Başlıktaki inci kelimesini bu kez gerçekten kullandım çünkü Kotor, fiziksel olarak da bir istiridyenin içindeki kum parçasının, saklanmak için kabuğun en derinlerine çekilerek durduğu yer gibi, aynı kuytulukta sanki körfezin sonuna saklanmış bir mücevher…
Bu sene amacımız; uzun bir motor gezisi daha yapmaktı. İlk önce motoru, daha önceden yaptığımız gibi, önden gideceğimiz yere yollamayı düşündük. Aklımızda ilk İskandinavya vardı, oradan etrafı gezdikten sonra tekrar uçakla Bükreş’e döneriz, diye düşünmüştük. Ama bir akşamüstü otururken “daha Balkanlarda bir sürü yeri görmedik, hem motoru yollama stresine girmeden, Bükreş’ten çıkıp nerelere gidebilirsek gidelim”e döndü olay. Bu sayede de Montenegro ve Kotor’u keşfettik.
Adı üstünde Karadağ; motora binmekten zevk alanlar için bir cennet. Dağların arasında sonsuzluğa gidiyormuşcasına uzanan yemyeşil dev ağaçların arasında, bir o yana bir bu yana yatarak döndüğünüz kavisler, siyah ile işaretlenmiş virajı en çok gördüğüm yollar diyebilirim. Öyle virajlar ki, çoğunda tam 180 derece dönmeniz gerekiyor, motor ile bu tarz yollar hakikaten müthiş keyifli ama yine de, eğer tam kavşakta karşınıza bir tur otobüsü çıkarsa hiç hoş olmayabiliyor. Hem motorun hem de otobüsün ne de olsa virajı biraz geniş almaları gerekiyor… Çam ağaçlarının tazeleyici kokusu ve serinletici gölgesinde yaptığımız motor yolculuğunun devamında, denizi gördüğümüz tepeye ulaştığımızda ise görüntü hakikaten her yorgunluğa değecek şekilde nefes kesici. Yanımızda bu kez drone götürdüğümüz için hemen tepeden drone’u yollayıp biraz da nasıl bir yere geldiğimizi anlamaya çalışıyoruz çünkü Kotor fiziksel olarak çok ilginç bir yerde, etrafı dağlarla çevrili, boğaz içinde başka bir boğazın olduğu yerin tam da iç, uç köşesinde. Belki de biraz da bu yüzden turistler tarafından keşfedilmesi biraz zaman almış ama günümüzde Dünya Mirasları ve Unesco’nun listesine girdiği için artık devasa transatlantik yolcu gemilerinin geldiği son yıllarda popüleritesi acayip artmış bir turist merkezi.
Kasabaya varır varmaz ilk önce karnımızı doyuracağımız bir yer arıyoruz. Ladovina’ya gidiyoruz, seçimimizden ve yediğim mantarlı risottodan çok memnun kalıyorum.
Kotor, Venedikliler tarafından kale surları ile çevrilmiş muhteşem güzellikte bir oldtown’a sahip. Öyle ki surları gördüğünüzde, surların arkasındakileri aklınızda hiç mi hiç canlandıramıyorsunuz ama tam da arkasında yaşayan mağrur ve büyüleyici bir şehir var. Sade, daracık sokaklarda ilerlerken, ilerideki meydana ulaştığınızda sizi şaşırtacak bir sonraki sürprizi beklemenin o sızısı yok mu? Harika… İnsan elinden geldiğince çabuk dolaşıp, sindirebileceği tüm güzellikleri bir solukta içine çekmek istiyor.
Beni en çok etkileyen, neredeyse iki ya da üç kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikteki sokaklarında yürürken kendimi ilk kez Orta Çağ’da yaşıyormuş gibi hissetmem oldu. Bu tarz eski şehirlere birçok kez ziyarette bulunmama rağmen, burada beni etkileyen başka şeyler var. Belki de Kotor’un günümüze ulaşan en iyi korunmuş Orta Çağ kasabalarından biri olması onu daha da nadide kılıyor, gerçekliğini tüm açıklığı ile gözler önüne seriyor.
Oldtown’un giriş kapısındaki yazıda, “What belongs to others we don’t want, ours we don’t give” yazıyor. Ne kadar anlamlı öyle değil mi? “Başkasına ait olan şeyleri biz istemiyoruz, bize ait olanı ise başkasına vermeyiz.” II. Dünya savaşı sonrası şehrin kapısına yazılmış bu sözleri bütün halkların derinden kavramasını diliyor gönlüm.
MÖ 168 yıllarında ilk Romalıların yerleşim alanı olduğunda adı Acruvium olan şehrin adı, 9. yüzyılda Boşnak Kotor soylularının isteği ile değiştirilmiş. Bosna Krallığı o zaman sahip olduğu değerli mineraller ile çok zengin bir ülkeymiş, asilzadeler de sahip oldukları parayı şehrin duvarlarını ve kalelerini yükseltmek ve sağlamlaştırmak için kullanmak isteyince, halk onların istediklerine boyun eğip şehrin adını değiştirmeyi kabul etmiş. Her zaman bir kale kasabası olan Kotor’a, İmparator Justinian döneminde bir de tepedeki hisarlar eklenmiş.
Sonrasında Bulgarların, Sırpların, Venediklilerin ve hatta Osmanlıların (1538-1657) yönetimi altında kalmış. Daha yakın geçmişte de Avusturya, Macaristan ve en son da Yugoslavya’ya bağlıymış. Bugün ise Montenegro sınırları içerisinde.
Gelelim gezilecek yerlere; Kotor Kalesi ilk başta geliyor. Kalenin güney kapısında Dük Sarayı ve kaleyi koruyan 3 adet tabya var. Kuzey tarafında ise Bembo ve Riva adındaki tabyalar var, Bembo tabyası açık hava tiyatrosu olarak kullanıyor. Skurda Nehri ve kalenin birleştiği noktada ise Çan Kulesi var. Kalenin olduğu yere çıkmak isterseniz, kalabalıklardan biraz uzaklaşmak ve keyfini daha çok çıkarabilmek için sabahın erken saatlerinde çıkın derim, hele bir de yazın giderseniz zaten öğle saatleri adeta cehennem gibi sıcak oluyor.
Bu gezide de standart heyecanımız ve tutkumuzdan ayrılmadan, nerelerde kalacağımıza aynı gün içerisinde karar veriyoruz, aslında Kotor gibi bir yerde neredeyse doluluk oranlarının %94’lere ulaştığı için bu bir risk ama yine de booking.com’dan bulduğumuz apartman dairesi ve evin sahibi Sonja inanılmaz tatlı çıkıyor. Üstüne üstlük tam Kotor’dan içeri girdiğimiz sırada motorun arka lastiğine giren koca çivi parçası ile arka lastiğimiz patlayınca kadıncağız; kocasını, oğlunu, kuzenini seferber ediyor ve biz onların sayesinde bir saat içinde lastiğimiz onarılmış, apartmanın kendine ait özel plajında güneşleniyoruz. Hayatta bazen başımıza gelen aksilikler bize değerli dostlar, anılar katıyor, hepimizin en gereksindiği şey de bu değil mi zaten?
Dört bir yanı dağlar ile çevrilmiş, sanki bir gölde yüzüyormuş yanılsaması ile denizin keyfini çıkardıktan sonra, akşamüstü motorumuzla 3 km uzaklıktaki kalenin bulunduğu merkeze inip, motorlu olmanın tüm lüksünü kullanarak, kalenin önündeki meydana motorumuzu park ediyoruz. Ondan sonra ver elini Kotor sokakları… Yazın yüzünüze vuran tatlı ılık rüzgârında bu kendi içinde gizemler barındıran eski şehri gezmek, sokaklarında kaybolmak, şarkılarını dinlemek akşam daha da keyifli...
Kotor’a giderseniz tavsiyem en az iki gün ayırmanız, tadı benim damağımda kaldı…
Instagram fotoğrafları için tıklayınız.