Bir havalimanı klasiği yaşıyoruz tatil yolunda; üst baş dağılmış, eşyalar sepetlere koyulmuş, orandan burandan ses getirecek metaller çıkartılmış, ortalığa saçılmış halde her şey, devrilmiş yap-boz gibi şekil şekil parçalarımızla güvenlikten geçiyor ve temize çıkıyoruz.
Tam güvenli olduğumuz tespit edilip de kendimizi toparlayıp uçağa koşmaya başlayacakken arkamdan bir ses duyuyorum: SAÇLARIN MÜTHİŞ ABLA! Topuğumun üzerinden topaç gibi vınlayarak dönüp genç memura kocaman gülüyor; “sağol ya sahi mi” diye geveliyorum bir şey, hem şaşkın, hem mesut ve bir o kadar da komik.
Böyle başladı Mardin seyahati. Başlarken belliydi her şey. Bildiğin en güzel şey işte.
Bu ikinci ziyaretim. Uzun yıllardır bir yere açık arayla ikinci gittiğimde hep üzülüyorum. Değişimleri menfi buluyor, birçok şeyin yok edilişine tanık olarak dehşete düşüyorum ama Mardin’de bu olmadı. Bu kez üzüntüden kahrolmadım.
Sabahın 8.00’inde ayak basınca o gün tamamen kullanılabiliyor, bu ödülü yaşadığınız büyükşehirlerde asla kazanamazsınız. Arabanızı park yerinden çıkarmak bile yarım saatinizi alır. Bir İstanbullu olarak 2 günlük gezim 5 güne bedeldi.
Bizi eski-özgün-tarihi şehire aktaracak aracımıza binip de otelimize adım attığımzda bütünleşme başlayıverdi. İlk anlar buraya ayrılmalı hatta ilk gün. Eşyaları odalara attık ve deli gibi fırladık, önce kahvaltı elbet. Şöyle Mezopotamya Ovasına nazır güzel bir terasta uçsuz bucaksız boşluğa keyifle gözlerimiz yol alırken birbirinden leziz kahvaltılıkları mideye indirmek nedense çok keyifli geldi bana. Mezopotamya -MEZO ve POTAMYA- ilginç! Mezo: Ara Orta gibi bir anlam taşır, Potamya ise suların, derelerin fazla olduğu yer manasında… acaba bu sözcük böyle mi oluşmuş? Gerçi Rumca ya Potamya! Ne arar Ortadoğu’nun kıyısında… ben yine de suların daha doğrusu en eski uygarlıkların, kadim halkların, inançların, dillerin, insanların, kavimlerin bir arada olduğu “ara” ya da “orta” yer gibi kabul ediyorum. Çok dolaştırmayayım lafı, burası yaşamın, yaşamı farkındalığın TAM MERKEZİ. İşte bu merkezin en müstesna şehri Mardin’in çekirdeğinde sokaklara vurduğumuzda kendimizi, Sabancı Müzesi, Hükümet Konağı, Tarihi Kız Meslek Lisesi Binası, PTT Binası (şimdi Artuklu Üniversitesi’ne ait sosyal tesisler), ZinciriyeMedresesi, Cumbalı Ev (şimdi kafe), Cerciş Konağı (şimdi restoran) gezip duruyoruz, attığımız her adımda burnumuza çektiğimiz kahve kokusu aklımızı başımızdan alırken, her durakladığımız mağaza ve dükkanda ise ikram edilen kahveyle keyfimizi katlıyoruz. Yorulduk ya dolaşmaktan, aniden atıyoruz kendimizi İZLA ART’a. Hem kahve, hem likör hem de ev yapımı şarapla hiç ayrılmak istemiyoruz oradan, iliğimiz kemiğimiz dinleniyor, iyice zamanın dibine düşüyoruz. “Hala kaldı mı bunlar” gibilerinden bir yabancılaşma, acayip tebessümler, içinizde kıkırdayan kendiniz, bol temiz hava, her baktığınızda sizi sonsuzluğa uçuran ova! Dünyaya değiştirilmez.
Akşam olur da karanlık iner ya, yürümekten yorgun, mahsun ve karnınız acıkmışken, en güzel yemekler bekler sizi seçtiğiniz doğru adreste. Alıştıklarımızın çok dışında ama tek seferde müptelası olabileceğiniz tadımlık mezeler, babanızın şarap çanağı ve lezzetli Süryani, Arap yemekleri için yolunuza koyuluyorsunuz. Yemek kısmını uzatmak istemiyorum, zira uzatılması gereken; şahane manzara, Mezopotamya Ovası’nın ışıl ışıl gece görüntüsü ve dalan bakışlarınız olmalı. Düşüncelerinizden arınmak diyemem, düşüncelerinizin sadeleşmesi ve parazitlerin uçup gitmesi için bu mutlaka gerekli. Konumu itibariyle Cerciş Konağı tam isabet. Hem yemek de veriyorlar! Hatta şarap da ve hatta o şarap çanakta, mezeler kepçede, siz sandalyenizde, masanız hemen önünüzde, garsonlar emrinizde. Kısacası mideniz ve bütün bedeniniz bayram ediyor.
Bir gününüz daha var elbet, ya Hasankeyf ya da Midyat olabilir mi? Dönem itibariyle Midyat’ı daha uygun bularak ya da seçerek koyulduk yola, tam 60 km. Önce Deyrülzafaran Manastırı'nda molamızı veriyoruz. Deyrulzafaran Manastırı özellikle etrafındaki zeytinlik ve nar bahçesiyle beni fena halde kendine bağlıyor, açıkçası manastırın içi ve taş yapıdaki detaylar ayrı bir etkilenme unsuru iken nedense aklım nar ağaçlarında kalıyor. Kendimi ağaçlardan sıyırıp da binaya yoğunlaştığımda ömrümün ne denli kısa olduğunu anlıyorum. Bu ikinci gelişim ve tam 13 yıl yaşlanmışım ama 400 yıllık o ahşap kapı hala öyle duruyor. İnsan yaşlanıyor ahşaba bir şey olmuyor, taşlara ise hiçbir şey olmuyor. Hayret ediyorum öte yandan; inançlar neler yaptırmış insanlara, taşları yontmuşlar, tonlarca ağırlıkları ayağa kaldırmışlar, ağaçları işlemişler, Tanrı yolunda acılar çekip mutlak mutluluğun peşinden koşmuşlar. Hala da koşuyorlar.
Biz de koşuya devam ediyoruz bu kez DARA Harabelerine uğruyoruz, yıllar süren kazılar sonucu 7000 yıllık şehir, hatırı sayılır bir ebatta ortaya çıkarılmış ki gördükleriniz karşısında büyüleniyorsunuz, bu nasıl bir insan eseridir, bu neyin sabrı ve emeğidir? Yanıtı bulamıyorsunuz. Büyülenip öylece kalıyorsunuz. Su saklama alanları, şehir, mezarlıklar, toprak altından bir bir çıkarılıyor, sonunu gelecek kuşaklar görecek bu emeğin, daha nice yıllar var.
Artık Midyat’a gelmemiz lazım, aç karınlarımızı doyurmak lazım, bunun için de şöyle ağzımıza layık bir mekan bulmak lazım. Hiç adetim olmasa da bu sefer yazacağım: ÇAĞDAŞ ET LOKANTASI diyorum, tadını buraya aktaramıyorum. Yemeden anlayamazsınız. Gidin.
Karnımızı doyurduk, manastır duraklarımızın ikincisindeyiz artık, burası Mor Gabriel Manastırı. Tarihin canlı bekçilerinden biri olan devasa bir yapı. Ayrıca halihazırda aktif bir mekan, kadim Hristiyanlığın temsilcileri bu mekanda yaşıyor, cemaatlerinin yol göstericisi olarak hayatlarına devam ediyorlar, manastırın çevresi son derece bakımlı, fıstık bahçeleri, üzüm bağları var. Tabii beni etkileyen yine bu alanlar oldu. Restorasyon nedeniyle fazla “yeni” olan bu mekanı hem çok beğendim hem de çok üzüldüm. 2015 yılı için şahane ama tarihin izlerini taşıması açısından da o kadar garip. Bekçiliğini yaptığı tarih onu oyalarken mekandan çok şey çalınmış sanki. Çok yepyeni, gözü yoracak kadar yeni, maalesef bu hali tarihe pek yakışmamış. Olsun diyoruz ve bağlarından şişelere akan üzümlerinin enfes dönüşümü nedeniyle haline şükrediyoruz. Şarap, İsa’nın kanı!
Midyat sonunda ayaklarımızın altında, serseri gibi dolaşıyoruz sokaklarını, yaramaz çocuklar etrafımızı sarıp sarmalıyor, her türlü edepsizliği yapıyor veletler; çünkü burada en fazla olan şey; çocuk. Varsın bağırsınlar, varsın bacaklarınıza dolansınlar hatta sövsünler size, çocuk işte. Siz yolunuzu şehrin tarihi dokusuna ve güzelliklerine çevirin. Midyat KONUKEVİ; artık ülkemizde yaşamayan göç etmiş bir Süryani Ailesine ait bu konak Midyat’ın simgesi gibi. Avlusu, iç mekanlar, terası, balkonları ve cumbaları ile gerçekten görmeye değer. Kendinizi prenses gibi hissedebilirsiniz, ya da kral! Ya da son dönem yapıyı işgal eden dizilerin kahramanlarından biri oluverin. Hayallerinizin zaman yolculuğuna çıktığı ve gerçekleştiği bir yerleşim Midyat, yine beni benden aldı gitti.
İkinci günümüzü böyle geçiriyor ve güneşin solan ışıkları eşliğinde Mardin’e geri dönüyoruz, yine yorgunuz yine mahsun ve yine şehre aç. Çarşı gezeceğiz inatla, alışveriş yapacak, yörenin nimetlerini ele geçireceğiz. Türlü türlü badem şekerleri, kahve çeşitleri; Türk, Kürt, Arap, cevizli sucuklar, nar ekşileri, pekmez, kuruyemişler, fıstık, badem, ceviz ve sumak ekşisi. Tüm bunların en önemlisi ise şaraplar. İşin en güzel yanı ise tadımlar, tattırmadan bir şey size asla satmıyorlar, biz gayet memnunuz durumdan. Memnun, mesut, mahsun ve pembe. Ayrıntıya girmeden geçeceğim, yemeğimiz sıra gecesinde bu akşam. Müzik ve eğlence.
Son günümüze uyanıyoruz, uçağa yetişeceğiz, zamanımız az ama sona bıraktığımız Kasımiye Medresesi bizi bekler. Ucu ucuna bitiriyoruz şehri, ölümüne geziyoruz medreseyi, izin verilen heryerini adımlıyoruz çünkü burada restorasyon var. Özellikle güvenlik önlemleri restorasyonun önemli bir kısmını teşkil ediyor. Coğrafyanın tipik mimarisini burada da görebiliyoruz ama biraz daha farklı. Artuklu-Türkmen mimarisi, Selçuklu tarzına benziyor. Hep çok sevmişimdir bu tarzı. Yalın, zarif ve ölümsüz. Doğum ve Ölüm sürecinde biriktiğimiz sonsuzluk, su, yansımalar ve tasvirler.
Daha ne mi var? Mis kokulu Süryani çörekleri (ikliçeler), peksimetler, el yapımı saf sabunlar, sürmeler, mırra ile kendine gelmeler, zerafetin en mükemmel temsilcisi telkâriler, altın, gümüş ve bakırlar.
Mekanları bitiriyor duygularımızı ise ölümsüzleştiriyoruz. Neler verilmez bu anlar için, yaşananlar için. Binlerce yürek ilk heyecanla atarken şehirde, kim bilir kaç başka yürek bilecek hissettiklerinizi.
Mardin bu, kaç kere anlattım, anlatmaktan hiç bıkmadım. Sevmekten de asla vazgeçmeyeceğim.