Yozgat’ın bozkırında öğretmenlik yaparken Mardin’in sıcaklarına savruluyorum. Vatani görevim dolayısıyla askerliğimi geçirdiğim bu şehri, bu uzak şehri, yakından tanıma fırsatı buldum. İstanbul için eskiden beri söylenen “taşı toprağı altın şehir” ifadesini Mardin için şu şekilde kullanmak mümkündür: Taşı toprağı tarih kokulu şehir…
Eşekten çöp arabası olur mu?
Mardin artan nüfusuyla beraber yerleşim olarak da ikiye ayrılmış. Yeni şehir (Mardin) olarak tabir edilen kısımda yeni yerleşim alanları, apartmanlar, alışveriş merkezleri, bankalar, parklar ve eğlence merkezleri hep buraya toplanmış. Şehrin sürekli gelişen, büyüyen kısmı da burasıdır zaten. Asıl Mardin, eski Mardin olarak tabir edilen dağın sarp eteklerine kurulan şehirdir. Kavisli, dolambaçlı yollardan ilerleyen arabamız adeta tırmanır dağa. Bir yanımız uçurum… Evlerin pencereleri, balkonları sonsuz gibi uzayan boşluğa açılıyor. Aşağılarda Mardin ovası… Mardin ovası o yükseklikten bakılınca sis tarlası içinde ya da bulutların içerisinde yitip gitmiş gibi görünüyor. Eski Mardin’de trafiğin akışını sağlayan tek cadde var. Şehir içi diye tabir edebileceğimiz dağın yukarı eteklerine araçla çıkılmıyor. Her biri abbara denilen bir nevi kemerli sokaklardan geçerek ilerlemek durumundayız. Bu sokaklarda yük taşıma, eşya taşıma, tüp taşıma hatta çöp taşıma işi dahi belediyeye ait eşek ve katırlarla yapılıyor. Belediyenin kayıtlı eşekleri aracılığı ile mahallelerin çöpleri taşınıyor. Bu ilginç ayrıntı insanı gülümsetirken böylesi bir çözümün bulunması da ayrı bir keskin zekânın ürünüdür diyerek seviniyoruz.
Bu sokaklardan ilerlerken önümüze çıkan bir belediye görevlisinin eşeğini zapt etmeye çalıştığını görüyoruz. Eşek huysuzluk yapıp sırtındaki çöpleri devirmiş, adamcağız da eşeğin başında hem söyleniyor hem de çöpleri yeniden yüklemeye çalışıyor.
Şahtana dedikleri bir konak
Evet, Mardin eşittir tarih-kültür demek pekâlâ mümkün… Biraz da bu şehrin eşsiz mimari eserlerinden bahsedelim.
Şehir merkezinde (ki çoğu eser I. Caddede sıralanmıştır neredeyse) şimdilerde PTT binası olarak kullanılan Şahtana Ailesi Konağı eşsiz taş işçiliği, kavisli, nişli kapılarıyla göz zevkini doruğa çıkartan bir yapı… Mimar Lole’nin yaptığı bu konakta gezmek insanın tarihin aydınlık koridorlarında gezmesi gibi… Mardinli şair-yazar Mungan’ın ifade ettiği gibi efsunlu, sırlı, cinli bir şehir Mardin. Hemen her evin konak biçiminde inşa edildiğini düşünecek olursak, bunun maddi güçle çok da bir ilgisinin olmadığı, bunun insanların yaşamdan zevk almalarıyla ilintili olduğu sonucuna varıyoruz. Şahtana Konağının PTT binası olarak kullanılması da ayrı bir garabet…
Şehrin en belirgin sembolü ise Mardin Kalesi… Şehre hâkim bir tepeye kurulan kale tarihte hiçbir zaman ele geçirmemiş. Milli mücadele yıllarında Fransız işgali altınayken bile adımını içeriye atmamıştır Fransızlar… Şehrin koruyucu gücü olarak nitelendiriliyor kale, anlayacağınız. Mardin Kalesinden şehir izlemek ayır bir güzellik… Buraya çıkacaklar mutlaka beş on dakika şehri buradan seyretmeli, şehrin ruhunu içine çekmelidir derin derin…
Şahtana Konağı'nın arka tarafında, bir biri ardına gelen eşsiz yapılar zinciri karşılıyor bizi. Şehidiye Medresesi bunlardan biri… 13. yüzyılda Artuklu hükümdarı Nasuriddin Artuklu tarafından mimar Lole’ye yaptırılan medresenin mimarisi kadar minaresi de ilgi çekici…
Kilise ve medrese yan yana
Zinciriye Medresesi, Sıttı Radiye, Artuklu Kervansarayı, Kırklar Kilisesi, Mor Behram Kilisesi, şehrin biraz dışındaki Kasımiye Medresesi ve Deyrüzzaferan özellikle gidilip görülecek şahane tarihi yapılardır.
Hemen her medresenin iç avlusunda insanın doğumundan ölümüne gidecek yolu anlatan sembolik bir su arkı görmek mümkün. Suyun çıktığı kaynak elest bezmini, akarak biriktiği küçük havuz hayatı, oradan da akarak suyun geçip toplandığı büyük havuz mahşeri simgeliyor.
Tarih boyunca sadece Süryani din adamı değil tarihçi, tıpçı, telkari ustası da yetiştiren Deyrüzzaferan Manastırı şehrin bir başka sembol mekânı… Halen faal bir manastır burası; kilisede ayin icra ediliyor, öğrenciler barınıyor ve Süryani ilahiyatı öğretiliyor.
Yine şehir merkezine dönelim, yokuşu tırmanıyoruz. Bakırcılar Çarşısına gideceğiz. Burada hemen her tür ev eşyasının bakırdan yapılmış şeklini bulmak mümkün. El emeği verilmiş göz nuru dökülerek yapılmış bakır cezveler, sürahiler, fincanlar, bardaklar, misinler, leğenler, sahanlar, siniler, tepsiler… Bakır üzerine işlenmiş Şahmeran motifli birçok farklı tablodan da bulmak mümkün…
Bakırcılar Çarşısının bir ucu şehrin merkez camii olan Zincirli-Ulu Camiye diğer ucu Ayyar Çarşısına çıkıyor. Ayyar çarşısı tam bir cümbüş yeri, tam bir pazaryeri… Peynirin onlarca çeşidi, çökelek, tereyağı gibi süt ürünlerini taze taze bulmak mümkün burada… Sadece bu mu? Değil elbette… Bin bir şifalı otun bulunduğu aktarlar, terziler, keçeciler, hallaçlar, köşkerler hep burada… Ayyar çarşısından şirin bir abbaraya girerek çıkıyoruz. Bu girift sokaklarda güvercin oymalı demir ya da tahta kapılı onlarca ev var. Şehir işte burada saklı aslında… Eski Mardin’de hemen hiç apartman yok… Çoğu iki katlı olan bu taş oymalı evlerde yaşıyor halkın büyük bir bölümü…
Abbaranın varacağı noktalardan biri Ulu Cami… Ulu Cami, diğer adıyla Zincirli Cami, Bursa Ulu Cami kadar ihtişamlı ve büyük bir yer… Aynı zamanda sakalı şerif’in bulunduğu bu cami, özellikle Ramazan ayında çok sayıda insanı ağırlıyor. Biz de efendiler efendisinin sakal-ı şerifi önünde tazimle duruyoruz. İki rekât tahiyyatü’l mescit namazı kılıp dua ediyoruz.
Zincirli Caminin bir de ilginç hikâyesi var: Taşın oyulmasıyla, yontulmasıyla inşa edilen bu şehirde vakt-i zamanında yılanlar ve akrepler dadanmış. Halk yılan ve akrep sokmasından sıcak yaz gecelerinde uyuyamaz olmuş. Bunu üzerine şehrin Uluları, yani Süryanilerin, Ermenilerin, Arapların, Kürtlerin, Türklerin… Hak dostları, bir araya gelmiş. Uzun ve kalın bir zincirin üzerine herkes kendi itikadınca okumuş, üflemiş, dualar etmiş. Daha sonra bu zincir caminin bir minaresinden diğerine çekilmiş. Bir kalkan olsun diye şehrin üzerinde. Zincirin çekilmesinden sonra akrep ve yılan sokmaları bitmiş, halk rahat bir nefes almış… Yakın zamanlarda kopan zincir bir daha yerine takılmadığı için de tekrardan akrep ve yılan sokmalarının ortaya çıktığı da halk arasında dolaşan bir söylenti…
I. Cadde üzerinde bulunan Şeyh Çabuk Türbesi ve Camii de görülmeden gidilmeyecek bir yer… Bir şehri gezmeye belki de ilk başlanacak yerler buralar olsa gerektir: Şehrin manevi dinamiklerine uğramak, onlara dua etmek ve Allah’tan hayır istemek için bu Uluları aracı kılmak ne güzel…
Halkın Şeyh Çabuk dediği zat aslında peygamber efendimizin postacılarından Abdullah b. Enes El Cüheyni’dir. Tebliğ için dört bir yanına dağılan sahabelerden birisidir o da. Türbe caminin hemen giriş kısmanda yer almakta. Bir makfesin içinde yer alan kabr-i şerife selam verip yanaşıyor ve ardından susuyoruz.
Tüm bu mekânları bir günde gezmek elbette mümkün; ancak şöyle dura dinlene şehrin ruhunu eme eme gezmek isteyenlere iki ya da üç günlerini ayırmalarını tavsiye ediyorum.