“Pueblo de Nuestra Señora la Reina de los Ángeles del Río de Porciúncula” veya kısaca Los Angeles. Kısaca diyorum, çünkü bu İspanyol kardeşler gerek şehirlere, gerekse de çoluk çocuklarına isim koyma konusunda çok müsrifler. Biz kısaca “Van”, “Muş” diyerek üç harfte derdimizi anlatabiliyorken, İspanyol sömürgeciler ele geçirdikleri yerlere, koyu Katolikliğin de etkisiyle mübarek ve tumturaklı isimler vermeye çalışıyorlar ve sonuçta kaybediyorlar!

Kaybediyorlar derken kısaca değinelim; Los Angeles 1780’li yıllarda bir grup Katolik İspanyol din adamı ve şürekası tarafından kurulmuş ve yavaş yavaş gelişmeye başlamış. Bölgenin yönetimini ele geçiren Meksikalılar Los Angeles’ı bölgenin merkezi haline getirmişler. Ardından Amerika-Meksika batı yakası play-off’ları sonucunda Kaliforniya Amerika’nın elinde kalmış ve Los Angeles da bir Amerikan şehri olmuş gibi! Ancak Meksika, uzun yıllardır Los Angeles’ı sinsice geri almaya çalışıyor. Halen nüfusun önemli bir bölümü hispanik olup, şehirde İspanyolcanın daha geçerli bir dil olduğu söyleniyor.

Sana dün tepeden bir baktım aziz Los Angeles

Los Angeles, 1800’lü yılların sonlarından itibaren büyük bir cazibe merkezi olmuş ve önemli bir nüfusu çekmeye başlamış. Peki, insanlar neden bilerek veya bilmeyerek, San Andreas fay hattının göbeğinde oturan bu bölgeye yerleşmeyi tercih etmişler? Çünkü dünyadaki tüm uygarlıklar fay hatlarının kırılganlığında yeşermişler... Ayrıntıları merak ediyorsanız: http://onurataoglu.blogspot.com.tr/2012/01/faylarn-krlganlgnda-uygarlk.html

Yazımda da belirttiğim gibi, Los Angeles’in San Andreas fay hattında bulunmasının yarattığı “fayda”lar toplamı, ortalama yüz senede bir korkunç bir depremle yıkılmanın getireceği maliyetlerin tam 25 katı olarak ölçülmüş tabii maliyetler arasında insan hayatının hesaplanmadığı varsayımıyla... Bu fay sayesinde her yıl Los Angeles ile San Francisco’nun birbirine 6-7 santim yaklaşması da cabası... Bizim ömrümüz bu iki güzide kentimizin birleştiğini görmeye yetmeyecek.

Konumuza dönersek, fay hatlarının getirdiği altın, petrol gibi nimetler şehrin hızla gelişmesini, zenginleşmesini sağlamış. 1800’lü yılların sonunda keşfedilen petrolden sonra Kaliforniya ülkenin en büyük petrol üreticisi olduğu gibi, 1920’li yıllarda dünyanın petrol üretiminin dörtte biri bu bölgedenmiş! Şimdilerde Los Angeles büyük bir petrol üreticisi olarak bilinmiyorsa da, havaalanından şehir merkezine doğru ilerlerken, neredeyse şehrin “göbeğinde” halen çalışan petrol kuyularını görmek sizi şaşırtabilir.

Havaalanından şehre giderken ilk izlenimimiz olan petrol kuyuları, Los Angeles’ın bugününü temsil eden bir örnek sayılmaz. Bir iki kilometre daha ilerleyince, şehri daha iyi yansıtan bir manzara ile karşılaşıyoruz. Arabamız kırmızı ışıklarda duruyor ve BB King tipli bir amcamız şarjlı gitarı ile arabaların arasına dalıp Blues çalarak birkaç kuruş bahşiş koparmaya çalışıyor. Ankara’da mendil satanların veya camınızı silenlerin yerini Los Angeles’ta Blues gitaristlerinin alması gayet doğal sanırım.

Yolumuza devam ediyoruz ve şehir hakkında, hep söylenegelen değerlendirmelerin haklılığı kendini göstermeye başlıyor. Efendim, Los Angeles yürüyerek veya toplu taşımla gezilebilecek, yaya dostu bir şehir değil. Kaldırımlar yok değil, ama üzerinde yürüyen yok. İnsanlar ekmek almaya bile arabayla gidiyor. Şehir, “downtown” bölgesi haricinde az katlı yapılarla kaplı uçsuz bucaksız bir yerleşim merkezi.


Tipik bir Los Angeles muhiti

Hatta yerleşim merkezlerinin birleşimi. 17 milyon nüfuslu Los Angeles, bir şehir merkezinin odağında gelişerek değil, küçük şehirciklerin birleşimiyle oluşmuş yaygın bir kent. Toplu taşımanın pek etkin olmadığı, arabasız kalmaktansa pantolonsuz kalmanın yeğ tutulduğu bir şehirden bahsediyoruz. Bu anlamda Los Angeles akan, sürekli bir şehir değil. Yani sokağa çıkıp “şuradan şuraya yürüyeyim, oradan da buraya yürürüm” deme lüksünüz yok. Gideceğiniz yerleri nokta atışı belirleyip aralarında ulaşımı arabayla sağlamanız gerek. Yani Avrupa’nın konsantre, kesintisiz, bir ucundan diğerine yürüyerek, görerek keyifle gezebileceğiniz şehirlerin tam zıttı bir model.


Şehirde değişik etnik grupların mahalleleri tanımlanmış durumda; şu anda Kore mahallesinden geçiyoruz

O yüzden Los Angeles gezilmez, yaşanır demek yanlış olmayacaktır. LA hakkında dönen geyikler de bu minvaldedir zaten. Genelde Los Angeles’a (benim gibi) 2-3 günlüğüne uğrayanlar “Kardeşim, hiçbir halt anlamadım, her yer otoyol, sokakta kimse yok, hiç sevmedim” diyebilir. LA’de uzun süreli yaşayanlar ise, “Arkadaşım, burada yaşaman, tanıman, gideceğin yerleri bilmen gerek. Öyle 3-5 günlüğüne gelmekle anlayamazsın” derler. Hâlbuki Avrupai kentler öyle mi? Prag’a üç günlüğüne de gitsen tadını çıkarırsın, 3 yıllığına da...

Los Angeles’in kendine hayran bıraktıran özelliğinin iklim olduğu konusunda yaygın bir görüş birliği vardır. Şeker gibi bir havanın yıl boyunca hüküm sürmesi ve havanın kışın bile soğumaması büyük bir nüfusu cezbetmiştir. Cezbettiği nüfusun başında da, doğal olarak, evsizler gelir.


Şehrin en prestijli semtlerinde bile bankta uyuklayan bir evsiz görmeniz doğaldır, kimse de yadırgamaz

Evsiz nüfusunun Los Angeles’ta yoğunlaşmasının sebebi bölgedeki fakirlik değil iklim imiş. Evsizlerin nüfusa oranı New York, Chicago gibi şehirlerin çok üzerinde; Chicago’nun kıç donduran soğuklarında büzüşmek yerine, mis gibi havada sere serpe yatmak çok daha tercih edilen bir durum tabii ki. Bu yüzden LA geziniz boyunca karşınıza bol bol çıkacak evsizlerden korkmanıza gerek yok; onlar da sizin gibi güzel iklimi yüzünden gelmiş buraya... Ben bile Ocak ayında, 26 derece sıcaklıkta otelimizin açık havuzuna girmiş ve Marilyn Monroe ile aynı havuzda yüzmenin keyfine varmıştım: http://onurataoglu.blogspot.com.tr/2014/05/hollywood-roosevelt-hotel.html

Evsizlerin ardından gelen en büyük nüfus ise Meksikalılara ait denilebilir. Meksika’daki New Mexico ve Guadalajara şehirlerinin ardından dünyadaki en kalabalık Meksikalı nüfusun Los Angeles’ta yaşadığı söyleniyor. Los Angeles’da hatırı sayılır bir Ermeni nüfusun da yaşadığı biliniyor; nitekim Kim Kardeşyen ve kız kardeşleri sayesinde bu nüfusu ve kıvrımlı hatlarını bolca müşahede edebiliyoruz.


Kardeşyengillerin mahallesi Beverly Hills'in girişi

Bölgede önemli bir İranlı nüfusun da varlığı anlatılıyor. Özellikle İran devrimi sonrasında Kaliforniya eyaletine kaçan göçen İranlı çok olmuş. Kaçmadan önce servetini kurtarabilenler ihtişamlı hayatlarına devam ederken, çulsuz kalıp hayata sıfırdan başlayan nice beyaz İranlı’nın olduğu söyleniyor. Şimdilerde İran’da ortamın yumuşaması ile eski ülkelerine kısa ziyaretlere başlayan İranlı sayısı artmış.

Bu İranlı kardeşlerimizden biri uçakta yanıma düştü; İstanbul-Los Angeles uçuşu 14 saat civarında sürdüğünden yolda epey sohbet etme imkânı bulduk. Yol arkadaşım, ailesi İran’dan kaçan, Amerika’da okuyup dişçi olmuş bir kadındı. Hayatı, Persepolis filmindeki Marjane ile kıyaslandığında çok daha yolunda gitmişti ve keyfi gıcırındaydı. Son bir iki yıldır çocukken ayrıldığı İran’a gidip baba memleketini ziyaret edebiliyormuş.

LA üzerine sohbet ederken şehre dair ilginç ayrıntılardan bahsetti. Bir ortağı ile birlikte diş klinikleri varmış. Kendisi, kliniğin Doğu Hollywood şubesinde çalışıyormuş (nispeten daha fakir/orta halli bir semt). Ortağı ise, şov dünyasının ikametgâhı Batı Hollywood/Beverly Hills bölgesinde imiş. Ortağı çok daha yüksek ücretlerle çalışıp fazla para kazansa da, giderleri daha yüksek olduğundan hali vakti, sinir ve stresi daha berbat durumdaymış.


Los Angeles'in kuzeyine doğru inişli çıkışlı topoğrafyaya yerleşmiş zengin yurttaşlarımız

İranlı ablamızın ortağı, sürekli artistler, mankenler ve dış görünüşüyle para kazanan zevat ile muhatap olduğundan, yaptığı en ufak bir hatada veya yaptığı iş beğenilmediğinde milyon dolarlık tazminat davaları ile karşılaşıyormuş. Hollywood yıldızları ile baş edebilmek için yılda yüzbinlerce dolarlık avukat gideri ödemek durumundaymış. İranlı ablamız ise, ortadirek ile muhatap olup makul bir gelirle, rahat ve sıkıntısız bir hayat sürermiş. Bir de boynunu incittiği için sağlık sigortasından yüklü bir gelir elde etmiş ve yarı zamanlı çalışarak, dünyayı gezerek hayatın keyfini çıkarıyormuş.

İşte size Los Angeles’ta gurbete düşmüş bir İranlı hikâyesi. Yolda bana tabletinden bir arkadaşının özel uçağı ile gittikleri seyahatlerden fotoları göstererek çatlattı. Arkadaşının evi, uçak pisti olan lüks bir sitede imiş; yani, evinin garajında (hangarında) uçağı varmış ve evden direk piste çıkarak uçuyormuş. İşte size LA’deki uçak sahibi uçuk hayatlardan bir örnek...

LA’deki hayatların çöplerden beslenen evsizlerden özel havaalanı olan süper zenginlere kadar uzandığını öğrendik. Evsizleri daha fazla anlatmayayım, sanırım ilginizi çekmez. Onun yerine, holivut yıldızlarının yoğunlaştığı Beverly Hills mahallesine gidelim isterseniz. İlk duyuşta insanları çok heyecanlandıran ve görme arzusunu tırmalayan Beverly Hills, gidip gezilecek bir mahalle midir acaba?


Beverly Hills'in kapısı ve girişteki Donnie Darko esintili tavşan? 

Los Angeles şehir turlarına bakarsanız öyledir. LA’de üstü açık otobüslerle, rehberli Beverly Hills turlarının sürekli reklamı yapılıyor. Ben katılmadım, arkadaşımın arabası ile gezdik, ama katılanlardan anladığım kadarıyla tur şu şekilde geçiyormuş: “Sayın konuklar, şimdi de sağımızda Jack Nicholson’un evi (nin duvarı), solumuzda ise Ancelina Coli’nin malikânesi (nin duvarı), yanında da Madonna’nın köşkü (nün duvarı)nı görüyorsunuz”.

Eee, ne bekliyordunuz? Migros poşetleri ile evine dönen Meg Ryan ile kuru temizlemeciden smokinini almış Tom Hanks ile mi karşılaşacaktınız? Bir kere, Beverly Hills öyle çarşısı, bakkalı, okul ve camisi olan konvansiyonel bir mahalle değil. Sokaklarında yürüyen, koşan bir Allah’ın kulu yok (villaların bahçıvan ve güvenlik görevlileri dışında). Doğal olarak kimsenin kapısında ismi yazmıyor. Araba ile yapacağınız bir Beverly Hills gezisinde öğrenebileceğiniz tek şey, hangi villanın hangi güvenlik şirketince korunuyor olduğu...


Allah sizi inandırsın, yarım saatlik arabalı Beverly Hills turunda gördüğümüz tek Allah’ın kulu bu emekçimizdi

E tabii, bu abilerin ablaların bin türlü hayranı, sapığı, takipçisi var; dolayısı ile Beverly Hills’te bir villaya baktığınızda edinebileceğiniz tek bilgi duvarının rengi, yüksekliği ve güvenlik şirketinin adı. Ama yine de Beverly Hills’te arabayla bir tur atmanızı (yürümenin anlamı yok) tavsiye ederim, en azından palmiyeli tertemiz sokaklarında bol oksijen alırsınız.

Hollywood hakkında daha ayrıntılı bilgi ve gezi notları için: http://onurataoglu.blogspot.com.tr/search/label/Hollywood

Peki, bu holivut yıldızları ne yer, ne içer, nereden alışveriş yapar diyecek olursanız Beverly Hills’in az aşağısındaki Rodeo Drive’a gidebilirsiniz. Birkaç yüz metrelik kısa bir cadde olan Rodeo Drive, Los Angeles zenginlerinin ve şanslı iseniz bazen ünlü yıldızların alışverişe geldiği bir muhit. Bu yüzden işi gücü olmayan bazı kardeşlerimiz, ellerinde fotoğraf makinesi, parmakları deklanşörde, akşama kadar kaldırımlarda bekleşirmiş. Bir butiğe yanaşan lüks bir araç, kapıya koşuşan iri yarı korumalar arasından bir karecik fotoğraf çekebilmek için... Ne zor hayatlar var yahu!

Rodeo Drive’da sağlı sollu lüks butiklerde inanılmaz fiyatlara göreceğiniz ıvır zıvırı almaya kalkışmayın. Onun yerine, benim gibi çulsuzsanız, Beverly Hills’in kapısı diyebileceğimiz Beverly Gardens Park’a gidebilir, devasa ağaçların gölgesinde serinleyip soğuk bir su içebilirsiniz.


Beverly Gardens Park

Rodeo Drive fazla pahalı geldiyse sizi az ötedeki bir başka alışveriş merkezine, “The Grove”a götürelim. Öyle aman aman bir esprisi yoktur, kısa bir yaya yolu, etrafta mağaza, sinema ve restoranlar, açık bir alanın ortasında Melih Gökçek’inkilerle aşık atamayacak zavallı bir fıskiye... Bir tek “Farmer’s Market” dedikleri yiyecek/içecek diyarı ilginç ve cazip gelmişti gözüme.


The Grove

Şimdi diyeceksiniz ki, Los Angeles’a gelmişiz, hani nerede o plajlar, mayoyla dolaşan fıstıklar, Baywatch güzelleri, baklava karınlı yiğit delikanlılar? Bir deniz kıyısına götürmedin bizi... O zaman arabaya atlayıp Santa Monica’ya doğru yola çıkalım. Santa Monica, LA civarında en bir deniz kıyısı keyfi yapılacak bölgemiz denebilir.  

Santa Monica’nın deniz kıyısına paralel caddesi, keyifle yürümek, piyasa yapmak, ilginç tipleri gözlemlemek için ideal adresinizdir. Cadde boyunca önünüzde uzanan geniş, uzun plaja baktığınızda ise hayal kırıklığına uğramanız olası; çünkü plajda kırmızı mayolu, 90-60-90 ebatlarında sarışın cankurtaranlar yerine, kumların üzerinde geviş getiren obez Amerikalıları görmeniz daha muhtemeldir.


Santa Monica plajından seksi manzaralar

Okyanus suyunun çok soğuk olduğunu, keyifle denize girilemediğini arkadaşlarımdan duymuştum. Nitekim, plajda yayılıp güneşlenen bir avuç insan dışında, sadece sörf kıyafeti ile suda debelenen birkaç kişiye rastlayacaksınız. Pamela Anderson plajda değil, film stüdyolarında mayosuyla salınıyor olacak...

Madem denize giremediniz, hiç olmazsa Santa Monica’nın yüzlerce filmde, dizide görmeye alıştığınız rıhtımında dolaşın. Gerilim, polisiye, aşk, korku, komedi; ne tür film olursa olsun Holivut filmlerinde bir rıhtım klişesi olur mutlaka; rıhtımda bir kaçma/kovalama, cinayet, intihar, öpüşme yaşanır. İşte, bu rıhtım sahnelerinden çoğuna ev sahipliği yapan ahşap iskele Santa Monica’nın alamet-i farikası.

Santa Monica’ya ilk rıhtım, Red Kit maceralarından aşina olduğumuz Güney Pasifik Demiryolu Şirketi tarafından 1800’lü yılların sonlarında yapıldığında dünyanın en uzun rıhtımıymış. 1913’e kadar yük ve yolcu taşımacılığı Santa Monica rıhtımı üzerinden olmuş; ancak Los Angeles’in ana limanının bugünkü Long Beach’te geliştirilmesine karar verilince Santa Monica rıhtımı gözden düşmüş, zamanla yıkılmış, sökülmüş, sonradan da bugün üzerinde eğleşilen turistik rıhtım yapılmış.


Santa Monica Rıhtımı

Üzerinde koca bir lunaparka ev sahipliği yapan rıhtım, her daim misafir ettiği kalabalığı, gösteri ve müzik yapan fırlamaları, güneşi batıran romantik çiftleri ile sürekli bir cümbüş yeri. İyi ki LA’nın ana limanı burada yapılmamış ve Santa Monica (nispeten) huzurlu havasını koruyabilmiş. Kısa Los Angeles maceramda nefes alınabilecek güzel bir yer olarak aklımda kalan muhit de burası oldu zaten...

Santa Monica rıhtımının bir diğer kayda değer özelliği de, ABD’yi bir baştan bir başa geçen, “yolların anası” sayılan, nice filme, şarkıya konu olmuş Route 66’nın bitiş noktası olması. Derler ki, tarihin ilk McDonalds’ı buralarda, ikincisi de Route 66’nın öbür ucu olan Chicago’da açılmış. Amerika’nın karayolu omurgası sayılan Route 66’nın iki ucunu tutan McDonalds semirdikçe semirmiş...


Yolun sonuna geldik arkadaşlar

Santa Monica rıhtımının önünden geçen, Santa Barbaralarda başlayıp San Diego’ya giden sahil yolu, Amerikalı ciks kardeşlerimizin üstü açık arabalarla zibidilik yaptıkları, piyasanın cılkını çıkardıkları mıntıka. Bölgede yaşayan bir arkadaş anlatmıştı; bu civarda altı kaval üstü şeşhane (şişhane değil) sendromu sık görülürmüş. Amerikalı kardeşlerimiz piyasa yaparken arabadan inme ihtiyacı hissetmedikleri, LA’de kaldırımda yürümek gibi bir adet olmadığı için altlarına en paspal şort, terlik vb. giymekte beis görmezlermiş, çünkü arabanın içinde bu sefaleti gören olmazmış. Ama üstü açık arabada arz-ı endam ederken en şık gömlek, tişört gibi esvap giymek adettenmiş.


Santa Monica'dan Malibu'ya doğru

Arabayla piyasa yapanlara maruz kalmak istemezseniz, trafiğe kapalı, sevimli bir yaya yolu bulmanız lazım. Ama Los Angeles’da neredeee? İşte burada, Santa Monica’da! Bölgenin belki de kafe, restoran ve mağazalarla çevrili, yayaların keyifle yürüdüğü, insanın kendini sokağın bir parçası olarak hissettiği yegâne cadde, Santa Monica’nın üçüncü caddesi. Burada volta atarken sık sık meşhur artizlere rastlayabileceğinizi düşünebilirsiniz, ama şöyle bir istatistik duymuştum; Los Angeles sokaklarında bir Türk dizi yıldızına rastlama olasılığınız, ABD’li bir oyuncuya denk gelme ihtimalinden yüksektir!

Merak etmiş olabilirsiniz, birbirinden kopuk, değişik bölgeleri anlatıp duruyorsun da, bu şehrin merkezi, Kızılay’ı, Ulus’u, Taksim’i neresidir diye sorabilirsiniz. Birçok Amerikan şehrinde olduğu gibi, LA’nin de “downtown” demek zorunda kaldıkları, genelde gökdelenler tarafından işgal edilmiş bir merkezi var. Ama herkesin üzerinde mutabık kaldığı nokta, şehir merkezinde bir halt olmadığı...


LA Lakers'in mabedi Staples Center

Biz de toplantılarımız için şehrin merkezine uğramıştık, ama inlerle cinlerin maç yaptığı sokaklar dışında fazla bir şey göremedik. Zaten downtown’da en göze batan bina, inler ve cinlerin olmasa da, Los Angeles Lakers’in top oynadığı Staples Center... Yakınından geçerken Magic Johnson ve Kerim Abdül Cabbar’a bir selam hook-shot’layarak LA otobanlarına çıktık. Amacımız, downtown’ı en iyi gözlemleyebileceğimiz, “Sana dün bir tepeden baktım aziz LA” diyebileceğimiz bir nokta bulmak.

Şimdi bu noktaların primasına gidiyoruz; Griffith Parkı ve gözlem evi... Şehrin kuzeyinde yer alan bir tepede yer alan park, LA’nin en güzel manzaralarını sunuyor. Park, doğaseverler, yürüyüşçüler için bir cennet olduğu gibi, uzay ve bilim meraklılarının da ilgisini çekiyor. Vakti zamanında Griffith isimli gönlü zengin bir iş adamımız, servetini burada bir park ve gözlem evi kurulması için bağışlamış. Her ne kadar büyük gözlem evleri şehir merkezlerinden uzakta, gözden ırak tepelerde kurulsa da Griffith, LA halkının, uzaya ve bilime meraklı çoluk çocuğun bu gözlem evine gelerek en azından ilham almalarını, bilime meraklarının depreşmesini amaçlamış.


Griffith gözlem evi

Vakit olmadığı için gözlem evine ve sergi binasına giremedik, ancak LA ziyaretlerinde mutlaka gezilesi bir atraksiyon olduğu söyleniyor. Gözlem evinin kubbeli salonunda gösterilen, evren, uzay, zaman vesaire ile ilgili belgesellerin çok güzel olduğunu, özellikle çocukların çok sevdiğini, etkilendiğini anlattılar.

Aklıma hemen bir İstanbul-Los Angeles analojisi geldi. Griffith tepesini Çamlıca tepesi ile özdeşleştirdim. Amerikalılar, Griffith tepesine heyula bir kilise yapmak yerine, burasını halkın hem eğlenip hem de bilgilenebileceği bir merkeze çevirmişler. Biz ise Çamlıca’ya bir gözlem evi, müze, park vesaire yapacağımıza, İstanbul’un her yerinden görünecek devasa bir cami yapmayı tercih etmişiz. Konu fazlasıyla hassas ve tartışmaya açık olduğu için detaya girmiyorum, ama bir ülkenin kaderini tercihler belirliyor ve sonra dövünüp duruyoruz.

Griffith-Çamlıca karşılaştırması içimdeki isyan duygularını körükledi. Her ne kadar sebepsiz isyan olmasa da, Hollywood’un efsane filmlerinden “Rebel Without A Cause” (Sebepsiz İsyan) filmi Griffith Park ile o derece özdeşleşmiştir ki, parkın bir köşesinde Hollywood’un hızlı yaşayıp genç ölen büyük yıldızı James Dean’in büstünü görebilirsiniz.

Türkçe’ye “Asi Gençlik” olarak çevrilen filmin orijinal adı beni çok etkilemiştir. Her ne kadar kültürümüzdeki jargon “içiyorum ulan, içiyorsam var bir sebebi” ekseninde olsa da, “sebepsiz isyan” bence çok derin bir anlam içeriyor. Film, genç bir arkadaşımızın ailesi ile iletişimsizliği, çektiği büyüme ıstırapları, hayatta kendisi için önemli olan kavramları içselleştirmede yaşadığı sıkıntılar üzerine çarpıcı bir eser. Filmin etkileyici sahnelerinin Griffith Parkında çekilmesi, film ile bu parkı özdeşleştirdi.

Parktan son bir kez LA’ye baktıktan sonra, ister arabayla, isterseniz de (ve vaktiniz müsaitse) yürüyerek ayrılabilirsiniz. Her halükarda kendinizi Mulholland Drive’a vurmanızı tavsiye ederim! Mulholland Drive, Griffith Parkı’nın batısından itibaren, Santa Monica Dağı’nın sırtlarına paralel uzanan dar bir yoldur. Ama ruhu ve manzarası olan özel bir yoldur... Yine bolca filmde rast geldiğiniz, ıssız bir yolda ilerlerken arada muhteşem bir şehir manzarasının belirdiği, arabayı manzaraya karşı çekip film yıldızlarının bazen öpüştüğü, seviştiği, bazen de gözden ırak bir cinayet işlendiği, her türlü sürprize açık gizemli bir yoldur.


Mulholland Drive'dan gün batarken Hollywood ve Los Angeles'a bir dikiz

Yolun bu gizemli kişiliği, David Lynch’in Mulholland Drive isimli filminde çok güzel yansıtılır. Sinema tarihinde seyredilmesi ve anlaşılması en zor on film listesi yapılsa tereddütsüz zirveye yerleşecek bu gerçek ötesi film seyircisini abandone ettiği gibi, bir an önce o yola çıkıp direksiyon sallayası gelir insanın...

Mulholland Drive, şehre paralel dağların sırtlarında olduğu için yolun kenarına dizilmiş muhteşem malikânelere enfes manzaralar sunar. Zaten yol boyunca ilerlerken çoğu zaman villaların duvarları, çitleri, çalılarından başka bir şey göremeyecek, ama ara sıra beliren müthiş şehir manzarasından bir yudum sebepleneceksiniz. Beverly Hills dışında, meşhur yıldızlarımızın en çok tercih ettiği bölge burasıdır sanırım.

Yola ismini veren Mulholland, Los Angeles’in bugününü yaratan mühendislerin başında geliyor. 1900’lü yıllarda birlikte şehrin nüfusu patlamaya başlayınca bölgedeki su kaynakları yetersiz kalıyor. Bunun üzerine, neredeyse 400 kilometre uzaklıktaki Owens vadisinden LA’ye su getirecek dev bir kanal yapıyorlar ve resmen vadinin suyunu gasp ediyorlar.


Bu şehre su mu dayanır hemşerim?

Şehre gelen cansuyu, bölgenin gelişmesine büyük katkı yapıyor ve Los Angeles 1932 olimpiyatlarını düzenleme hakkını kazanıyor. Şehrin tanınmasında rolü olan olimpiyatlar 1984 yılında tekrar düzenleniyor ve Los Angeles iki olimpiyattan da büyük kazanç sağlıyor. Günümüzde her ev sahibi ülkeye büyük zarar yazan olimpiyatlardan en kazançlı iki tanesinin LA olimpiyatları olması, bu şehrin ne derece iş ve para odaklı olduğunu kanıtlayan manidar bir gösterge...

Nitekim Los Angeles’in su kullanım haklarını satın alarak kapitalizmin dibini gördüğü katakullileri izleyen ve tarihe “Kaliforniya Su Savaşları” olarak geçen olay sonucunda, verimli bir tarım bölgesi olan Owens Vadisi kuruyup gidiyor ve vadinin suyu Los Angeles’in şehvetini soğutmak için kullanılıyor.

Bu olay üzerine kurulu Roman Polanski filmi olan “Chinatown”ı mutlaka izlemenizi öneririm. Çinle ve Çinlilerle hiç bir ilgisi olmayan film, çok katmanlı bir öyküde, polisiye bir gerilimle birlikte bu tarihi olayı nefis bir sinema diliyle izleyiciye aktarıyor.

Tabii içinde Los Angeles barındıran filmleri anlatmaya başlasak sonu gelmez. Ama herhalde birinciliği, ismiyle de müsemma, “L.A. Confidential” a vermek gerek. Bu olağanüstü polisiye, LA’deki garip hayatların, suç ve günahların, iyi ve kötünün birbirine girdiği, şov dünyasının körüklediği görkem ve ihtiras arasında can çekişen insanlığın mücadelesini anlatan yüce bir film. Kaçmaz. Eğer birbiriyle kesişen ilginç hikâyelerin örgüsünde bir LA filmi isterseniz de sakın “Crash”i kaçırmayın!

İşte, Los Angeles nice film ve müzik sanatçısına ilham vermiş, sahne olmuş garip bir şehir. Sevmeyeni hiç sevmiyor, seveni de şehre meftun. Örneğin, ne zaman Red Hot Chilli Peppers dinleseniz, şarkılarında illa ki bir Los Angeles ve Kaliforniya güzellemesi yaparlar:

Sometimes I feel
Like I don't have a partner
Sometimes I feel
Like my only friend
Is the city I live in
The city of anger
Lonely as I am
Together we cry
I drive on her streets
'cause she's my companion
I walk trough her hills
'cause she knows who I am

gibi... Ya da, bir diğer LA fanatiği olan Guns’n Roses’ın daha basit ifade etiği şekilde:

Take me down
To the paradise city
Where the grass is green
And the girls are pretty
Take me home

falan... Şehre bu büyüsünü verenin ne olduğunu anlamak burada uzun süre yaşamadıkça kolay değil anlaşılan. Ama şehrin demografik özelliği sırrını ele veriyor; Los Angeles nüfusunun yarıdan fazlası burada, hatta ABD’de doğup büyümemiş; şehrin sakinleri, umutlarını, hayallerini ve hırslarını bavula koyup buraya yerleşmiş, hayatlarını baştan yeşertmeye çalışmışlar. Zaten LA hakkındaki temel atasözü der ki; “Nobody comes from Los Angeles, everybody comes to Los Angeles

Düşünsenize, Arnold Şvarzanager’in bile vali olabildiği bir eyaletten bahsediyoruz! Ünlü mimar Frank Lloyd Wright da teşhisini koymuş zaten; “Dünyayı ters çevirin, ne kadar gevşek, bir yere bağlı olmayan şey varsa Los Angeles’a düşer”.  

İşte şehre düşmüş gevşek bir vatandaşımız; Jack Sparrow taklidi ile hayatını sürdürüyor

Dünya ters döndüğünde Los Angeles’a düşen garip şeylerin başında da Charles Bukowski geliyor sanırım. Almanya doğumlu abimiz şehrin sosyo kültürel yapısı içinde yoğurularak sefaletin edebiyatını yapıyor ve haklı bir şöhrete kavuşuyor. Genelde parıldayan yüzüyle insanları cezbeden Los Angeles’in izbe mahallelerini, işsiz, alkolik ve uçkuru gevşek vatandaşlarını çıplak gerçeklikleri ile o kadar güzel anlatıyor ki... Ağzının biraz bozuk olmasını bir kenara koyarsak, okurunu koltuğuna çiviliyor ve gerçeğin acısını suratınıza çarpıyor. Eziklerin, büzüklerin ve kaybedenlerin yazarı olan Bukowski’nin, kazananlar şehri Los Angeles ile bu derece bütünleşmiş olması da kaderin garip bir cilvesi. İçinde Bukowski geçmeyen bir LA yazısı olmaz diyerek, ondan bir alıntı ile günü noktalayalım:

“Yeterince azim ve hırsımın olmadığı doğru, ama bu dünyada hırsı olmayan insanlar için de bir yer olmalı. Nasıl olur da bir insan sabahın altı buçuğunda saatin alarmı ile uyanarak yatağından çıkmaktan, giyinmekten, zoraki bir kahvaltı yapmaktan, işeyip, sıçıp, saçlarını ve dişlerini fırçalamaktan, başkalarının çuvalla para kazanması için çalışmak zorunda olduğu bir yere gitmek için trafikte boğuşmaktan ve kendisine bu iş verildiği için minnettarlık duymaktan memnun olabilir ki?”

Onur Ataoğlu

Yazar Hakkında

Onur Ataoğlu

"Japon Yapmış", "Japon Ne Yapmış" ve "Japon Yapmış Türk Gezmiş" kitaplarının gezgin yazarı, dünyanın diğer yörelerine dair yazı, fotoğraf ve gözlemlerini de blog sayfa