Lizbon’un İstanbul’a bu kadar benzeyeceğini hiç ummazdım. Ancak çok benzediklerini söylemeliyim. Lizbon’da hiç yabancılık çekmeyeceksiniz.
Atlantik okyanusundan 13 km içerilere giren Tejo nehri şehrin içinden geçiyor. Nehrin iki yakası 25 Nisan ve Vasco de Gama köprüleri ile birbirine bağlanıyor. Bu konumu nedeni ile İstanbul Boğazı ile benzeşiyor.
Portekiz yeşil pasaporta da vize uyguladığı için bu ülkeye biraz da tepki amaçlı gitmemiştik. Vize işlemleri oldukça da zordu. Ancak yeşil pasaporta vize kalktığından dolayı Avrupa kıtasının en batı ucunda bulunan bu ülkeye ziyaretimizi gerçekleştirdik.
2012 Mayıs ayında ben, eşim ve 2 kızımızla başladık Portekiz yolculuğumuza. İnternet kanalı ile kiraladığımız araba ile Porto, Braga, Coimbra, Fatima, Nazare, Alçobaça, Obidos, Sintra, Cascais, Belem derken Lizbon’a vardık.
İki kızım zaman zaman rolleri değişiyorlar, biri rehber oluyor, diğeri şoför…Lizbon’da internet kanalı ile kiraladığımız eve yerleştik. Evimiz beklentimizin çok üzerinde. Bu ev kiralama işini daha önceki birkaç seyahatimizde de yapmıştık. Ancak bu ev süper.
Öyle başarılı bir sistem kurmuşlar ki, Lizbon’a geldiğimiz gibi evimizin dış kapı ve iç kapı şifreleri cep telefonumuza geldi. Dış kapı şifremizi girip apartman görevlisine kendimizi tanıttıktan sonra daire kapımızın da şifresini girip evimize yerleştik. 2 odalı bu şirin ama küçük daireyi çok sevdik. Her yer pırıl pırıl. Masanın üzerinde bize hitaben yazılmış bir mektup buluyoruz. Zarfın içinden önce Lizbon’a hoş geldiniz yazılı Lizbon manzaralı güzel bir kart çıkıyor. Ayrıca teferruatlı bir Lizbon haritası, harita üzerinde evin yeri, eve en yakın eczane, sağlık merkezi, restoran cafe ve yürüme mesafesindeki görülmesi gereken noktalar işaretlenmiş. Telefon ve mail adreslerini de yazarak, “bizi ve apartman görevlisini herhangi bir durumda 24 saat arayabilirsiniz, İyi tatiller” dileği ile de not düşülerek bırakılmış bu zarf… Medeniyet işte bu dedirtiyor insana. İşte turizm böyle yapılır. Böyle de olmalı! Kaldığımız ev bir residence. Bir evde insana lazım olabilecek her şey var ve de tertemiz. Evin iç dekorasyonu çok sade ama çok güzel.
Lizbon’a iyi başladık. Lizbon gecelerini tanımak adına kendimizi dışarı attık. Tabii kimseye şart koşmuyoruz, eşim evde biraz dinlenip kitap okumak istedi. Ne de olsa gece saat 24:00.
Ben ve kızlar hadi çıkalım bakalım dedik. O da ne, sanki Taksim Meydanının bir arka sokağındayız. Her yer cıvıl cıvıl. Hard Rock Cafe tam karşınızda. Hemen yanımızdaki sokakta nostaljik tramvay durağı. Rengarenk boyanmış bu tramvay 40-45 derecelik eğimli daracık bir sokaktan insanları 5-6 dakikalık bir yolculukla yukarı şehre taşıyor.
Lizbon da Porto gibi tepeler üzerine kurulmuş bir şehir. Tramvaya binmeyi bir sonraki güne bırakıp Rossio meydanına yürüyoruz. Burası Lizbon’un en popüler yerlerinden biri. Etrafta pek çok ünlü mağaza, restoran ve cafeler var. Caddeler geniş bulvarlarla birbirine bağlanmış. Burada güzel bir restoranda oturup, deniz ürünleri ağırlıklı yemek ile şaraplarımızı yudumluyoruz.
Etrafta pek çok sokak sanatçısı çeşitli şovlar sergiliyor. Bu keyifli yemek sonrası evimize dönüyoruz.
Gece saatlerinde Lizbon’da dikkatimizi çok sayıda evsiz olması çekiyor. Hatta tam bizim yemek yediğimiz esnada restoranın önüne gelip, değişik bir müzik aleti ile müzik yapmaya çalışan kişiyi tekme tokat olmasa da ona benzer bir şekilde mekandan uzaklaştırmaya çalıştılar. Tabii çok üzücü bir durum…
Ertesi gün Lizbon’a çok yakın olan Belem’e gideceğimiz için geceyi çok geç olmadan bitirmemiz gerektiğinden eve geri döndük.
Bir sonraki gün doya doya Lizbon…