Romanya’da yaşadığım son dört yıl en yakın arkadaşım Estonyalı olunca bu sene Estonya’ya gitmek farz oldu. Bir de üstüne üstlük ben Polonya’ya taşındığım ve o ise Romanya’da kalmaya devam edeceğinden bizim için ayrılık zilleri çalmaya başlayınca son kez felekten birkaç gün çalalım istedik galiba, kim bilir.
Romanya’dan arabayla 4 gün süren taşınma işlemimiz sonrası eşyalar henüz ulaşmadığından aradaki 5 günü fırsat bilip Varşova’dan Tallinn’e uçtum. Avrupa Birliği’nde olan bir ülkeden Avrupa Birliği’nde olan diğer ülkeye uçmak ne kadar güzelmiş, unutmuşum, ne pasaport kontrolü ne de herhangi bir kontrolden geçiyorsunuz.
Romanya hâlâ Schengen’e dâhil olmadığı için oturum kartımız başka ülkede geçmiyordu. Araba ile de aynı şey söz konusu gerçi, bir kez Schengen sınırları içerisinden bir ülkeye girdiniz mi başka bir sınır kapısı kontrolü olmuyor.
Uçak, Tallinn’e doğru alçalmaya başladığında camdan dışarıya baktığınızda modern binaların arasında sıkışmış küçücük Old Town ben buradayım diyor. Dünyanın en iyi korunmuş nadir Old Town’larından biriymiş.
Bu sefer çok şanslıyım çünkü son zamanların popüler turizm akımı olan lokal turist rehberi ile gezmeyi, arkadaşım sayesinde en doğal haliyle yapacağım. Helen, doğma büyüme Tallinnli ama o da benim gibi birçok farklı ülkede yaşamış. Tüm ailesi Tallinn’de hatta zaman içerisinde hepsi birbirlerine komşu olmuşlar. Anne babası ve kız kardeşinin evleri kendi evleriyle aynı sitede, diğer kız kardeşi ise en fazla 5 dakika mesafede oturuyor.
Tallinn’in sayfiye bölgesi Kakumae’de oturuyorlar ve evleri denize çok yakın. İlk gün öğleden sonra vardığımdan sadece deniz kenarına doğru bir yürüyüş yapıyoruz amacımız Old Town’a tam bir gün ayırmak. Deniz yosun kokuyor, Helen kırmızı bayrağı gösterip “denize girmek yasak aslında ama insanlar umursamıyorlar” diyor kızgınlıkla, zehirli bir yosun türü kıyıları kaplamış ve insan sağlığına zararlıymış, hah diyorum içimden “hiç de yabancı değilim bizde de bangır bangır girmeyin diyorlar, dinleyen kim” :)
Sabah uyanıp bahçede güzel bir kahvaltıdan sonra Old Town’a hazırım. Bu arada hava 32 derece ve benim kaldığım 4 - 5 gün hep aynı derecedeydi ki, bu neredeyse Estonya için olağanüstü bir sıcaklık. Eeeee, bu da benim şansım.
Araba ile Old Town’un altına park ediyoruz, park alanında da eski antik taşlar olduğu gibi tutulmuş ve ışıklandırılmış, çok hoşuma gidiyor.
Tallinn'in Gezilecek Yerleri
Eski adı Reval, yeni adıyla Tallinn; 13 ve 16. yüzyıllar arasında inşa edilmiş üçgen çatılı rengârenk evleri, taş sokakları, yarı gizlenmiş avluları ve muhteşem güzellikteki kiliseleri ile tam bir Ortaçağ kasabası. Ayrıca hiç zarar görmemiş şehri çevreleyen duvarlar ve neredeyse şehre masalsı bir hava katan kuleler aynı yapıldığı günkü gibi sapasağlam duruyor.
Tallinn Old Town
Old Town iki alana ayrılmış; alt ve üst kasaba diye (Üst tarafa aynı zamanda Toompea da deniyor). Bu iki yer çağlar önce aslında birbirinden kapılar ile ayrılan iki farklı şehirmiş. Alan o kadar küçük ki insanın inanası gelmiyor. Üst taraftan Tallinn’i çepeçevre saran gökdelenleri, yüksek binalar ile çevrili alanları ve denizi görebilmek mümkün. Aşağı taraf ise (All-linn) UNESCO tarafından 1997’de Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış.
1944 yılında Sovyetler Old Town’un Harju Caddesi’ni bombalamış ve bu durum binlerce kişinin ölmesine ve 5.100 adet evin harap olmasına sebebiyet vermiş. Bir gecede yaklaşık 20.000 kişi evsiz kalmış ve bu saldırıyı yaptıklarını hep reddetmişler işte bu yüzden Estonyalılar bunu unutturmamak için Old Town girişine yazıyı ve anıtı koymuşlar.
Kohvik Cafe: Marzipan yemeden dönmek olmaz!
Sokaklar o kadar güzel ki, taş yollarda yürüyüp çocuksu bir neşe ile etrafıma bakıyorum. Bu arada Helen beni bir kafeye çekiştiriyor. Kohvik Cafe, marzipan’ları (badem ezmesi) ile ünlüymüş, küçükken Helen için bu dükkâna gelip istediği şekildeki marzipan’ı almak çok önemliymiş, gerçi ben de küçük biblo gibi yapılmış rengârenk boyanmış marzipan’ları görünce anlıyorum onu. İnsan bunları yemeye kıyamaz. Muzipliğine bana kedi, eşime de futbolda Estonya’nın maskotu olan marzipan’ları alıyor.
Antik dükkânlar, envai çeşit amber satan hediyelik eşya dükkânları çok ama çok şirin. Öğle vakti yaklaşınca Helen bana daha önce defalarca denemelerine rağmen yer bulamadıkları bir restorandan bahsediyor, “hadi” diyorum “Estonya 32 derece bende bu şans varken biz orada da yer buluruz”.
Leib Restoran şehrin bir kulesinin dibine kurulmuş, bahçesine masa sandalyeler atılmış hoş bir restoran ve hakikaten şansımıza da yer var. Üzerlerine kürk atılmış sandalyeleri olan ağaç altındaki güzel bir masaya kuruluyoruz. Helen hem yer bulabildiğimize şaşkın, hem de bana burayı gösterebildiği için mutlu. Kutlamak için birer kadeh prosecco’muzu ısmarlıyor.
Allah’ım başlangıç için gelen siyah Estonya ekmeği ve üzerine sürülen tereyağın tadı beni benden alıyor, bu nasıl bir lezzet. İşte Estonya ekmeği bağımlılığım galiba burada başlıyor, bundan sonraki 4 gün her türlüsünü deneyeceğim. Helen bu ekmeğin içerisine değişik tohumlar konulduğundan, hatta marihuanalı bile olduğundan bahsediyor. Ben karabuğdaylı bir yemek, o ise bir balık seçiyor. Garson hemen bu yemekler ile gidecek şarabı öneriyor hakikaten de yemek bu şarapla damakta mükemmel bir tat bırakıyor. Arkasından Rabarbşarabı (Ravent) içmem gerektiği konusunda yeterince telkin alınca bir de onu deniyorum, Estonya’da bu bitkiden kek bile yapıyorlar o yüzden denemeniz lazım. En son creme brulée ve kahve ile yemeğimizi taçlandırıp son derece keyifle restorandan ayrılıyoruz :) Daha gezecek çok yer var.
The Three Sisters Hotel
Azıcık uzaklaştığımız merkeze doğru dönerken birçok hediyelik eşya üzerinde hatta koleksiyonuma katmak için aldığım cam kürenin içerisindeki The Three Sisters Hotel’in önünden geçiyoruz.
Aslında 1362 de inşa edilmiş bu üç yan yana evi 2003 yılında Kolm Öde Oteli alıp butik otel haline getirmiş, sonrasında da UNESCO’nun Tarihi Miras Listesi’ne girmiş. Otelin içerisindeki eski şehrin duvarları aynen korunuyormuş aynı otoparktaki gibi.
Toompea Bölgesi
Toompea yani şehrin üst tarafında, Toompea Kalesi, St. Alexander Nevsky Katedrali ve Dome Kilisesi görülecek yerlerden. Katedral tamiratta olduğu için içine giremiyoruz ama resimlerini çekiyorum. Rus katedraliymiş, Helen Estonya nüfusunun %25’inin Rus olduğunu söylüyor bu arada. Estonyalılar da ne çektilerse Ruslardan çekmişler tarih boyunca.
Dome Kilisesi’nin önündeki Bishops Garden biraz ilerideki Danish King’s Garden Tallinn’in güzel görüntülerini fotoğraflayabileceğiniz yerler. Defalarca el değiştirmiş buraları; ya Danimarkalılar, ya İsveçliler ya Ruslar bir almış bir kaybetmişler o yüzden de Old Town tam bir labirent gibi olmuş.
Danish King’s Garden (Danimarka Kralının Bahçesi) ve Short Leg Gate Tower (Kısa Bacak Kule Kapısı) yüzyıllarca alt kasabayı Toompea’dan ayrı tutmuş. Geceleri kapı kilitlenirmiş ki Toompea’da yaşayan üst düzey halk, alttaki avam halktan rahatsız olmasın.
Ayrıca burasının hayaletli olduğuna dair de bir hikâye yüzyıllardır anlatılıyormuş, öyle ki burada idam edilmiş siyahlar giymiş bir keşiş ve aslanın dolaştığı halk arasında o kadar anlatılmış ki, bugün devasa büyüklükte keşiş heykelleri var bahçede. Harry Potter filmindeki kötücül ruhları hatırlatıyor insana.
Maiden Tower
Maiden Tower (Kız Kulesi) ise eski çağlarda hayat kadınlarının hapishanesi olarak kullanılırmış. Hikâyeye göre çirkin bir hayat kadını ile şeytan bir anlaşma yapmışlar. Kadının güzel olması karşılığında şeytan kadının ruhunu ele geçirmiş. Kadın böylece birçok erkeği rahatlıkla elde edebilir olmuş ama tarihin o karanlık zindanlarında bu kez erkekleri kandırdığı için büyücü ilan edilip idam edilmiş. Bugün hâlâ bir erkek sesinin kuleden duyulduğu söyleniyor gerçi bunu üst kattaki kafede çalışanlara da sormak lazım :) Şehir efsanelerini her zaman duymaktan ayrı bir haz almışımdır, siz de sever misiniz?
Kiek in de Kök
Şehrin duvarlarını gözetlemek için yapılmış topların ve silahların olduğu kulelerden biri ve 3 kuleye daha geçitler ile bağlı, bu turu mutlaka yapmalısınız. İsmi de çok matrak “peek into the kitchen” yani 38 metre yükseklikteki kuleden, o dönemde mutfakta yemek yaparken bile düşmanlarını görebildiklerini belirtmek için konulmuş.
Kiek in de Kök; 1483 yılında inşa edilmiş, 1710 senesinde Bastion Passages denilen gizli geçitler inşa edilerek 1310 yılında yapılmış olan Maiden Tower’a bağlanmış.
Kiek in de Kök’ün içi hakikaten muhteşem her katta videolu tanıtımlar eşliğinde şehrin duvarlarının ve kulelerinin yapılışı anlatılıyor. En üst kat ise muhteşem yuvarlak bir alana çıkıyorsunuz bir bar/kafe var tam ortada ve kulenin şeklinden ötürü 360 derece dönen alanda farklı yöne bakan her bir cam, size farklı görüntüler sunuyor. Tepedeki taş küre ise ürkütücü büyüklükte.
Kiek in de Kök’de kafe çalışmıyordu ama Maiden Tower’daki kafe ortada dolaşan ruhlara rağmen açık :) Kahvemizi alıp terasa ya da aslen geçit kısmına geçiyoruz, aşağıda dolaşan turistleri izlerken keyifle kahvelerimizi yudumluyoruz. Dekoratif amaçlı konulmuş at kafaları, geçide enteresan bir hava katmış.
Turun sonunda tarihte değişik yıllardan taş oyulmaların toplandığı müzeye de uğruyoruz. Çok büyük değil ama dışarının yakıcı sıcaklığında klimalı nadir yerlerden ayrıca oymalar da çok güzel. Nadir diyorum çünkü Estonya her zaman soğuk bir ülke olduğu için klimaya rastlamak çok zor.
Old Town’da kuleler hariç toplamda 20 tane de kilise var ben hepsinin içini tek tek görmedim ama eminim bu küçücük yerde önünden en az bir kere hepsinin geçmişizdir.
Town Hall Square
Atlamamanız gereken diğer bir yer de Avrupa’nın en eski eczanesinin olduğu Town HallSquare. Düşünün ki kasabanın merkezi 1322 de kurulmuş eczane ise 1422’den beri orada ve hâlâ ayakta.
Old Town’un etrafında 4 kilometre uzunluktaki duvarda tam 46 kule, 8 kapı varmış. Hepsine çıkmak mümkün değil ama çıkabildiklerinize çıkın geri kalanları dışarıdan keyifle izleyin derim.
Toompark
Helen, Old Town’a bir de dışarıdan bakmamı ve şehrin etrafının çevrildiği duvarları görmem için beni Toompark’a götürüyor, dolaşırken bir yandan da çocuklarını büyütürken bu parka ne kadar çok geldiğinden bahsediyor.
Toompark, Old Town ile yeni şehir arasına sıkışmış yemyeşil bir park, içindeki gölette eski çağlarda kalelere düşmanların erişmesini engellemek üzere yapılmış hendekler gibi şehir duvarlarının ilerisinde duruyor.
Tabelayı okuyunca hakikaten de 1760’da şehri korumak için bu alanın kazıldığını öğreniyorum. Park, Old Town’u gezip şehrin büyülü görüntüsü eşliğinde ayaklarınızı dinlendirmek için ideal bir yer.
Estonya’yı ziyaret etmeyi planlıyorsanız temmuz ya da ağustos ayları en iyi zamanlar ama yine de ben gitmeden bir hafta evvel 12 dereceydi, şansıma ben çok sıcağa hatta olağanüstü sıcağa denk geldim ki.
Tallinn Açık Hava Müzesi
Güzel bir sabaha uyandıktan sonra ayağımıza en rahat ayakkabılarımızı giyip Tallinn Açık HavaMüzesi’ne yollanıyoruz. Bükreş’teki açık hava müzesini her zaman çok sevmiş ve her gelen misafirimi mutlaka götürmüşümdür çünkü evlerin tarih içerisindeki gelişimi bulunduğunuz ülkenin kültürü ile ilgili muazzam bilgiler verebiliyor.
Estonya’daki eski köy ya da çiftçilerin hayatını anlamak için görülmesi gereken yerlerden biri de bu yüzden mutlaka; Tallinn Açık Hava Müzesi (Vabaöhumuuseumitee). Burada Estonya’nın çeşitli bölgelerinden tarihte farklı zamanlarda yapılmış 70 adet; içlerinde kilise, yel değirmeni, balıkçı kulübesi olan ev var. (Linki: https://evm.ee/eng/home)
Koskoca bir ormanın içerisine kurulmuş Açık Hava Müzesi’ni gezmek aslında doğada yürüyüş yaparken arada bir gördüğünüz binaları incelemek gibi. En çok hoşuma giden, evlerin içerisinde eski hayatı canlandırmak için çok zengin dekorasyon malzemesi kullanmaları ve bazı yerlerde içeride gerçekten hayat varmış gibi koymuş oldukları seslendirme.
Bir evin içerisindeyken Helen ile birbirimize bakıp çocuk seslerinin nereden geldiğini anlamaya çalıştığımızda keşfettik biz de. Kalabalık bir turist grubu ile dolaşıyorsanız belki duymanız çok zor olabilir çünkü her kafadan bir ses çıkabiliyor, bir de rehber sesini herkese duyurmak için genelde bağırıyor oluyor ama biraz geride kalıp dinlemeye çalışın. İnsana huşu ve o zamanki hayatın içerisine hayalde de olsa dalmanızı sağlayacak bir his veriyor. Evlerin ahır bölümlerine ise gerçek boyutlarda hayvan resimleri koymuşlar bu da resim çektiğinizde hakikaten orada o sırada hayvanlar varmış izlenimi veriyor.
Diğer çiftçi evlerinden en farklı olan ise bence balıkçı kulübesiydi. Estonyalılar için deniz; onlara yiyecek sağlayan en önemli kaynaklardan biri. Estonyalı balıkçı ailelerin güzel bir deyişi varmış; “Deniz hem alır hem verir, hem ayırır hem de birleştirir”. Eski çağlarda balıkçılar neredeyse tam bir sezon boyunca avlanmak için Finlandiya kıyılarına giderlermiş, gittiklerinde aileleri onlara ait kıyafetleri ya da özel eşyalarını evlerine asarlarmış ki, sevdikleri çabuk ve sağ salim gelsin.
Öğlen olup da acıkınca gelenekselEstonya yemeği için parkın içerisindeki Kolu Körts’e gidiyoruz.
Helen; mulgipuder, kamavaht ve kaerahelbeküpsised ısmarlıyor.
Birinci yemek yine tereyağlı Estonya ekmeği eşliğinde patates püresi üzerinde bacon parçaları, yanında taze salatalık turşusu ve Estonyalıların olmazsa olmazı sour cream (ekşi krema).
Kamavaht ise içinde bezelye, kavrulmuş arpa ve çavdar olan bir unla yapılıyormuş hatta markette de pakette un halinde satılıyor, üzerine de reçel ya da sos ile servis ediyorlar.
Son telaffuzu zor olan ise, Helen’in çocukluğundan beri çok sevdiği bir kurabiyeymiş, Kamavaht’ın tadı ilginç ama değişik tatlardan hoşlananlar deneyebilir bence.
Açık Hava Müzesi’ne giriş 7 euro, aile ise 14 euro, eğer çocuklarınız var ise ve HayvanatBahçesi’ne de gidecekseniz 17 euro’ya ikisine beraber bilet alabiliyorsunuz. Hayvanat Bahçesi’ndeki kutup ayıları ise bu senenin atraksiyonuymuş. Ben şahsen hayvanları kapalı yerlerde görmekten hoşlanmadığım için hayvanat bahçelerine gitmiyorum ama Helen, hayvanat bahçesinde yaşam alanlarının gerçekten büyük olduğundan bahsediyor.
Kalamaja Bölgesi
Öğleden sonrayı Kalamaja bölgesine ayırdık. Kalamaja “Balık Evi” demekmiş ve bölgedeki tüm sokak isimleri de balık ve balıkçılık ile alakalıymış.
Örneğin Köie ip, Kalaranna balık plajı demekmiş. Eskiden öğrencilerin, bohem artistlerin yaşadığı ucuz bir semtken son yıllarda trend olunca emlak fiyatları da tavan olmuş. Helen bölgede en hoşuna giden yerin Telliskivi (Linki: www.telliskivi.eu/en/) olduğunu söylüyor, burası eski bir tren yolu garı iken bugün restoranların, barların, değişik tasarım dükkânlarının bulunduğu bir mekân haline gelmiş. Aynı zamanda birçok konsere ya da etkinliğe de ev sahipliği yapmaya başlamış.
Tallinn'de Yeme-İçme Molası
İlk önce artık bağımlısı olduğum Estonya ekmeğinden almamız lazım. Ev yapımı ekmek hazırlayan bir dükkâna gidip ertesi sabah kahvaltıda yiyeceğimiz ekmeklerimizi Muhu Pagarid’den (https://muhuleib.ee) alıyoruz. Ben Polonya’ya dönerken de yanımda getirdim ve buzdolabında tutarsanız da uzun dayanıyormuş gerçi bizde iki günde bitti, eşim bile bu ekmekten başka bir şey yemeye gerek yok diyerek tamamını yedi diyebilirim.
Kahve molasını verdiğimiz dükkân Homeart (Linki: https://telliskivi.cc/en/foods/homeart/) bir ev dekorasyon dükkânı, aynı zamanda çok hoş objeler var ama el çantası ile uçtuğum için ben alamıyorum.
Tren vagonlarının restorana, terasların bara döndüğü, gençliğin ise bölgeye aktığı enteresan bir yer burası. Kaçırmayın derim.
Akşam için ise Umami Restoranı seçtik bu kez (Linki: http://www.umamiresto.ee). Helen ailecek bahçesi büyük ve güzel olduğu için ama öncelikli olarak yemekleri çok lezzetli olduğu için bu restoranı seçtiğini söylüyor. Kocaman bir bahçede iki katlı bir villa restoran haline getirilmiş ama elma ağaçları ile kaplı bahçede yemek yemek keyifli, yemekler ise olağanüstü.
Genelde ikimiz de spor yaptığımız için sağlıklı ve çok yememeye özen gösteriyoruz ama burada kendimizden geçip hem başlangıç hem de ana yemek söylüyoruz. Yediğim ördek; sushi pirinci ile hazırlanmış zencefil soslu acayip bir şey. Yine yemeğe uygun önerilen bir kadeh şarap, yemeğin tadını damağınızda ölümsüzleştiriyor. Helen’ın ısrarı ile birkaç schnapss da deniyorum. Kahveye yerimiz kalmıyor, araba ile gitmek yerine yediklerimizi eritebilmek için gerisin geriye 7 kilometre yürüyoruz ama bol kahkahalı bize ileride andıkça güleceğimiz bir anı olarak kalacak bir akşamı daha geride bırakarak.
Kadriorg Park
Estonyalı arkadaşım Helen ile Tallinn ve çevresi turumuz devam ediyor. Şehir merkezinden sadece birkaç dakikalık uzaklıkta olan Kadriorg Park (http://www.kadriorupark.ee) ve içerisindeki Rus Çarı Peter’ın kendi ve ailesi için yaptırdığı yazlık Kadriorg Sarayı, Tallinn’de görülmesi gereken yerlerden.
Kadriorg Park: Rusların 1710 yılında ülkeyi İsveçlilerden almalarıyla Estonya’da çarlık dönemi bütün ihtişamı ile başlamış ve yaklaşık bundan sonraki iki yüzyılda devam etmiş. 1718 de yazlık bir saray inşa edilmesi emri veren çar, aslında burayı karısı Cathrine için yaptırmış. Estonya dilinde Kadriorg; “Cathrine’s Valley” yani Cathrine’in Vadisi anlamına geliyor. Çar Peter’ın ölümünden sonra ailenin yazları saraya geliş gidişi giderek azalmış ama Estonyalı gelir seviyesi yüksek olan kişilerin bu bölgeye ilgisi hiç azalmamış. Hâlâ da bu bölgede oturuyor olmak bir prestij göstergesiymiş.
Estonya’nın bağımsızlığını ilan ettiği ilk periyot olan 1918 - 1940 parka bir de Başkanlık Sarayı eklenmiş.
Mikkel Museum
Parkta beni öyle acayip etkileyen bir şey olmadı ama sadece bir yer ile son derece gurur duydum orası da, Mikkel Museum (https://www.visitestonia.com/en/mikkel-museum). Helen’ın soyadı da Mikkel, eşinin büyükbabası yıllarca topladığı sanat eserlerini belediyeye bağışlayınca Kadriorg Parkı’nın içerisinde küçük bir bina onun adına tahsis edilmiş. Müzede bir de Nikolai Kormashov’un Hristiyan ikonaları sergileniyor.
Hava hala 32 - 34 derece arası seyrediyor parkın girişinin sol tarafında kalan Mon ReposRestoran’da (http://www.monrepos.ee) ufak bir aperatif ile prosecco’larımızı yudumladıktan sonra biraz aile ile vakit geçirmek için eve döneceğiz. Helen’ın anne ve babası az İngilizce konuşuyorlar ama muhabbetimiz süper, o kadar tatlılar ki.
Haapsalu
Keyifli bir akşamdan sonra bu kez hedefte Haapsalu var, Tallinn’den yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta araba ile yaklaşık bir saatlik yolculuk sonunda varıyoruz. Günlerden pazartesi olduğu için etrafta çok az insan var küçücük bir yere benziyor. Bu sessiz deniz kenarı kasaba aslında tarihi bakımından çok zenginmiş. Ayrıca ılık suyu yüzmek ve çamur banyoları ile ünlüymüş. İlk durağımız Episcopal Kalesi kalıntıları.
Yine bir hayalet hikâyesi var tam da benim bayıldığım tarzda, hüzünlü bir aşka dayalı. Kalenin içindeki manastırın tam üç adet penceresi var ancak sadece bir tanesinde her ağustos ayında görünen beyazlar içindeki bir kadının hikâyesi bu seferki hikâye. Adı “White Lady”yani “Beyaz Kadın/Bayan” nasıl derseniz. Hikâye ise şöyleymiş, kaleye kadınların girmesinin yasak olduğu dönemlerde oradaki papazlardan biri ile kasabada yaşayan bir genç kız birbirlerine âşık oluyorlar. Birbirlerinden ayrı kalamayacaklarını anladıkları bir noktada delice bir fikir ile kızın erkek kılığına girerek kilisenin korosuna katılmasına karar veriyorlar, ta ki kızın kimliği ifşa olana kadar. Bu arada da yasak aşklarını bütün heyecanı ile yaşıyorlar. Ama bir kadının aralarında olduğunu anlayan baş piskopos, papazı açlıktan ölmek üzere zindana atarken genç kadını ise manastırın duvarlarına astırıyor ve günlerce zavallı kadının çığlıklarını, bağırışlarını dinliyorlar, gün gelip de ortalığa bir sessizlik hâkim olana kadar. Bugün de kadının ruhunun aşkın ölümsüzlüğünü kanıtlamak ister gibi ve hâlâ aşkına ulaşmak için orada göründüğü söyleniyor.
Böyle bir ışık efektinin nasıl oluştuğu ise hâlâ bilinmiyor. Belli bir yüksekliğe ulaşan ayın yansıması üç pencereden birine vurduğunda görünen görüntü belki de o zamanki mimarların ya da papazların planladığı bir şeydir, kim bilir? Ama böyle hikâyeler ölümsüz aşklar üzerine hayal kurmamızı sağlıyor gibi.
Deniz kıyısında güzel bir yürüyüşten sonra Wiigi Kohvik’de (http://www.wiigikohvik.ee) harika karidesli bir salata yiyoruz ve kasabanın ana caddesine gidiyoruz. Sağlı sollu küçücük dükkânlar, hediyelik eşyacılar, pizzacılar çok şirin. Tallinn için gerçekten iki gün yeterli ama fazladan gününüz var ise Haapsalu ya da çevredeki kasabaları siz de benim gibi deneyimleyebilirsiniz.
Ben arkadaşım sayesinde doya doya bir 4,5 gün geçirdim, darısı siz gezginlerin başına.
Yazı ve fotoğraflar: Banu Demir
Instagram: banuyollarda