Lizbon denilince akla ilk gelen kentin nostaljik tramvayları oluyor. Lizbon, oldukça engebeli bir arazide kurulduğu için aşağı kent ve yukarı kent arasında bu nostaljik tramvaylar ve kent asansörü ulaşımı sağlıyor.
Kiraladığımız ev aşağı kent bölgesindeydi. Biz de yukarı kenti dolaşmak için hemen evimizin yanındaki nostaljik tramvaya binerek yukarı şehirdeki seyir terasına çıkıyoruz. Bu tramvay yaklaşık 40-45 derecelik daracık dar ve dik bir sokakta ilerliyor. Çekme mekanizma ile çalışıyor. Tramvayın üzeri ve geçtiğimiz daracık sokaktaki duvarlar, grafiti örnekleri ile dolu.
Oldukça renkli olan bu sokaktaki tramway yolculuğu maksimum 6-7 dakika kadar sürüyor. Nostaljik tramvay yolculuğu için kişi başı gidiş-dönüş 3,5 Euro ödüyoruz.
Tramvayla çıktığımız bu bölge şehre hakim bir tepe üzerine kurulmuş. Güzel bir seyir terasına sahip. Paris’teki Ressamlar Tepesi gibi burada da pek çok sokak ressamı kendi yaptıkları Lizbon resimlerini sergilemekte.
Buradan karşı tepedeki Castello de Sao George’yi ve şehir manzarasını fotoğraflıyoruz.
Bairro Alto tepesi Lizbon’un gece hayatının nabzını tutuyor. Bairro Alto’da pek çok restoran ve bar bulunuyor demiştim. Bunlardan en meşhuru 1784 yılında hizmet vermeye başlayan Travers Rico. Barok dekoru, muhteşem avizeleri ve ahşap duvarları ile mükemmel.
Yine bu bölgedeki ilginç duvar çinileri ile görülmeye değer bir başka mekân da Cervejaria Trindate bira salonu. Bairro Alto bölgesindeki mezarlık da görülmeye değer. Arjantin’deki mezarlıklar gibi içinde kemik veya küllerin konulduğu her biri ayrı birer sanat eseri olan küçük ama çok şaşalı anıt mezarlar var.
Lizbon’un kalbi Bairro Alto tepesi ile Sao George kalesinin konumlandığı iki tepe arasında kalan Tagus nehri kıyısından başlayan Praço de Comercio (Ticaret Meydanı)’ndan kuzeye doğru uzanan Rua Augusta bulvarı ve ona paralel diğer caddelerden oluşuyor. Yine Lizbon’un kalbini oluşturan diğer önemli meydanlar Praça da Figueira Meydanı ile Rossio Meydanı da denilen Praça Dom Pedro. Şehir merkezindeki görülmesi gereken tüm noktalar bu güzergah üzerinde.
Tepe noktalara ulaşım ise tramvay, asansör veya finüküler sistemle sağlanıyor. Burada tüm bu ulaşım araçlarına genel olarak Elevator diyorlar. Tabi şehirde üst bölgelere yürüyerek de gitmek mümkün. Ancak benim önerim; çıkışları asansör, tramvay veya finüküler sistem ile, inişleri ise yürüyerek yapmak. Çünkü inerken daracık dik sokaklar, bu sokaklarda Arujelos denilen seramik kaplı evler, balkonlardan balkona asılmış çamaşırlar, ara ara karşınıza çıkacak park ve bahçeler arasında yürümek çok keyifli.
Kentin önemli meydanlarından biri olan Rossio meydanı bir zamanlar hayvan pazarı, boğa güreşlerinin yapıldığı arena ve engizisyon döneminde de infaz alanı olarak kullanılmış. Bu meydan yüzyıllar boyunca şehrin kalbini oluşturmuş. 4. Pedro’nun heykeli de burada yer alıyor.
Günümüzde pek çok şık mağaza, cafe ve restoranlarla dolu. Nicola Cafe, Casa Suciada veya ara sokaklardaki bar ve cafelerde çikolata kadehler içinde Portekiz’in meşhur vişne likörünü içebilirsiniz. Biz A Ginjinha Bar’da mükemmel içimli vişne likörlerimizi yudumluyoruz.
Rossio meydanının başlangıcında yer alan 7. Eduardo Parkı şehrin en güzel parklarından biri. Parkın önünde Portekiz’in en önemli devlet adamlarından Marques de Pompal adına yapılmış bir meydan bulunuyor. 1755 depreminden sonra Pompal bir yıl gibi kısa bir sürede depremlere dayanıklı binalarla, çok geniş bulvarlarla şehri yeniden yapılandırmış. O dönemde bu geniş bulvarları utopik bulanlara “Bir gün gelecek bu bulvarlar yetersiz kalacak” diyen çok ileri görüşlü bir devlet adamı imiş.
Rossio meydanının biraz kuzeyinde yer alan Praça dos Restaurodores pek çok elit mağaza ve restoranın bulunduğu bir bölge. Rossio meydanının güneyine doğru ilerlediğimizde ise sahile iniyoruz. Buradan inen birbirine paralel sokaklarda yine pek çok restoran ve mağazalar sıralanmış. Pek çok sokak sanatçısı da müzik yapıyor. Bu caddeden düm düz yürüdüğünüzde sahilde Praca de Commercio liman bölgesine ulaşacaksınız.
Portekiz’de sokak, meydan ve kaldırımlar 5 cm x 5 cm ebadında siyah ve sarımsı beyaz taşlarla döşenmiş, her birine ayrı desen verilmiş. Bu kaldırım ve meydanların taş döşemeleri Ülkenin bariz bir özelliği.
Lizbon’un sembollerinden bir diğeri de Elevator Santa Justa. Bu dev asansör, Eiffel kulesinin mimarı Gustave Eiffel’in öğrencisi Raoul Mesnier Du Ponsard tarafından tasarlanmış ve 1902’de yapılmış. Yaklaşık 35 - 40 metre yükseklikteki yukarı şehre mutlaka bu asansörle çıkmalısınız.
Asansörden inince demirden yapılmış daracık dönen merdivenle 2 kat daha çıkarsanız 25 - 30 metrekarelik bir seyir terasına geliyorsunuz. Buradaki cafeden şehrin kuşbakışı görüntüsü muhteşem. Özellikle gün batımında şehrin ve kalenin ışıklandırılmış halini görmelisiniz.
Asansör çıkış noktasının biraz ilerisinde yer alan Arkeoloji Müzesini de ziyaret etmenizi öneririm. Ancak ziyaret için buraya akşam üstü saat 17:00’den önce gelmeniz gerekli.
Kalenin de üzerinde bulunduğu şehrin diğer tepesi “Castello de Sao George” bölgesine ise tramvay ve city buslarla ulaşabilirsiniz.
San George kalesi Portekizliler’in ataları Kelt’lerden kalan tek anıtları. Kale Tagus nehrine ve şehre hakim bir tepe üzerine kurulu. M.Ö. 6. yy.’a tarihleniyor. Burası sırası ile Keltler, Fenikeliler, Yunanlılar, Kartacalılar, Vizigot ve Magribilere ev sahipliği yapmış.
2. Haçlı Seferi sırasında Kral Alfonso Magribilere karşı zafer kazanmış. 1255’te Lizbon kraliyet başkenti olduğunda, kale kraliyet sarayı olarak kullanılmış. 1498’de Vasco do Gama’nın Hindistan dönüşü kutlamaları da burada yapılmış. Ancak 16. yy.’dan sonra önemini kaybetmiş. 1755 depreminde ise kale çok büyük hasar görmüş. 1940’lara kadar ciddi yapılanma geçirerek tekrar onarılmış. Kalenin mimarisinde Arap tarzı ve Magribi usulü göze çarpıyor. Buradan şehri seyretmek ve fotoğraflamak çok keyifli.
Kalede öğrencilere yine Portekiz tarihi anlatımı vardı ve bu ders işleyişlerini izlemek bile çok keyifliydi.
Kale gezimiz sonrası yürüyerek, daracık sokaklardan inerek Alfamo bölgesine geliyoruz. Azuyelos denilen seramiklerle kaplı sevimli binaları, daracık sokakları, balkonlardan sarkan çamaşırları, ara ara park ve bahçeleri ile güzel bir yürüyüş rotası.
Portekiz’in Blues müziği olarak adlandırabileceğimiz Fado da bu daracık sokaklarda doğmuş. Denize açılan dönemeyen sevgililere, eşlere yakılan ağıtlar önceleri taverna ve batakhanelerde söylenmeye başlamış. Arjantin Tangosu gibi daha sonraları popüler olmaya başlamış. Fado özlem, yakarış biraz da isyan içeren duygu yüklü bir müzik. Sözlerini anlamasanız bile sizi hüzünlendiren bir müzik türü. Fado’yu Fadista denilen kadın solistler söylüyor. Soliste 12 telli Portekiz gitarı eşlik ediyor. Fadista’lar mikrofon kullanmıyorlar. Ancak Fadista şarkıya başlamadan önce restorandaki servisler kesiliyor, etrafta tam bir sessizlik oluşturuluyor. Gelmiş geçmiş en ünlü Fadista Amalia Rodrigues. Yeni nesil Fadista’lara en iyi örnekler ise Mariza, Monica Molina ve Madre de us. Lizbon’da bu müziğin yapıldığı pek çok bar var. Bunların en meşhuru Clup de Fado. Lizbon’a gelip de bu duygu yüklü, hüzünlü müziği mutlaka dinlemelisiniz.
Portekiz’de eşini kaybeden kadın ölene kadar, babasını kaybeden kadın 2 yıl siyahlara bürünüyormuş. Ancak yeni yetişen kuşak bu geleneği pek yaşatmıyor. Özellikle de Lizbon gibi metropollerde. Biz siyahlar içindeki kadınlara en çok Portekiz’in Nazare bölgesinde rastlamıştık.
Lizbon’da pek çok müze de bulunuyor, ancak bunlardan bir tanesinin hikâyesi bir Türk olarak beni çok etkiledi. Bu yüzden paylaşmak istiyorum. 1869 yılında Üsküdar doğumlu olan ve 1955 yılında Lizbon’da ölen Kalust Gülbenkyan namı diğer Bay %5, İstanbul’dan Londra’ya gitmiş. 2. Dünya Savaşı sonrası Irak petrolleri üzerinde hak iddia eden şirketler arasında arabuluculuk görevini üstlenmiş. Bu hizmetine karşılık Musul petrollerinden ömür boyu %5 komisyon almayı başarmış. Çok zenginleşen Bay Gülbenkyan yani Bay %5 birkaç yıl içinde dünyanın çeşitli yerlerinden pek çok sanat eseri toplamış. Yaklaşık 6 bin civarındaki bu kıymetli eserlere ve tüm malvarlığına İngiltere el koymak isteyince Türkiye’ye sığınmak için başvuruda bulunmuş. Topladığı tüm değerli eserleri buradaki müzede sergilemek istemiş. Ancak bürokratik beceriksizlik neticesinde kabul görmeyince Portekiz’e sığınmış. Lizbon’daki bu müze Rambrand gibi ünlü ressamların resimleri, Roma, Yunan, Mısır eserleri, el yazması kitaplar, Osmanlı çinileri, halı ve kilimlerinden oluşan zengin bir koleksiyona sahip. Ve bu vakıf günümüzde dünyanın en zengin kuruluşlarından biri haline gelmiş. Portekiz’deki teknik araştırmaların tamamına yakın kısmı bu vakıf tarafından karşılanıyormuş. Ve aslında Portekiz bu vakfın zenginliğini Bay %5’e borçlu…
Ve artık Lizbon'a veda vakti...