Perito Moreno sonrası akşamüzeri El Calafate’ye varıyoruz. Hediyelik eşya dükkânları, restoran ve kafeler ve de her türlü outdoor kıyafet ve malzemeyi bulabileceğiniz mağazalarla dolu Avenida del Libertator, yani şehrin ana caddesi hala canlı. Daha sonra otelde buluşmak üzere sözleşip dağılıyoruz.
(Biz Güney Amerika'dayken hayatını kaybeden Hugo Chavez anısına, El Calafate sokaklarından...)
Dönüş yolunda, Perito Moreno’da bize eşlik eden rehberimiz Pilar limonlu kekleri çok güzel bir kafeden söz etmişti. Önce bu limonlu keklerin izinden gitmeli diyerek La Zaina Kafeyi arıyoruz.
Ana cadde, Avenida del Libertator’a çıkan sokaklardan birinde, az ileride köşede bulduğumuz La Zaina Cafe ilginç bir mekân. Giriş kapısında Kafe yerine “Müze ve Sanat Barı” yazan mekâna girdiğinizde sanki zamanda yolculuk yapmış ve kovboylar döneminde bir bara girmiş gibi hissediyorsunuz. İçerisi bir sürü antik eşya ile dolu…
Bir süre sonra La Zaina’nın Finlandiya asıllı cana yakın sahibesinin, El Chalten’e gidip gelirken mola verdiğimiz La Leone Hotel’in eski sahibinin kızı olduğunu öğreniyoruz. Konu La Leone olunca muhabbet uzuyor. Konuksever ev sahibemiz bize albümler gösteriyor, duvarlardaki fotoğraflar hakkında bilgiler veriyor. Ayrıca önceden anlattığım Butch Cassidy ve Sundance Kid’in La Leone’de konaklamalarıyla ilgili öykünün büyük olasılıkla gerçek olmadığını öğreniyoruz. Kafenin Sahibesi Butch ve Sundance'ın çok daha güneyde görüldüklerinden söz ediyor. “La Leone tarafına gelmiş olmaları pek mantıklı değil, nehri buradan geçmişlerdir” diyor bize harita üzerinde başka bir noktayı gösterirken. La Leone’nin duvarlarındaki aranıyor ilanlarından söz ettiğimde ise; “Onlar turistler için” diyor. Oysa Butch Cassidy’nin aranıyor ilanıyla bir resmimi çektirip çoktan bloğuma koymuştum bile…
La Zaina’da geçirdiğimiz keyifli zamanın ardından sokaklarda dolaşıp birkaç fotoğraf daha çekiyorum.
Akşam yemeğimizi tüm gezinin en iyi restoranlarından Don Pichon’da alıyoruz. El Calafate’yi biraz yukarıdan gören harika bir manzarası olan restoranın yemekleri de çok güzeldi… (Zaten tripadvisor’da 300 den fazla kişi bu restoran için puan vermiş ve % 83’ü mükemmel demişler!)
Ertesi sabah ismini Patagonya'ya özgü böğürtlen benzeri meyveden alan bu şirin şehirden ayrılıyoruz. Bir sonraki durağımız Puerto Natales yani Şili…
Bu kez yolculuğumuzu, sınır geçişi daha kolay olacağından tarifeli otobüs ile yapıyoruz. Otogardan bindiğimiz otobüsün yolcularının kalanı da bizler gibi turist. El Calafate ile Puerto Natales arası 282 kilometre ve sınır geçişinde oyalandığınız süreye bağlı olarak 5-6 saat kadar sürüyormuş. Otobüsümüz yarım saat gecikmeli olarak saat 9.00 gibi kalkıyor.
Kömür dolu tren vagonlarıyla dikkat çeken, Veintiocho de Noviembre isimli - ki 28 Ekim anlamına geliyor- küçük bir madenci kasabasından geçip Arjantin’den çıkıyoruz. Burası tüm Arjantin’deki tek aktif kömür madeni Rio Turbio’ya sadece 15 kilometre kadarmış. Arjantin’den çıkış işlemlerimizi otobüs şoförü hallediyor. Tüm yolcuların pasaportları toplanıyor ve 15-20 dakika içerisinde çıkış damgası basılmış şekilde geri getiriliyor. Şili sınırı; Dorotea Pass’a kadar bir 15-20 dakika daha otobüsle devam ediyoruz.
Şili’ye girmek o kadar kolay değil maalesef. Bu ülkeye kesinlikle yiyecek ve içecek sokamıyorsunuz. Hatta hayvan ürünlerinden yapılma veya ahşap el sanatları bile yasak… Zaten yol boyunca Şili’de yaşayan rehberimiz Cem’in uyarılarıyla grup yanındaki çerezleri tüketmek için tıkınıp duruyorduk ama bu “el sanatları” uyarısı biraz strese sokuyor bizleri…
Fakat sınırdakiler bugün o kadar da sıkı değiller. Önce otobüsten iniyorsunuz. Bavullarınız bir kenarda dururken pasaport işlemlerinizi hallediyorsunuz. Şanslıyız ki sınırdan geçen tek otobüs bizimki. Birkaç otobüsün aynı anda sınırda olduğu zamanlarda pasaport işlemleri için uzun süreler beklemek mümkünmüş.
Pasaportu işlemleri bittikten sonra valizinizi alıp x-ray cihazından geçiriyorsunuz. Bizim valizler cihazdan geçerken görevli ekrana göz ucuyla şöyle bir bakıyordu. Cem’in söylediğine göre zaman zaman bavulları açtırdıkları, gereksiz sorun çıkardıkları oluyormuş...
Sınır geçişi sonrası kısa bir yolculuğun ardından vardığımız Puerto Natales, Şili Patagonya’sında yer alan yaklaşık 20 bin nüfuslu küçük bir şehir. Bu şehrin Torres del Paine Ulusal Parkını görmek için buradan geçmek zorunda olmanız dışında pek bir özelliği yok açıkçası. Şehir fiyortların arasında kalmış bir körfezin kıyısında kurulmuş. Körfezin ismi de Seno Última Esperanza ki Son Ümidin Sesi anlamına geliyor.
Hotelimiz Aqua Terra dışarıdan bakıldığında hayal kırıklığı yaratsa sonrasında da hoş bir dekorasyonu olan sevimli bir hotele dönüşüyor. Üstelik seyahatimiz boyunca kaldığımız tüm oteller içerisinde en geniş odalar da yanılmıyorsam bu oteldeydi...
Otele yerleştikten sonra öğle yemeği için yolun hemen karşısındaki El Bote Restorana gidiyoruz. Yemek sonrası bu küçük şehri keşfetme zamanı.
Önce, Son Ümidin Sesi’ne yani körfeze kadar yürüyoruz. Deniz gerçekten güzel görünüyor. Sahildeki kısa bir yürüyüşün ardından şehrin sokaklarına dağılıyoruz. İlk dikkatimi çeken Şili’li şoförlerin yayalara davranışı. Abartısız hepsi durup yayalara yol veriyor. İster sokak arası ister ana cadde olsun fark etmeksizin hem de. Tıpkı ülkemizdeki gibi, değil mi?
Puerto Natales’de gezerken sık sık Milodon denilen yaratığın izleriyle karşılaşıyorsunuz. Anahtarlıklarda, tişörtlerde, magnetlerde kısacası her türlü hediyelik eşyada o var. Hatta şehirde kocaman bir Milodon heykeli bile var. Milodon, Patagonya’ya özgü nesli tükenmiş devasa bir tür tembel hayvan. Ağırlığı 200 kiloya boyu ise arka ayakları üzerinde kalktığında 3 metreye kadar ulaşabiliyormuş. Bu tarih öncesi canlıya ait fosiller Patagonya’da bulunmuş. Hatta bu canlıya Milodon ismini veren Richard Owen isimli araştırmacı, üzerindeki dişler eksiksiz olan bir alt çene kemiğinden çok yararlanmış. Bu çene kemiğini bulan da Charles Darwin. Sanırım 1990’larda artan turizm hareketi sonucu Puerto Natales’liler, kasabaları için ilginç bir maskot ararlarken bu tarih öncesi canlıyı yeniden keşfetmişler.
Akşam yemeğimiz yeniden El Bote Restoranda. Otelden çıkmadan önce lobide otelin ikramı olan Güney Amerika'ya, özellikle de Peru'ya özgü içki Pisco Sour’larımızı içiyoruz. Ertesi gün Torres Del Paine Ulusal parkına gidiyoruz…
Son söz: El Calafate’li dondurma da pek güzel oluyor!
El Calafate’den Puero Natalis’e yani Arjantin’den Şili’ye geçtiğimiz günün ertesi sabahı erkenden uyandık. Valizlerimizi otelimiz Aqua Terra’da bırakıp yanımıza sadece 1 gece idare edebileceğimiz kadar eşya aldık. Geceyi farklı bir yerde geçirip sonraki akşam yine otele geri döneceğiz.
Kahvaltı sonrası yola düşüyoruz; hedefimiz Torres Del Paine Ulusal Parkı. Burası Puerto Natalis’in 150 kilometre kadar kuzeyinde yer alan, yaklaşık 2400 kilometrekare büyüklüğünde bir park. UNESCO burayı 1978 yılında Biyosfer Rezerv Alanı ilan etmiş. Park, içerisinde biyolojik çeşitlilikler yaratan değişik mikro iklimlerin bir arada bulunduğu bir bölge. Buzullar, göller, nehirler, ormanlar, masif kayalar ve uçsuz bucaksız fundalık alanları bir arada görebiliyorsunuz.
Ulusal parka ismini veren parkın düzlüklerinden bir anda yükseliveren masif kaya kütlelerinden oluşmuş dağlar. Bu dağlara görünümlerinden ötürü; Torres yani kuleler adı verilmiş. Bunların içerisinde en yüksek olanları Cerro Paine Grande ve 3050 metre yüksekliğinde.
Parkın bir de zengin faunası var; Guanaco, tilki, And Condoru, Amerika Kıtasına özgü yırtıcı kuş Caracara, kuğu ve flamingoları kolaylıkla görebilirsiniz. Bir de görme olasılığınızın çok düşük olduğu nesli tükenmekte olanlar var ki; Güney Amerika’ya özgü bir tür geyik olan Huemule ve Puma…
Yaklaşık 2 saatlik yolculuktan sonra vardığımız Torres del Paine Ulusal Parkını anlatmak pek kolay değil. Sanırım bunu fotoğraflarla yapmaya çalışmak en doğrusu…
Park içerisinde minibüsümüzle dolaşıp arada duruyor, karşımıza çıkan manzaraların tadını çıkarıyor, fotoğraf çekiyor, bazen de minik bir trekking yapıyoruz. Öğleden sonra geceyi geçireceğimiz çiftliğe yani Estancia’ya doğru yöneliyoruz. Estancia; Patagonya’daki sığır veya koyun yetiştirilen çiftliklere verilen isim. Bizim kalacağımızın ismi; Estancia Tercera Barranca.
Açıkçası patagonya’da ıssızlığın ortasındaki bir çiftlikte konaklamak fikri nedense başlangıçta pek ilgi çekici gelmemişti bana. Belki de gezi öncesinde çok görmek istediğim 2 doğa harikasını, Iguazu ve Perito Moreno’yu görmüş olmanın verdiği bir rahatlıktı bu. Belki de Torres del Paine’de şu ana dek gördüklerimizin, gezinin kalanına göre biraz sönük kalmasından kaynaklanıyordu.
Fakat Estancia Tercera Barranca’ya girer girmez yanıldığımı fark ettim. Kesinlikle çiftlikte geçireceğimiz bu gün gezinin unutulmazlarından biri olacaktı…
Çiftliğin beklediğimden çok daha konforlu odalarını paylaştıktan hemen sonra ata binmeye gidiyoruz.
Patagonya’da Estancia Barranca'da ata binmeden önce, bir atın üzerinde oturmakla ilgili tek deneyimim 7-8 yaşlarındayken Aydın’ın Söke ilçesindeki sünnetimde, atla gezdirilmemdi. Bu yüzden, itiraf etmeliyim grup halinde atlara doğru yürürken hafiften ürkmeye başlamıştım bile. Ata binmek konusunda ilk söylemek istediğim şu; Bir kere atın üzerine çıkmak kovboy filmlerinde gördüğünüz kadar kolay değil. Öyle üzengi demirine ayağınızın birini sokup, bir elinizle eyeri tutup tek hamlede çıkamıyorsunuz. İkincisi eyerin üzeri gerçekten yüksek… Hele de bindiğiniz hayvan, o gün benim bindiğim at gibi sürekli durup yerdeki birtakım otlardan atıştırmak istiyorsa sanki her an öne doğru düşecekmişsiniz gibi geliyor.
Gaucho’lar gerekli bilgileri veriyorlar önce; “Dizginleri ne tarafa çekersen hayvan o tarafa gider, ikisini birden çekersen durur, ayaklarınla hayvana hafifçe vurusan yürür…” Bu oldukça hızlı tek cümlelik binicilik kursunun ardından yola çıkıyoruz. Biri önde, diğeri de arkada bize eşlik eden 2 Gaucho ile birlikte… (Gaucho; Güney Amerika'da sığır çobanlarına verilen isim, bir nevi Patagonya Kovboyları)
Fakat korktuğum başıma gelmiyor. En başta ciddi ciddi; “Acaba ben de vazgeçip çiftlikte mi kalsam mı?” diye düşünürken, atın üzerine oturduktan kısa bir süre sonra başlangıçtaki korku yerini keyfe bırakıyor. Gerçekten de ata binmek inanılmaz keyifliymiş… En başta sıkı sıkı tuttuğum dizginleri artık rahat bırakıyor, hatta tek elimle tutuyor ve hayvanı ben yönlendiriyorum. Hatta utanmasam atımı doludizgin koşturup diğer elim havada “yuppii…” diye bağıracağım.
Fakat benim bindiğim atın heyecanıma katılmak gibi bir planı yok. Gittikçe yavaşlıyor… Ne yaparsam fayda etmiyor. Haydi diyorum, ayaklarımla karnına hafice vuruyorum, yanımdaki Gaucho zaman zaman müdahale edip hayvanın terkisine vuruyor ama hayvan bildiğini okuyor.
Yaklaşık 2 saatlik at gezintimiz sonunda grup çiftliğe benim 200 metre kadar önümde giriyor…
Muhteşem Patagonya manzaraları eşliğinde uçsuz bucaksız pampalarda 2 saat kadar at bindikten sonra Estancia’ya geri döndüğümüzde akşam yemeğimiz hazır olmak üzere. Yemekte Patagonya usulü kuzu çevirme var; Kuzu dikine ikiye ayrılıp ateşe doğru yan yatırılıyor, yavaş yavaş pişiyor…
Akşam yemekte kuzuyu silip süpürdükten sonra (gerçekten harikaydı!) biraz muhabbet edip odalarımıza çekiliyoruz.
Yatmadan önce dışarı çıkıp bir süre gökyüzünü izliyorum. İnanılmaz berrak ve temiz! Gruptakiler diyorlar ki; dünyanın bu ıssız topraklarında ışık kirliliği olmadığından gökyüzünü en doğal haliyle görebiliyormuşsunuz. Patagonya’da ıssızlığın ortasındaki o estancia’da geçirdiğim gece başımın üzerindeki görüntü gökyüzünün en doğal hali miydi bilmiyorum ama kesinlikle büyüleyiciydi…
Ertesi sabah Torres del Paine’de gezmeye devam edeceğiz…
Sürecek...
*** “PATAGONYA” bir yazı dizisidir. Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-1-el-chalten-ve-cerro-fitz-roy
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-2-buzul-uzerinde-yurumek
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-3-muhtesem-perito-moreno
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-5-torres-del-paineden-punto-arenasa
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-6-dunyanin-sonuna-giden-yol
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-7-ushuaia-dunyanin-sonundaki-sehir
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-8-ve-son-en-guneydeki-sehrin-sokaklari-ve-ates-topraklari