olarak tanınan, son patrik Aziz Nerses’in Rumkale’de adına yapılmış bir kilisesi ve mezarı varmış.


Rumkale’den sonra tamamı sular altında kalan Savaşan Köyü'ne geliyoruz. Aslında hep resimlerde burayı görüyoruz... Terk edilerek tamamen boşaltılmış. Öylece köyün önüne kadar gelip duruyoruz. Yavaş yavaş sessizliğin içinde ilerliyoruz. Öyle bir çıplaklık hâkim ki etrafımızda, tam bir teslimiyet ile yok olmuşluğu benliğimize kazıyor adeta. Sulara gömülmüş tarihi seyrediyoruz uzun uzun… Göl suyunun altında kalan caminin üzerindeyiz şimdi. Gözlerimiz sularda evlerin çatılarını, bir zamanlar sokaklarında top koşturan çocukları arıyoruz. Geçmişle bakışıyoruz... Bazıları yok olmaya direnerek, sivrilen minare gibi varlığını hissettiriyor. Haykırıyor ''buradayım'' dercesine...

Köyün tam karşısında iskelenin dibinde küçük salaş bir çay bahçesi görüyoruz. Motorumuz oraya yaklaşıyor. Sahibi karşılıyor teknemizi. Hemen oturuyoruz terk edilmiş köy manzarasına karşı çaylarımızı yudumluyoruz. Yalnız değiliz, birkaç çift de bizimle keyif saatinde... İşletmeci “yaz-kış buradayım” diyor. Hala geçmişine sahip çıkarak direniyor... “Bu köydenim bırakmayan, terk etmeyen bir tek ben varım!” diyor.


Bahçesi bereketli, topladığı meyveleri önümüze sunuyor. Uzun soluklanmanın ardından Savaşanlar Köyü'nü, Fırat’ın sularıyla baş başa bırakıp, teknemizle kıyılara tatlı dokunuşla dönüşe geçiyoruz. Halfeti’ye vardığımızda önünden motora bindiğimiz lokantaya yerleşiyoruz. Buraya gelince mutlaka Şabut balığı yemek lazım!!! Şabut balığı sadece Fırat Nehri'nde çıkan yöreye özgü bir balık. Biz de tadına bakıyoruz. Tek kelimeyle muhteşem! Eşlik eden salata, içecekler ve Fırat'ın tatlı sesi günü başka bir güzelliğe taşıyor.


Bugünü, gezimizi de bitirdik... Yeni rotalara doğru yelken açmaya... Bakalım yol bizi nereye götürecek.

serap selçuk

Yazar Hakkında

serap selçuk

Yazar Gezgin ve blogger 1968 yılında Niğde'de doğdu 1987-1991Ankara Üniversitesi Fizik Mühendisliği eğitimi gördü.