Güney Amerika’da, Şili Patagonya’sınaki telefonsuz, televizyonsuz ve dahi internetsiz bir Estancia’da, akşam yemeğinde ateşte pişmiş kuzuyu mideye indirip, üzerine de şömine başında dostlarla keyifli bir muhabbet sonrasında gelen uyku pek bir güzel oluyor doğrusu...
Ertesi sabah hafiften rehavet içerisindeyiz. Güne geç başlıyoruz. Kahvaltı 9 hareket ise saat 10’da. Seyahatin başından bu yana ilk kez güne birazcık geç başlamak bizi olduğu kadar Estancia’da yemeklerimiz hazırlayan sevimli bayan Carmen'i de sevindiriyor. Genelde çiftlikte konaklayan ve güne çok erken başlayan trekking gruplarına kahvaltıyı hazır edebilmek için saat 4’lerde kalkan Carmen bu kez normal bir uyku çekiyor. Ve bunun karşılığında da zengin kahvaltının yanına bize özel nefis bir kek pişirmiş…
Güne geç başlayalım, harika kahvaltının tadını çıkaralım, muhabbet vesaire derken, ancak 10.30 gibi yavaştan yola çıkıp Torres del Paine Ulusal Parkı içindeki turumuza devam ediyoruz. Hava yine puslu, “yağsam mı yoksa yağmasam mı, ya da en iyisi arada çiseleyeyim” şeklinde ve fotoğraf çekmeyi iyice zorlaştırıyor…
Park içerisinde yine minibüsümüzle geziyor, arada durup fotoğraf çekiyor ya da küçük yürüyüşler yapıyoruz.
Parkta birkaç saat gezip harika manzaraların tadını çıkardıktan sonra Pehoe Gölü kıyısındaki piknik alanında yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yedik. Ardından Grey Buzulu ve Grey Gölünü görmeye gidiyoruz.
Grey Buzulu, Güney Patagonya Buzul Alanının önemli bir parçası. Torres del Paine Ulusal Parkının batısında kendisi ile aynı ismi taşıyan gölün (Lago Grey) bir köşesinde uzaklardan görülebiliyor… (Tabii ki yakından da görmek mümkün fakat bunun için Ulusal Parka daha uzun süre ayırmalısınız!)
Minibüsten indikten sonra, yaklaşık yarım saatlik orman içerisinde yaptığımız yürüyüşün ardından vardığımız noktada manzara inanılmaz. Önümüzde uçsuz bucaksız bir kumsal var, kumsalın bitiminde başlayan Lago Grey’in sularında buzuldan kopup gelen parçalar yüzüyorlar. Tam Torres del Paine Ulusal Parkının göl ve lagün manzaralarını iyice kanıksayıp, günün yorgunluğuyla hafiften “bitse de gitsek” ruh haliyle orman içerisinde yürürken birden karşıma çıkan bu manzara kesinlikle olağanüstü. Günü kurtarıyor adeta...Torres del Paine Ulusal Parkından çıktıktan sonra yeniden Puerto Natalis’e bir önceki akşam konakladığımız Aqua Terra Hotel’e geri dönüyoruz.
Akşam yemeğimizi Aldea isimli güzel bir restoranda yiyoruz.Başlangıç olarak seçtiğim Pate de Tomates con Pesto (domates pate) kesinlikle çok lezzetliydi. Ardından basit bir çeviri hatası nedeniyle balık sandığım ana yemek kızarmış et çıkıyor. Ve yanlış sipariş sonucu gelen Plateada al Horno tüm seyahat boyunca yediğim en harika et oluyor. Bu sadece benim değil, aynı çeviri hatası nedeniyle balık yerine et yiyen diğer arkadaşlarımın da ortak fikri… (Tripadvisor’ın Aldea Restorana ait sayfa’sında hem mekânın hem de sözünü ettiğim lezzetli yemeklerin resimlerini görebilirsiniz.)
Ertesi sabah erkenden Punto Arenas’a doğru yola düşüyoruz. Ama önce Penguenleri göreceğiz…
Son 1 saati berbat bir stabilize (bildiğiniz toprak yol yani!) olmak üzere 3,5 saat kadar süren bir yolun ardından Seno Otway Penguen Kolonisine varıyoruz. Burası Punto Arenas’a 65 kilometre mesafede özel bir mülkiyet.
Her yıl yaz aylarında (Patagonya’da Eylül ortası ile Nisan başı oluyor bu) yaklaşık 10 bin Magellan Pengueni yavrulamak için bu bölgeye geliyormuş. Normalde 25-30 yıl yaşayan Magellan Penguenleri üremek için her yıl daima doğdukları yere gelirlermiş. Koloninin biri turistlere açık diğeri kapalı 2 bölümü var. Açık olan bölümde normalde en fazla birkaç yüz Penguen görebiliyormuşsunuz. Diğer taraflar ise koruma altında...
Bizim gittiğimiz mevsim yaz sonu olduğundan maalesef birkaç yüz penguen yoktu. Koloni üyelerinin büyük çoğunluğu büyük ihtimal Brezilya sahillerine doğru yol almaktaydı ama yine de birkaç tanesini gördük. Hem de çok yakından…
Punto Arenas, Magellan Boğazının kuzey kıyılarında yer alan 110 bin nüfuslu bir şehir. Şehre girişte Patagonya’ya adım attığımızdan beri unuttuğumuz büyük şehir görüntüleriyle karşılaşıyoruz; Trafik, büyük alışveriş merkezleri, toplu taşım araçları, gündelik yaşamları içerisinde koşuşturan insanlar gibi… Oysa son birkaç gündür geçtiğimiz kasabalardaki “yavaş” hayat ne kadar güzeldi…
Punta Arenas Magellan Boğazı üzerindeki en büyük yerleşim ve dolayısıyla da önemli bir liman şehri. Burada biraz da Magellan Boğazından söz etmeli; Arjantin ve Şili arasından paylaşılmış olan bu kanal, Panama kanalı açılmadan önce Atlantik ve Pasifik Okyanusları arasındaki tek geçişti. Güney Amerika’nın en güneyindeki kanal, ana kıtayla Tierra del Fuego –meşhur Ateş Toprakları- Takımadalarını birbirinden ayırıyor ve 1520 yılında Portekizli Denizci Magellan tarafından keşfedilmiş. Panama Kanalı açıldıktan sonra artık eski önemini yitirmiş olsa da Punto Arenas, Patagonya için hala çok önemli bir liman.
Punta Arenas’a girer girmez doğrudan öğle yemeği için Cento Hijos de Chiloe isimli restorana geçiyoruz. Burası turistik bir restorandan çok bizim esnaf lokantalarını anımsatıyor bana. Zaten konum olarak şehrin turistik bölgelerinde ya da merkezinde de değil. Empenada’sı açık ara gezinin en iyisi olsa da eti pek parlak çıkmıyor. Fakat restoran yemekleri ile olmasa da kıyafetlerimizin üzerine sinen yağ kokusuyla kendini birkaç gün daha unutturmuyor.
Punto Arenas’daki otelimiz; Carpa Manzano şehir merkezine 3-4 blok mesafede. Odalara yerleştikten sonra kendimizi sokaklara attık. Hava yine aynı kaprisine devam ediyor; “Yağsam mı yoksa yağmasam mı, ya da en iyisi arada çiseleyeyim...”
Punto Arenas pek de sevimli bir şehir değil açıkçası. Otelden çıktıktan sonra önce grup halinde şehir merkezine yürüdük. Hemen tüm Güney Amerika şehirlerinde olduğu gibi buranın da adı Plaza des Armas. Ardından şehri kuşbakışı izlediğimiz “Cerro de la Cruz” yani La Cruz Tepesine çıktık. Sonra yeniden merkeze dönüp Hernando de Magallanes Anıtının bulunduğu parkta hediyelik eşya tezgâhları arasında dolaştık. Anıtın köşesinde bir de "Ona" ismi verilen bölgenin ilk sahibi yerlilerden birinin heykeli var. Klasik turist efsanesi burada da oluşturulmuş; eğer bu yerlinin ayağına dokunursanız mutlaka Punta Arenas’a yeniden gelirmişsiniz. Her ne kadar heykelin dokunulmaktan parlamış ayağına göre Punta Arenas popüler bir yer gibi görünse de ben dokunmadım... Bence burası gördüğüm tüm Patagonya şehirleri içinde en zayıf halka.
Punto Arenas sokaklarında bir süre daha gezip, bir kafede biraz soluklandıktan sonra önce otele dönüyor oradan da akşam yemeği için La Marmita Restoran’a yürüyoruz. Mesafe otelimize sadece 2-3 blok kadar. Dekorasyonu harika restoranda Guanaco eti yemek de mümkün. (Tüm seyahat boyunca Guanaco eti sunan tek restoran burasıydı ve hayır, Ben denemedim!)
Bu restoranın en büyük sürprizi menüde yazan bir nottu; “We suggest you to ask for our Turkish Coffee and our big teas variety”. Türkçe mealiyle; "Türk kahvemizi ve büyük çay çeşitliliğimizi denemenizi öneririz". Dünyanın öbür ucunda, üstelik de işletmecileri Türk olmayan bir restoranda Türk kahvesi servisi olması hoş bir sürpriz doğrusu… Üstelik oldukça da başarılıydı!
Sabah yine yolculuk var. Ushuaia'ya gidiyoruz. Hep merak ettiğim, hep görmek istediğim ama adını doğru telaffuz etmeyi bile Arjantin'e adım attıktan sonra ancak öğrendiğim Ushuaia'ya... (Uşhuaya diye okunuyor ama "h" sesi belli belirsiz olacak!)
Sürecek...
*** “PATAGONYA” bir yazı dizisidir. Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-1-el-chalten-ve-cerro-fitz-roy
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-2-buzul-uzerinde-yurumek
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-3-muhtesem-perito-moreno
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-4-sili-patagonyasina-gecis-torres-del-paine
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-6-dunyanin-sonuna-giden-yol
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-7-ushuaia-dunyanin-sonundaki-sehir
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-8-ve-son-en-guneydeki-sehrin-sokaklari-ve-ates-topraklari