Ma Cherie Paris

Ben bu şehre gitmeyi inatla reddettim. Griydi, pusluydu, âşıklar şehriydi, romantizmin başkentiydi ve ta ki aşkın kolunda veya yolunda olmadığım müddetçe bu şehrin yollarına düşmeyecektim. Zaten İngilizce konuşmamaları ve snoblukları ile ünlü Fransızlarla dolu bir kentten tek başıma ne kadar zevk alabilirdim ki! Geçen yıllar zarfında Paris’e yolu düşen bütün arkadaşlarımdan dinlediğim gezi deneyimleri de Paris’i listemin en alt sıralarına itmeye başlamıştı. Öyle ki bir gün kendimi, “sanırım en gitmeyeceğim şehir” derken bulmuştum. Ama hayat insana büyük konuşmamayı kendi dilinde öğretir.

Yine de ilkeli davrandım ve kendi sözümde durup aşkın kolunda olmasa da aşkın yolunda düştüm Paris yollarına…

Kırık bir aşk hikâyesiydi benimki… Aslında hiç olmamış, ama benim var ettiğim bir hikâye… Bir illüzyondu. Şimdi ben sevdiğim, sevdiğimi sandığım, unutmaya çalıştığım o adamın; soluk aldığı şehri, gezdiği sokakları, baktığı semayı, dokunduğu metro turnikelerini, içtiği Fransız şaraplarını, yediği Fransız yemeklerini görmeye gidiyordum…

Bir beklentim yoktu Paris’ten… Beni biraz avutması, bana kucak açması, beni hüzünlü bir aşk acısından çekip çıkarıp mutlu anılarla geri döndürmesinden başka bir şey beklemiyordum ondan… Paris beni anladı, Paris beni dinledi, Paris ruhumu okşadı bir anne sevecenliğiyle ve açılan yaralarımı tamir etti kendi bildiğince, kırıklarımı döküklerimi toparladı ve bir güvercini özgür bırakır gibi beni özgür bıraktı.

Ruhum bu şehirde özgür kaldı, özgürlük hiç bu kadar acı-tatlı olmamıştı.

***Yine üç kızız… Elimizde bagajlarımız havaalanından çıkışı ararken, bir kadın yanımıza yaklaşıyor. Ona havaalanı otobüslerinin nerede olduğunu soruyoruz. Havaalanı otobüslerinin 12,5 Euro olduğunu, ama özel taksi ile kişi başı 15 Euro’ya bizi götürebileceğini söylüyor. Kadını gözüm tutmuyor. Otobüste ısrar ediyoruz ya da bütün şark kurnazlığımızla 10 Euro’ya götürmesini söylüyoruz. Kabul etmemesi gerektiği halde kabul ediyor, ama patronuna ve diğer yolculara bu indirimden bahsetmememizi salık veriyor. İçime bir kurt düşmüyor değil, ama evvel Allah Türk’üz ve İstanbul kızıyız. Hallederiz.

Bizden başka üç de Asyalı var arabada ve 15 dakika sonra Arc de Triomphe karşımızda bitiyor. Otelimiz zaten hemen yamacında yer alıyor. Tek sorun var, şoförün her birimizden 15 Euro istemesi. Anlaşmamızdan haberi olmadığını ve bilse bizi asla buraya getirmeyeceğini söylüyor. Adam kendince haklı ama biz de haklıyız ve dolandırılmaya hiç niyetimiz yok. Çıtı pıtı üç saf kız olduğumuzu sanan bu ekibe aslında o kadar da kolay lokma olmadığımızı gösterip, adama anlaştığımız ücreti verip otelimize giriyoruz.

Otelimizin adı; Belfast. Kapısından girdiğiniz anda 21. yüzyılı geride bırakıyor ve 18. yüzyıl Fransa’sına giriyorsunuz. Kitsch denilebilecek bir dekorasyonu var. Yaldızlı, varaklı, kadife mobilyalar, altın sarısı, çiçekli duvar kağıtları kimilerine göre çok eski moda ve döküntü gelebilir. Ben ise bu kadar yaşanmışlık kokan, bu kadar dokusu korunmuş, bu kadar Fransız bir otel bulduğum için çok mutluyum. Lobinin kokusunu içime çekiyorum. Gözlerimi kapıyorum ve kendimi eskilerde, çok eskilerde yine bu otelde bir müşteri olarak hayal ediyorum.

Tam o sırada kır saçlı ve tam bir Fransız beyefendisi olan resepsiyonistimiz ellerinde üç kişilik oda kalmadığı için bize ayrı oda tahsis ettiklerini söylüyor. Bu bizim için yeme de yanında yat tadında, nefis bir haber çünkü ek yataklardan oldum olası hazzetmemişimdir. Resepsiyonist, son derece şık oda anahtarlarımızı verip bizi odamıza yönlendiriyor. Otelimizin aslında Arc de Triomphe manzarası var, ama bizim odalar birinci katta ve öyle güzel bir manzaradan ne yazık ki yoksun. Ama birbirine bağlı özel bir bölmede yer alan odalarımıza diyecek yok. İçerisi internette yazan yorumların aksine son derece ferah ve romantik.

Fransa tatilimiz bir yağmurlu, bir güneşli geçecek. Hava yağacak gibi… O yüzden vakit kaybetmeden hava bozmadan Eiffel’i görmek için kendimizi bir an önce dışarı atıyoruz. Metro ile de gidebiliriz ama Eiffel, otelimizden 15 dakika yürüyüş mesafesinde ve bir acelemiz olmadığına göre şehrin tadını çıkara çıkara gitmeye karar veriyoruz.

Yol boyunca ilk gözüme çarpan birbirinden güzel binalar, huzur, sükûnet… Dünyalarımız ne kadar ayrıymış diye düşünmeden edemiyorum. Onun gezdiği bu derli toplu, güzel binalı sokaklar, başınızı çevirdiğiniz her yerde gördüğünüz bu düzenden benim memleketimde eser yok çünkü. Onun ruhunu arındıran bu sakin ve huzurlu ortamdan, benim memleketimde eser yok çünkü. Bizim ruhumuz mu Akdenizli olduğundan, yoksa bir yanımız mı hep savaşçı hep mücadeleci olduğundan; biz daha fevri insanlarız. Huzur belki de bizim zehrimiz. Yine de ben bu sokakların bana verdiği huzurdan ölesiye mutluyum. Senin soluduğun havayı soluyorum, senin geçtiğin sokaktan geçiyorum belki de… Acaba en son ne zaman şimdi benim geçtiğim bu sokaktan geçtin… Belki bugün, belki dün, belki de aylardır hiç uğramadın buraya…

Benim aklım sende, kalbim sende, ayaklarım ise Eiffel yolunda… Tiyatroyu geçer geçmez, Eiffel ters köşe yapıp, bir anda karşımda beliriveriyor. İşte o an sen yitip gidiyorsun belleğimden… 9 yaşıma dönüyorum. Zonguldak’taki evimizde Grundig marka renkli televizyonumuzda ana haberleri seyrediyoruz. Her gün aynı haber, Eiffel’in açılışı… Renkli kutuda gördüğüm o herkesin konuştuğu anıt, bana bir demir yığınından başka bir şey gibi gelmiyor. Çocuk aklımla insanların niye bu demir yığınını bu kadar abarttıklarını anlamıyorum. Belki de bunca zaman o yüzden Eiffel benim için hiç de önemli ya da görülmeye değer bir yer gibi gelmemişti. Oysa şimdi karşımda yükselen bu görkemli yapıya, hayranlık duymamam elimde değildi. Bir demir yığını ancak bu kadar estetik ama bir o kadar da mağrur olabilir. Belki de bana seni çağrıştırdı Eiffel. Senin gibi gözü yükseklerde, senin gibi mağrur ve senin kadar kendi dünyasında o… Herkesi kendine hayran bırakıp, tek olmayı seviyor; tek başına yükselmeyi, tek başına yaşamayı…

Eiffel’in önü hayranlarıyla dolu… Oysa hâlâ çok uzağız. Daha bir 15 dakikalık yolumuz var.  Önce tiyatronun iki yanına konuşlanmış krepçileri görüyoruz. Bizim waffle’cılarımıza benziyorlar ya da gözlemecilerimize. Bir yufka büyüklüğündeki krepleri, insanın ağızını sulandıran bir koku yayıyor etrafa. Eiffel, krep kokusuyla daha da bir leziz geliyor şimdi gözüme.  Öyle ki hemen bir tane satın almazsam midem vücut bulacak ve Muhammed Ali’ye dönüşüp kelebek gibi uçup beni arı misali sokuverecek sanıyorum. Mutlu sona ulaşıp nutellalı ve muzlu krepimi elime aldığımda benden mutlusu yok. Ya çikolatanın salgıladığı serotonin, ya senin şehrinde sana bu kadar yakın olmak, ya da sadece Eiffel’in güzelliği beni bu kadar mest eden… Nedeni her ne olursa olsun; ben çok mutluyum bu halimden, bu andan ve hiç bitmesin istiyorum.

Ama gezgin durmaz, gezer… Enerjimizi topladığımıza göre Eiffel’i gerçekten görmenin vaktidir deyip, tiyatronun bulunduğu alandaki merdivenleri inip çeşmeler ve yeşilliklerle süslü bir meydana çıkıyoruz. Buradaki çeşmede türlü su oyunları yapılıyor. Bir süre tadını çıkarıp karşıya geçiyor ve Seine Nehri’nin üzerinden geçiyoruz. Demek ünlü Seine Nehri bu diyorum kendi kendime. Bir Boğaz değil tabii ki… Dünyanın hiçbir yerinde Boğaz’ın eşdeğerini bulabileceğimi sanmıyorum. O yüzden öyle bir karşılaştırma yapmak da aklımın ucundan geçmiyor. Seine’i, Seine olarak kabul ediyorum. Etekleri sıra sıra birbirinden güzel ve büyüleyici tarihi binalar ile çevrili Seine… Bir ucundan bir kıyısından belki de sen yürüyorsun şu an… Belki de şimdi sen bir köprüde bakıyorsun Seine’e…

İlerlemeye devam… Nihayet Eiffel’e, Eiffel’in tam altına geliyoruz. Burası giriş için insanların kuyrukta beklediği yer. Ama karşımdaki şey kuyruk olmaktan çıkmış; bir boa yılanı, bir piton gibi kıvrıla kıvrıla Eiffel’in gökyüzünden bir elma gibi düşmesini bekliyor sanki…  İnsan kalabalığından oluşmuş bu kocaman yılan, gözümüzü korkutuyor. Belki enerjimizi daha da topladığımız bir gün gelmeli diyoruz, çünkü yol yorgunuyuz ve bacaklarımız saatlerce bizi bu yılanın bir parçası yapmaya yetecek kadar güçlü değil.

Seine kıyısı boyunca yürümeye karar veriyoruz. Karşılaştığımız herkes son derece kibar ve şeker. Bir önceki yolculuğumuz olan Barcelona’da karşılaştığımız Katalanlardan sonra Fransızların kibarlığı, iyi niyeti, güleç suratı ruhuma iyi geliyor. Oysa tam aksi olmalıydı gibi geliyor. Bu işte bir terslik var gibi…

Her adım güzel Paris’te… Her adım romantik, her adım tarihi, her adım garip bir şekilde doyum verici… Evet doyum verici… Daha başka nasıl tarif edilir, nasıl anlatılır bilemiyorum. Alexandre Köprüsü’ne yaklaşıyoruz. İşten yeni çıkmış takım elbiseli erkekler, incecik ayaklarına geçirdikleri kibar topukluları ile ince belli ve zarif Fransız kadınlar; ellerinde kadehleri Seine Nehri’nin tadını çıkarıyor. Hemen arkamızda Flow adlı bir mekân var. Bir tarafı yemek yiyenlerle dolu, bir tarafı sadece içki içenlerle… Bir de marketten bir şişe şarabını kapıp gelmiş, Seine kıyısına oturmuş bir tayfa var ve bu tayfa öyle 3-5 kişi değil; Seine kıyısı boyunca sıra sıra dizilmiş bir tayfa. Burada kalıp şehrin tadını çıkarmaya ve şehrin insanlarıyla iç içe güzel bir akşam geçirmeye karar veriyorum, çünkü ertesi günlerde hava yağışlı olacak ve buna bir daha fırsat bulamayabilirim. Aslında içimden tıpkı şu kıyıdaki Fransızlar gibi en yakın markete gidip bir şişe şarap kapıp Seine Nehri’nin kenarında oturmak geçiyor, ama en yakın marketi gidip aramaya üşeniyorum. Flow’a girip bir kadeh şarap istiyorum. “Nasıl olsun?” diye soruyor kibar Fransız barmen. “Kırmızı,” diyorum. “Rujunuz gibi mi?” diyor inceden gülümseyerek. Barmenin bu sevecenliğini seviyorum. Ama Flow’da oturmak istemiyorum, çünkü nehri gören bütün sandalyeler dolu. Şarabımı alıp Seine kenarındaki banklardan birinde oturup etrafı seyretmeye başlıyorum. Sıra sıra, dizi dizi ışıklı turist tekneleri geçiyor. Gözümün önünde binlerce flaş patlıyor. Kaç turistin fotoğrafında, eli kadehli turist kız olarak yer alacağım ve dünyanın acaba kaç kentinde birileri fotoğraflarında beni fark edecek diye gülümsüyorum. Şarabın etkisi de olabilir. Saat 21.00’i çoktan geçti, muhtemelen sen de bir yerlerde şimdi şarabını yudumluyorsun. Bütün Paris kendini dışarı atmış, bütün Paris içiyor, muhtemelen sen de şimdi dışarıda bir yerlerdesin… Sen yanımda olsan çok daha mutlu olurdum ama Seine de senin kadar mutlu ediyor beni…

Ben bu düşüncelerdeyken ellerinde dizüstü bilgisayarları ile takım elbiseli 5 kişilik bir Fransız grubu yanımda bitiyor. Sohbet sohbeti açıyor, espriler hava uçuşuyor. Hani Fransızlar İngilizce bilmezdi, hani Türkleri sevmezlerdi diye sormadan edemiyorum kendime. İleride deniz üstündeki bir gece kulübüne gideceklermiş, “Eşlik eder misin?” diyorlar. “Neden olmasın?” diyorum ve içeri giriyoruz. İçerisi silme insan dolu. Parisliler de anlaşılan biz İstanbullular gibi hafta içi bile eğlenmeyi biliyorlar. Seine Nehri’nin üzerinde, müthiş güzel müziklerin ritmine bırakıyorum kendimi. Beni içeri sokan Fransızların artık gitmesi gerek. Vedalaşıp ayrılıyorlar. Mekân gece 02.00’de kapanıyor ve ben otelin yolunu tutmaya başlıyorum. Elimde bir harita var ama haritalardan anlayan biri hiç değilim. New York’ta elimdeki haritayla, haritanın gösterdiğinin tam aksi yöne gitmeyi başarmış, sonunda gideceğim yeri sora sora bulmuştum. O yüzden bu sefer kendimi hiç riske atmaya niyetim yok. Ama gece 02.00 ve soru sorabileceğim insanlar giderek azalıyor. Taksim’de olsa rahat yürüyebilir miydim bu saatte bu kadar diye düşünmeden edemiyorum. Nihayet Champs Elysees’ye varıyorum. Daha güvenli olacağını sandığım sokakta evsizler ve alkolikler var ama tatsız bir olay yaşamadan, gece ışıklı sokakların keyfini süre süre ilerliyorum. Nihayet otelimi buluyorum. İkinci güne planım hazır kafamda, geriye sadece güzel bir günün ardından güzel bir uyku çekmek kalıyor.

Montmartre, Sacre Coeur ve Moulin Rouge: Paris'in Sanatsal Yüzü

Paris’teki 2. güne pencereme vuran yağmur damlalarının sesiyle uyanıyorum. Gün, Paris gününe yakışacak kadar gri ve puslu. Ama yağmurun bu kadar yakıştığı bir başka şehir olamaz herhalde diye düşünüyorum. Ağustos ayında ne kadar yağmur yağabilir ki deyip uzun siyah elbisemi ve bez ayakkabılarımı giyerek yılın en büyük gaflet ve delaletine düşüyorum. İlk durak Montmartre ve tabii ki Montmartre’ın kutsal kalbi Sacre Coeur ile bohem ressamları…

Bu kez metroyu tercih ediyoruz. Montmartre’a vardığımızda, insanların bir yokuşa tırmandığını görünce rotamız tayin olmuş oluyor. Yokuş yukarı yürümeye başlıyoruz. Burası türlü türlü hediye dükkânları ile biraz Sultanahmet yokuşunu andırıyor. Yine bir krepçi görüyoruz. İspanya’da sangrianın dibine vuran ben, Paris’te de anlıyorum ki kreplerin dibine vuracağım. Soğuk yüzlü bir kadın duruyor kreplerin başında, yanında da onun tam zıttı, güleç ve genç bir çocuk sandviç hazırlıyor. Sıra bize geldiğinde, soğuk görümlü kadın nereli olduğumuzu soruyor. “İstanbulluyuz” diyoruz ve muhabbet açılıyor. Kadın “ben de geçen sene gelecektim, ama olaylar vardı” diyor. Yanındaki çocuk da o nedenle vazgeçmiş. “Artık gelebilirsiniz” diyoruz. Bize Montmartre’daki ressamları görmeden gitmememizi, hemen kilisenin arkasında olduklarını söylüyorlar. Son derece yardımsever ve kibarlar. İngilizceyi bu kadar iyi konuşmalarına şaşırmış, yokuş yukarı dükkânlara gire çıka Sacre Coeur’e doğru devam ediyoruz.

Sacre Coeur için aslında fazla bir beklenti içinde değilim. Sıradan bir katedral gibi geliyor bana. Neden bu kadar meşhur olduğunu ise gidince anlıyorum ve bir kere daha kahrolsun önyargılar diyorum. Evet, burası görkemli ve haşmetli bir katedral. Ondandır ki bütün görkemli ve haşmetli katedraller kadar sıradan ama önündeki manzarayı her görkemli katedralde bulmak zor. Sacre Coeur gerçekten de kutsal bir kalp gibi atıyor şehrin tepesinde… Eteğinde uzanan Paris sanki onun önünde saygı ile eğilen bir elçi gibi. Sacre Coeur de en az Eiffel kadar mağrur, en az onun kadar gözü yükseklerde…

Uzun merdivenleri tırmanmadan önce, Sacre Coeur’ün heybetini iliklerime kadar hissetmek istiyorum. Merdivenlerin sonunda beni bir sürpriz bekliyor. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel çeşmelerden biri karşımda duruyor. Gökyüzünden düşen yağmur damlaları çeşmenin akan berrak suyuna karışıyor, aşağıda yitip giden yemyeşil çimenler ve daha aşağıda sere serpe yayılmış Paris’in kokusuna karışıyor. Artık bir turist değil, pastoral bir tablodaki bir özneyim, bir nesneyim… Sacre Coeur… Paris’in kutsal kalbi, kalbimi çalıyor…

Manzaranın tadını çıkarıp sessizce içeri giriyoruz. İçeride fotoğraf çekmek yasak ve çekenler sert bir dille uyarılıyor. Ama kim dinler... Yine de 1-2 fotoğraf çekebilmeyi başarıyoruz.

İçeri adımınızı attığınız anda yüzünüze yayılan sıcaklığın, ilahi bir mesaj değil; biraz ilerideki rengârenk ve boy boy olan mumlardan, şamdanlardan, mumluklardan geldiğini anlıyoruz. Kırmızılar, sarılar, beyazlar… Renk renk mumlar, boy boy alevler… Evrenin yaratıcısına verilen minik sevimli rüşvetler… Dileklerimiz kabul olsun diye ah biz insanoğlunun yaptıkları… Bir dilek dilemek istiyorum seninle ilgili… Sacre Coeur’de evrenin yaratıcısına yalvarmak… Ama çok yalvardım ona seninle ilgili… Rüşvetli veya rüşvetsiz… Mumlu veya mumsuz… Ayık ya da sarhoş… Uykuda ya da uyanık… O yüzden mum yakmak yerine, ayin yerine geçip dua etmeyi seçiyorum tavanda uçuşan İsa ve havariler beni izlerken…

Sacre Coeur’den çıktığımızda arkadaki ressamları aramaya başlıyoruz. Ne ile karşılaşacağımız ve bizi neyin beklediği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama kime “ressamlar nerede?” diye sorsak bize tarif ediyor ve yine hediye dükkânları ile dolu yolda, kendimizi hediyeliklerin arasından çekip alabildiğimiz kadarıyla ağır aksak ilerleyerek ressamların olduğu alana varıyoruz.

Burası Sacre Coeur’ün hemen arkasında saklı bir vaha gibi. Dikdörtgen, ağaçlarla kaplı bir alanda sıra sıra ressamlar dizilmiş. Niyeyse ben gerçek ressamlarla değil de onların atölyeleriyle karşılaşacağımı düşünmüş olacağım ki açık havada envaı çeşit boya, malzeme ve stille resim yapan Asyalısı, Fransız’ı, siyahı dünyanın ayrı ayrı memleketlerinden gelmiş ve tek bir ortak noktada resim yapmakta buluşmuş bu ressamlar karşısında irkiliyorum. Tuvallerinden her an vücut bulup çıkıverecekmiş gibi geliyor çizdikleri resimler. Bazıları o denli canlı, o denli yaşayan çizimler bunlar… Çizdikleri gözler sizin ruhunuzu delip geçiyor, çizdikleri saçlar, rüzgarda esip suratınızı yalayıverecekmiş gibi geliyor.

Kendimizi tuvallerin büyüsüne kaptırmış, tek tek geziyoruz her bir sanatçının iki sandalye bir tuvalden oluşan açık hava stüdyosunu. Arkadaşım kendi resmini çizdirmeye karar veriyor. Ben ise bu fırsatı değerlendirip hemen ressamların bulunduğu alanın karşısındaki Le Sabot Rouge adlı kafeye oturuyorum. Sevecen bir garson hemen ne arzu ettiğimi soruyor. Önce kendime bir vejetaryen burger ve içecek söylüyorum. Sanırım bugüne dek yediğim en lezzetli vejetaryen burger önüme jet hızıyla geliyor. Karşımda Montmartre’ın ressamları, havada yağmur kokusu, önümden ise dünyanın bütün milliyetlerinden gelip geçen insan silsilesi eşliğinde yemeğimi yiyorum. Ara ara ressamlardan bazıları yanıma gelip, resmimi çizmeyi teklif ediyor. Nazik bir dille reddediyorum, çünkü Paris ve ben şu an çok samimi anlar yaşıyoruz.

Neden sonra arkadaşlarımın işi bitiyor ve ünlü Lafayette alışveriş merkezinin yolunu tutuyoruz. Modanın başkentlerinden biri olan bu şehirde güzel bir şeyler bulabileceğimizden eminiz. Yol üzerinde ben küçük bir butikte çok şirin kolyeler görüp, aradığım Paris hatırasını bulduğumu anlıyorum. Her ülkeden kendime kalıcı bir hatıra alırım. Paris’in hatırası bana bu kolye oluyor. Daha sonra Lafayette’e girdiğimizde, iyi ki o kolyeyi almışım diyorum, çünkü Lafayette denilen bu alışveriş merkezinin bizdekilerden pek bir farkı yok, olsa olsa eksiği var. Ben vaktimin çoğunu en üst kattaki kitapçılarda unuttuğum Fransızcamı gördüğüm kitaplarla tazelemeye çalışarak geçiriyorum. 20.00 gibi kapanıyor alışveriş merkezi.

Niyetimiz aslında Eiffel’den daha güzel bir manzarası olduğu söylenen Montparnasse’a gitmek, ama hava çok soğuk ve biz ise sırılsıklamız. Ağustos yağmuru bildiğin ahmakıslatan çıkıyor ve kendimizi Fransa'nın en ahmak üç turisti sanıyoruz. Moulin Rouge’un çok yakınımızda olduğunu öğrenince rotamızı değiştirmeye karar veriyoruz. Sora sora nihayet Moulin Rouge’a ulaşıyoruz. Yokuşun sonunda birden kırmızı yel değirmeninin kanatları bize el sallıyor. Gariptir ki Moulin Rouge'u hep çok daha parlak, çok daha canlı, cıvıl cıvıl bir cadde olarak hayal etmiştim. Oysa karşımda yapayalnız bir yel değirmeni duruyor. Makyajıyla hüznünü gizlemeye çalışan bir konsomatristi andırıyor bana bu yel değirmeni... Tüm ihtişamına, süsüne püsüne rağmen yalnız ve hüzünlü ve onun tüm hüznüne rağmen “gösteri devam etmeli”...

Hemen meydanda kocaman bir havalandırma ve havalandırmanın üzerinde ise içlerindeki Marilyn'i keşfe çıkmış bir turist silsilesi... Buraya kadar gelmişken, denemeden olmaz diyerek, bir gayret fırlıyorum havalandırmanın üzerine. Ama Marilyn Monroe’nun Marilyn Monroe olmasının da bir sebebi varmış; ağzımın payını alıp, eteğimin tepeme geçmesine ramak kala aşağı iniyorum.

Moulin Rouge biletlerini de çok önceden ayırtmak gerekiyor. Kapıda duran 2 metrelik bodyguard abilerin, bizim lüks mekanların önünde duran abilerden pek farkı yok. Yağmurdan ıslanmış üç yavru kediye dönmüş bu üç kızı şöyle gözleriyle baştan aşağı süzüp, aşağılayan gözlerle “doluyuz, biletler tükendi” diyorlar ve sonraki hiçbir sorumuza yanıt vermiyorlar. Kendimizi Gulliver’in devler ülkesinde gibi hissediyoruz. Zıplıyoruz, bizi görmeleri ve duymaları için adeta, ama duymuyorlar görmüyorlar. Bir dahaki seyahate artık diyerek, ıslak ayaklarımın çıkardığı “gorç gorç” seslerine aldırmadan otelin yolunu tutuyoruz.

Neyse ki otel birkaç durak ileride…  Otelde üstümüzü değiştirip hemen otelin yanındaki restoranda akşam yemeğimizi yiyoruz. Garson son derece tatlı ve nazik. Yorgunuz, bütün gün ıslanmanın ağırlaştırdığı vücutlarımızı alıp bir an önce yatağa gömülmek istiyoruz. Ertesi gün erkenden kalkılıp Eiffel’e tırmanılacak… Sonrasında ise planda Louvre ve Notre Dame var. Senden ise hiç ses yok. Gözlerimi bir Paris gecesine daha kaparken, kim bilir şimdi neredesin, Paris’te kim bilir hangi yastıkta kapatıyorsun o gözleri diye düşünmeden edemiyorum…

Eiffel, Louvre, Notre Dame ve Seine Nehri: Klasik Bir Paris Günü

Bugün Eiffel günü, 3. ve son günüm. Dayanamayıp sana mesaj attım. Paris’te olduğumu söyledim. Belki buluşuruz.

Bugün Eiffel’e çıkacağım için mi bu heyecan yoksa senden yanıt beklediğim için mi bilmiyorum. Ama heyecan uyutmuyor beni, erkenden kalkıp hazırlanıyorum.

Günün birinde Eiffel’e çıkarsam hep çok güzel olmayı hayal etmiştim. Bugün senden mesaj gelir de görüşürsek diye iki kat süslenesim var. Sarı tiril tiril bir elbise seçiyorum ve Fransız havasına aldanmamak için yanıma kot ceketimi alarak kendimce önlem aldığımı sanıyorum.

Eiffel’e doğru yine aynı yolu izleyip önce tiyatroya geliyoruz. Bir ritüel haline getirdiğimiz sol uçtaki krepçimize uğruyoruz. Her zamanki krepçimiz kapalı. Sağdakini denemeye karar veriyoruz ama büyük bir hüsran oluyor. Krepleri soğuk ve tatsız. Gün ve tepemizdeki güneş ise bir o kadar güzel ve sıcak. Güneş ılık ılık yüzümüze vuruyor. Sanki dün iliklerimize kadar işleyen yağmur bu semadan yağmadı. Seine Nehri’nde karşılaştığım Fransızlar, “Fransa’nın havası bir kadın gibidir, ne yapacağı hiç belli olmaz” demişlerdi. Hakikaten bu kadının sağı solu belli olmuyor, ama bugün iyi tarafına denk gelmiş olacağız ki bize karşı çok sıcak ve güzel davranıyor.

Vakit kaybetmeden ve bu kez çeşmelerin tadını çıkarmadan kendimizi bir an önce insandan oluşmuş bir piton yılanını andıran şu kuyruğun içine sokuyoruz. Sıra uzun, sıra kıvrım kıvrım, sıra başı sonu belli olmayan bir piton yılanı ve biz de artık o pitonun bir parçasıyız. Neyse ki  kuyruk şaşırtıcı derecede hızlı ilerliyor ve ben bir çay alıp gelinceye kadar arkadaşlarım çoktan girişe varmış oluyor.

Eiffel Kulesi’nde birinci ve ikinci katlar için ayrı bilet, zirve için ayrı bilet alınıyor. Nedenini anlamadığım bir şekilde, zirve biletini girişte değil, birinci katta satıyorlar. Birinci katta bilet kasasını arıyorum, ama 1 saat kapalı olduğu söyleniyor. Zirveye çıkmaya kararlıyım. Vakti fotoğraf çekerek, manzaranın tadını çıkararak geçiriyorum. Şehir ayaklarımın altında uzanıyor. Paris çepeçevre kuşatıyor bedenimi. Önüm arkam sağım solum Paris oluyor… Seine yemyeşil uzanıyor aşağıda, Nil deltasında kıvrılarak ilerleyen Nil Nehri gibi ağır ve sakin akıyor. Paris’in düzeni, sükûneti huzur veriyor. Benimle birlikte bu manzaranın büyüsüne kapılmış yüzlerce turistle birlikte Eiffel’i adeta tavaf ediyoruz. Mistik bir dönüş içerisindeyiz. Eiffel’de kendimi bir Mevlevi gibi hissediyorum. Ama bu Mevlevi donmak üzere, çünkü rüzgâr üstündeki tiril tiril elbisenin her yanından alabildiğine içine işliyor ve minicik ceketi onu ısıtmaya yetmiyor.

Zirve kasasının açıldığını görüp hemen sıraya giriyorum. Sıra ilerlemek bilmiyor, ben ise donuyorum ve ister istemez 2. katta bu kadar üşüyen birinin zirvede ne halde olacağını düşünüyorum. Saat 12.00’ye yaklaşıyor ve saat 13.30’da Louvre  Müzesi’ne satın aldığımız rehberli tur için Rivoli istasyonunda olmam gerek. Yani en fazla yarım saat daha bekleyebilirim, ama zirveye çıkmama yetmeyecek bu süre. Vazgeçiyorum. Zirveyi bir sonraki gelişime, daha romantik bir ana saklıyorum. Belki şampanya bile patlatırım çıktığımda diyerek aşağı inmeye karar veriyorum. Bu kez yukarı çıkmak için kullandığımız asansörler yerine, merdivenleri kullanarak aşağı inmek istiyorum. Çok doğru bir karar (!).

O kadar yüksekten aşağı inmek, kalbimin bir serçe kalbi gibi ürkek ürkek atmasına neden oluyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, çünkü aslında yükseklik korkum var ve hangi akla hizmet tek başıma inmeye karar verdim bilmiyorum ama manzara çok güzel, şehir çok güzel ve orada tek başına bu keyfi çıkarmak müthiş. Sağ salim nihayet iniyorum. Tepemde yükselen mağrur Eiffel’e bir selam çakıp koşturarak Louvre Müzesi’ne gitmek için metro istasyonuna doğru yol alıyorum. Tiyatroya geri geldiğimde her zamanki krepçimin açık olduğunu görüyorum. Son kez yemeden gidemem. Bir gün içindeki ikinci krepim olsa bile… Krepi hazırlayan çocuk “bu ilk krepiniz değil sizin” diyor, bir kâhin edasıyla: “son krepiniz de olmayacak”. Gülümsüyorum, “umarım olmaz” diyorum, çünkü daha çooook krepler yeme hedefindeyim!

Louvre Müzesi’ne gitmek için metro görevlisinden yardım istiyorum. Paris metrosunu anlamak dünyanın en kısa metrosuna sahip bir ülkeden gelmiş bu kızı aşıyor. Ama şimdi anlıyorum bardak altlıklarından yemek servislerine, hatta bebekler için mama önlüklerine kadar her şeyin üzerinde neden metro ağının resmi olduğunu. Görevli Roosevelt’ten aktarma yapıp Rivoli’ye gidebileceğimi söylüyor. Roosevelt durağına indiğimde, bir metro istasyonunda değil, bir otel lobisinde ya da şık bir konağın salonundaymışım gibi hissediyorum. Tavanda 4-5 tane son derece şık olan lambaların yaydığı loş durakta birazdan gizli bir kapı açılacak ve şantörler şarkı söylemeye başlayacak sanıyorum. Açılan tek kapı metro kapısı oluyor ve kendimi bir an önce Rivoli’ye atıyorum.

Rehberimiz tatlı şirin bir Fransız kız… Bizi Louvre’un kapısından içeri soktuğunda, iyi ki rehberli bir tur almışız diyoruz çünkü Louvre tasavvur ettiğimden de büyük ve her şey Fransızca. Rehbersiz içinde yapacağımız gezide muhtemelen defalarca kaybolacak ve ne gördüğümüzü de anlamayacaktık. Rehber kız bize en görülmesi gereken yerleri gösterip tek tek anlatıyor. Bunlar benim de en çok görmeyi arzu ettiğim parçalar… Kızın yapmacıklıktan uzak, sakin halini seviyorum. Bizim kendimizi kaybedip onlarca fotoğraf çektirmemize hiçbir şey demeden sakin sakin anlatıyor her bir bölümü. Louvre’un artık sembolü olmuş Venus de Milo ya da nam-ı diğer Afrodit heykeli ile Semadirek Kanatlı Zafer Heykeli’ni (The Winged Victory of Samothrace) geçip İtalyan ve Fransız ressamların tablolarının bulunduğu bölümüne gidiyoruz.

Burada bizi tabii ki Mona Lisa bekliyor, ama rehberimiz öncesinde Napolyon’un tahta çıkışını simgeleyen devasa bir tabloyu işaret edip “17. yüzyıl photoshop’u da işte böyle oluyor” diyor. Çünlü Jacques-Louis David’in fırçasından çıkan bu tabloda Napolyon’un biricik aşkı Josephine, gencecik bir kadın gibi görünse de aslında o günlerde 41 yaşında. Resmin en önemli karakterlerinden Napolyon’un annesi ise  aslında bu törenden birkaç gün önce Napolyon ile kavga ettiği için törene katılmamış. 

Sırada beli uzun görünsün diye tablodaki kızın omurlarına fazladan bir iki omur daha ekleyen Jean-Auguste Dominique Ingres’in Büyük Odalık (La Grande Odalisque)tablosu var. Büyük Odalık tablosu sere serpe uzanmış karşımızda, gözleri davetkâr… Arından Theodore Gericault tarafından resmedilen ve 1816 yılında Moritanya açıklarındaki Arguin Kayalıkları'na çarpan Fransız firkateyni Méduse'ün çaresiz yolcularının, 12 gün boyunca derme çatma bir salda aç susuz verdiği yaşam savaşını anlatan Medusa’nın Salı (The Raft of the Medusa) tablosunu görüyoruz. Hemen sonrasında ise savaşı kaybedince eşlerini, hizmetkarlarını, hatta atını bile öldürten Asur Kralı Sardanapalus’un resmedildiği ve Romantizm akımının en önemli örneği olarak kabul edilen Sardanapalus’un Ölümü (Death of Sardanapalus) tablosu ve bir de tabii ki Mona Lisa var.

Romantizm akımının aklımdaki romantizmle hiç alakası yok. Büyük Odalık'ın davetkâr gözleri sonrasında, salda can çekişen insanları ya da yatakta katledilmiş eşleri ve atları görmek içimde garip hisler uyandırıyor. Aslında şu an ben Louvre’u oda oda, tablo tablo gezerken; bir yerlerde birileri tam şu anda şu dakika belki din, belki gurur, belki iktidar, belki para, belki sebepsiz yere birilerini deşiyor, öldürüyor, katlediyor. Dünya; tarih öncesinden beri, tarihin olmadığı zamanlardan beri acımasız… İnsanlı ya da insansız, doğanın kanunları belli… Hep büyük küçüğü yok ediyor. Küçük akıllı, uyanık ya da şanslı değilse… Bu koca tabloları görünce insan huzur mu bulmalı, yoksa varoluş amacını mı sorgulamalı bilemiyorum. Belki de sadece renklerin ve çizgilerin güzelliğine dalıp, ressamı takdir edip bakıp geçmeli… Çok düşünmek iyi değildir bazen. Yalnızca mutsuzluk getirir. Belki de Mona Lisa ondan böyle belli belirsiz gülümsüyor. Çok düşünmekten…

Hisleri konusunda insanın aklını karıştıran, ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlayamadığınız, Poker Face diyebileceğiniz bir kadının tablosudur benim için Mona Lisa. Belki de aklınızda bu kadar sorular oluşturmasa, tablo bu kadar da aklınızda yer etmeyecek. Bu tablo; yarattığı o sorular, o gizem yüzünden mi bu kadar bizi meraklandırıyor ve kendine çekiyor diye düşünüyorum. Oysa en çok görmek istediğim Mona Lisa tablosu, şimdi düşünüp bakınca, en az hatırımda kalan tablo olmuş. Aklımda ise tek bir tablo var. Rehberin anlatmadığı ama benim aklımdan çıkmayan tek bir tablo: Anne-Louis Girodet de Roussy-Trioson’ın Atala’nın Gömülmesi (The Burial of Atala) tablosu.

Tanrı’ya verdiği yeminden ötürü sevdiği adamla evlenmemek için zehir içerek kendini öldüren bir kadını resmediyor tablo. Kadın bir ölüden çok, uyuyan bir peri gibi. Huzur dolu… Bir tarafta ölüm onu kapıp götürürken; ayaklarına sarılmış olan adam içinizde, en derinlerinizde, koyu katran rengi bir acı veriyor size. İster gerçek hayatta, ister kurguda intihar edenlere hep büyük bir saygı duyduğumdan olacak ki tablodaki kadına hayranlık duyuyorum. Yaşamı, tutkularını, zaaflarını ilkelerine tercih etmeyen bir kadın bu. Kendi doğrularını seçip ebedi uykuyu seçen bu kadını, belki de ressam sırf bunun için bu kadar huzurlu ve mutlu çizdi.

Ben böyle türlü türlü kasvetli düşünceler içindeyken rehberimizin süresi doluyor ve hep birlikte bir fotoğraf çektirdikten sonra, bizi bu bölümde bırakıp gidiyor. Birdenbire Louvre ile başbaşa kalıveriyoruz. Aklıma eskilerden, çok eskilerden ta çocukken izlediğim bir dizi geliyor. 80 kuşağının çocuklarındansanız mutlaka siz de izlemiş veya rastlamış olabilirsiniz. Amerikalı bir aile, çölde bir gezi için bir rehberle anlaşır. Rehber fazla para isteyince ve baba da kabul etmeyince, rehber onları bir mabedin içinde bırakıp gider. Aile mabetten her çıkışlarında farklı bir zamana ve farklı bir medeniyete yolculuk eder ve başlarına türlü türlü maceralar gelir.

İşte aynen o aile gibi kalakalmıştık mabedin içinde ve hangi tarafa gideceğimizi nereye bakacağımızı bilmiyorduk. Her çıkışta farklı bir zamana, farklı bir medeniyete çıkıyor; kâh kendimizi Mısır medeniyetinde kâh Antik Yunan'da buluyor, medeniyetler içinde kayboluyor, tekrar çıkıyor, tekrar kayboluyorduk. Etrafımız benim başlangıç düzeyindeki Fransızcamın yetmediği tasvirlerle çevriliydi ve tek kelime bir şey anlamadan, binlerce buluntu, anıt, eser arasında bir baş dönmesinin esiri olmuştuk. Sonunda Louvre Müzesi’nde aşırı dozda tarih ve kültürden ölen ilk Türk gençleri olmamak için ünlü piramitte birkaç resim çektirip kendimizi Notre Dame’ın yollarına vurmaya karar verdik.

Notre Dame deyince aklımda sadece müzikal var. Bu sene hem müzikalini izlemek hem kendisini görmek nasip oldu. Notre Dame’a gitmek için yine metroyu kullanıyoruz ama biraz uzağında inip tekrar nehir boyunca yürümeye başlıyoruz. Yol çok güzel… Paris’i güzel kılan bu nehir mi, yoksa nehri mi güzel kılan Paris bilemiyorum; ama her gün bu nehre dalıp dalıp gidebilirim Paris’te yaşasam.

Dolambaçlı yollardan sonra nihayet Notre Dame’ın sivri kuleleri beliriyor uzaktan. Yolda karşılaştığımız bir Fransız üşenmeyip bizi kapısına kadar bırakıyor. Fransız centilmenliğine bir kez daha hayran oluyoruz ve Fransızların nasıl bu kadar centilmenliğe rağmen kötü bir üne sahip olmayı başardığına anlam veremiyoruz. Ama Louvre sonrası içeriyi gezecek halde değiliz. Dışarıdan birkaç fotoğraf çektiriyoruz. Asıl kalabalık ön cephede toplanmış. Hemen ön tarafta dilek dilenen bir halka var. Kimi dilek dilemek, kimi günlük muhabbet, kimi fotoğraf derdinde… Notre Dame’da herkes yapacak bir şey buluyor. Bizi buraya bırakan Fransız’ın önerdiği restorana gidip biraz dinlenelim diyoruz. Bütün gün ayaktaydık ve bu ayaklar artık isyan halinde.  Oysa bizi bekleyen bir de Seine Nehri turu var. Ama Fransa’ya kadar gelmişiz, soğan çorbası yemeden gitmek olmaz.

Le Depart Saint Michel adlı restorana oturuyoruz. Piyanist filminin (http://www.imdb.com/title/tt0253474/) ünlü aktörü Adrien Brody’yi sanırım klonlayıp buraya garson olarak koymuşlar. Garsondan gözümü ayıramıyorum. Çok ukala ve soğuk görünüyor. Soğan çorbasından bir kaşık alıp Fransızca “çok lezzetli” diyorum. Bizden Fransızca duymayı hiç beklemeyen garsonun tavrı değişiyor. Artık çok daha sevimli ve tatlı. Elimde Louvre Müzesi’nden aldığım kitabı görüp bana “Bayan Mona Lisa” diye sesleniyor. Hatta tatlıları kendi bizzat gösterip tek tek anlatıyor. Ama yemeye vakit yok çünkü tur kaçacak. Paketlettirip apar topar çıkıyoruz ve koşa koşa Port Neuf’e gidiyoruz. Buradaki köprüde binlerce rengârenk dilek kilidi bizi karşılıyor. Keşke bir kilit de bende olsaydı, şimdi dilek dilerdim diye iç geçiriyorum. Evrene verilen rüşvetlerin sonu yok ne de olsa…

Tekneye binip yol alıyoruz. Büyüleyici, esrarlı, gizemli Seine Nehri’nde ilerliyoruz. Museu d’Orsay’e vuran dolunay ışıkları benim de bütün bedenimi yıkıyor. İleride Eiffel, ışıklarını kuşanmış, gecenin zifiri karanlığında bizi selamlıyor. Eiffel ışıklı, Eiffel yaldızlı, Eiffel pırıl pırıl parlıyor. Gözlerinin içi gülen bir çocuk gibi Eiffel. Aklıma sen geliyorsun… Sanırım bu noktadan sonra ne turda ne gördüğümü, ne turda ne anlatıldığını hatırlıyorum. Yalnızca Paris’in ışıklı gecesini, birbirinden güzel binalarını ve köprülerini aklımda seninle, kalbimde seninle geziyorum. Ne yaptığını, nerede olduğunu düşünüyorum. Şimdi tam şu an ne hissettiğini… Üzgün müsün, mutlu musun, heyecanlı mısın, aklına azıcık bile geliyor muyum?

Tam o sırada senden mesaj geliyor. Bazen aramızdaki telepatiye hiç inanamıyorum.

Şehir dışında olduğunu ve Paris’e çok yaklaştığını söylüyorsun. Ne zaman döneceğimi soruyorsun. Son gecem olduğunu söylüyorum. “Buluşalım o zaman” diyorsun. Seine Nehri’nde, ilk oturduğum ve şehrin tadını çıkardığım Alexandre Köprüsü'nde buluşmayı öneriyorum. Orada seninle oturup uzun uzun sohbet edesim var. Şehrinden bahsedesim var, bu şehrin her metrekaresinden… Görüşmediğimiz günlerden beri neler yaptığımı bir bir anlatasım var. Bu 1 senede hayatımda neler neler olduğu… Bir kitap yazmak istediğimi anlatasım var sana… Henüz aklımda şekillendiremediğim ama genel hatlarıyla artık vücut bulmaya başlamış bir kitap… Sözleşiyoruz.

Port Neuf’e nasıl geri geldik bilmiyorum artık. İçmeden sarhoş olmak böyle bir şey olsa gerek. Hemen otele dönüp üstümü değiştirmeli, İspanya’dan aldığım şarabımı kapıp Alexander Köprüsü’ne gitmeliyim. Metroya indiğimde fikir değiştiriyorsun. Çok yorgunsun. Bütün gün araba kullandın ve yarın görüşsek olmaz mı diyorsun? Olmaz. Çünkü sabah çok erkenden ayrılıyorum şehirden.  

Arkadaşları Concorde Meydanı’nı görmeye uğurlayıp tek başıma otelime dönüyorum. Aslında çok üzüleceğimi, hatta otele girer girmez hüngür hüngür ağlayacağımı sanıyorum. Olmuyor. Valizimi toplayıp yatıyorum. Hiç uyumadığım kadar rahat bir uyku çekiyorum. Kapanışlar ve bitişler insana en çok huzur veren şeylerden biridir çünkü. Sürüncemeler ise ömür törpüsüdür. Ondandır herhalde; bitişleri başlangıçlardan çok severim, çünkü sonu her zaman bellidir.

Paris bana bu kapanışı verdiği için garip, esrik bir mutluluk duyuyorum. Tıpkı güzel bir İspanyol şarabının kana yavaş yavaş karışırken verdiği o ilk mayhoş mutluluk gibi... Yavaş yavaş uyku kanıma karışıyor, ben ise geceye...

 

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı