Paulo Coelho ünlü romanı Simyacı’da Kişisel Menkıbe diye bir kavramdan söz eder; insanı insan yapan, yaşadığımız ömrün bir anlamı olmasını sağlayan, gerçekleştirilmesi gereken kişisel serüven gibi bir kavram. İşte Ushuaia’yı görmek de benim adeta kişisel menkıbelerimden biriydi…
Bu Güney Amerika’nın en ucunda, dünyanın en sonundaki kenti görmek başlagıçta bir hayaldi. Sonra bu hayal “Neden olmasın?” a dönüşüverdi. Sonra bir plana terfi etti… Ve gün geldi kendimi Ruta del Fin del Mundo tabelası önünde fotoğraf çektirirken buldum.
Yağmurlu bir sabah erkenden Punto Arenas’dan yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun; Ushuaia’ya gidiyoruz.
Punto Arenas’dan çıkmadan önce Magellan’ın dünya turunu gerçekleştirdiği 5 gemiden biri olan Nao Victoria’nın birebir boyutlarda yapılmış replikasını görmeye gidiyoruz. Burası Punto Arenas limanında konteyner yığınlarının arasında bir müze; Nao Victoria Museo. Gemi müzenin girişinden de olduğu gibi göründüğünden müzeye giriş ücreti ödemeden kapıdan hızlıca bir iki fotoğrafını çekmek istiyoruz. Fakat olayı abartınca yakalanmak kaçınılmaz oluyor. Çıkıp gelen görevli büyük olasılık İspanyolca “Kardeşim ayıp oluyor gidin bilet alıp da gelin” derken biz de Türkçe “Olur olur” diyerek minibüsümüze dönüp arkamıza bile bakmadan gidiyoruz… Yani dünyanın öbür ucundaki bir müzeye web sitesinde belirtilen tarifeye göre adam başı 3000 Şili Pezosu (Yaklaşık 10 TL) borçluyuz!
Ardından Ruta del Fin del Mundo’ya çıkıp yola düşüyoruz; yani Dünyanın Sonuna Giden Yol. Yolun sonunda Ushuaia var, dünyanın sonundaki şehir.
Fakat önce Magellan Boğazını geçmeliyiz. Bunun için Punta Delgada isimli küçük bir kasaba yakınlarına, feribota bineceğimiz Primera Angostura isimli geçiş bölgesine geliyoruz. Burası Tierra del Fuego adasıyla Güney Amerika kıtası topraklarını ayıran Magellan Boğazının en dar yeri. Eğer doğudan batıya doğru yelken açmışsanız ilk dar bölge olduğundan buraya Primera Angostura denilmiş; İlk Darlık demek…
Şanslıyız, feribot bekleyen çok fazla araç yok. Fakat sabahtan beri her fotoğraf çekmek için durmak istediğimizde hafiften stres olan rehberlerimizin tavrından anladığım kadarıyla bu noktada uzun araç kuyrukları olabiliyor…
İlk gelen feribota biniyoruz. Geçişimiz sadece 30 dakika kadar sürecek. Hava soğuk, rüzgâr sert ve deniz dalgalı. Bir süre dışarıda Magellan Boğazını izledikten sonra içeri giriyorum.
Karşı tarafta, Tierra del Fuego adasında karaya çıkacağımız bölgenin ismi İspanyolca ilkbahar anlamına gelen Primavera. Yeniden minibüse binerken hava buz gibi o yüzden bu isimle ilgili bir yorum yapmıyorum.
Tierra del Fuego; Güney Amerika kıtasının en sonunda yani en güneyinde yer alan takımadalara verilen isim. Daha doğrusu Magellan’ın verdiği isim. Ferdinand Magellan ilk kez 1520 yılında daha sonra kendi adıyla anılacak olan, kıta toprakları ile Takımadaları birbirinden ayıran bu boğazdan geçerken, sahilde pek çok ateş görüyor. Büyük olasılıkla bölgenin Yaghan veya Yamana olarak isimlendirilen yerlilerinin ısınmak amacıyla yaktığı ateşler. Bu görüntünün ardından buraya; "Tierra del Fuego" yani Ateş Toprakları ismini veriyor. Bazı araştırmacılar bu ateşlerin ısınma amaçlı değil, Magellan’ın filosunu pusuya düşürmek için olduğunu söylüyorlar bu arada. Yamana yerlileri sahilde ateşler yakarken orman içerisinde pusuda bekliyorlarmış…
İsmi ilkbahar anlamına gelip kendisi çok soğuk ve rüzgârlı Primavera’dan sonra Arjantin sınırına kadar önümüzde yaklaşık 150 kilometrelik toprak, insana böbrek taşlarını düşürtecek cinsten bir yol var. Yorucu ve sıkıcı olsa da yol bitiyor ve Şili-Arjantin sınırına varıyoruz. Toplam 16 günlük bu seyahatte 3. Kez Arjantin’e giriş yaptığımız sınır kapısının ismi; San Sebastian…
Arjantin’e girdikten sonra yol düzeliyor. Yolla birlikte keyiflerimiz de düzeliyor. Gruptan sıkı Galatasaraylı bir dostumuz hafiften konuyu maça getiriyor; O gün Galatasaray-Shalke 04 maçı var (13 Mart 2013, Şampiyonlar Ligi, Galatasaray’ın İstanbul’da 1-1 berabere kaldığı maçın rövanşı). Dostumuzun telefonu sürekli elinde, bağlantının olduğu yerlerde evi arayıp oğluna tembih ediyor; “Bak mutlaka bana gol olur olmaz mesaj göndereceksin…” Diğer bir yandan da hafiften grubun kalanına mesajlar veriyor gibi; “Biliyor musunuz maç yarım saate kadar başlıyor ve ESPN kanalı da maçı veriyor, yol üzerinde bir kafede falan mola versek, izlesek mi?”
Maçın ilk yarısının ortalarında Tolhuin isimli bir küçük kasabanın Panaderia La Union isimli, buralarda ünlü fırını ve kafesinde mola veriyoruz. Burası bizim unlu mamuller satan fırınlarla köy kıraathanelerinin karışımı büyük bir yer. Grubun maç meraklıları, doğrudan içeri giriyorlar. Hemen girişteki masalarda insanlar oturmuşlar maç izliyorlar. Fakat Real Madrid – Barcelona maçını…
Fakat Galatasaray sevdalısı dostumuzu durdurmak mümkün değil. Kaşla göz arasında, mekânın bir de üst katı olduğunu ve orada da bir televizyon bulunduğunu keşfediyor. Sonraki 5 dakika içinde grubun futbolseverleri ikinci katta, üstelik de dev ekran televizyonun karşısında, Galatasaray-Schalke 04 maçını izlemeye başlamışlardı bile! Tam da o sırada Galatasaray 1-0 mağlup durumdayken üst üste 2 gol atıp devre arasına 2-1 önde girmez mi? Tabii ki bir 15 dakikalığına ihtiyaç molası için girdiğimiz kafede, maçı sonuna kadar izlemeye karar veriyoruz. Güney Amerika’nın en ucunda, neredeyse haritada bile bulamayacağınız bir kasabada, Galatasaray maçı izlemek dönüşte anlatması çok keyifli olacak bir deneyim ne de olsa. Değil mi?
Futboldan pek hazzetmediğimden, dostlar maç izlerken önce bir süre Panaderia La Union’da dolaşıyorum. Arka tarafta bir oda büyüklüğündeki kafeste papağanlar var. Bir tane de Iguazu’da bir türlü göremediğimiz Tukan.
Panaderia La Union'un bir köşesinde balmumundan bir doktor heykeli var; Dr Rene Favaloro…
Tolhuin gibi o küçük bir kasabanın unlu mamulleriyle ünlü fırınında bir Doktorun heykelini görmek ilginçti tabii ki fakat geri dönüp kim bu Dr Rene Favaloro diye araştırdıktan sonra konu daha da ilginçleşti…Dr. Rene Favaloro Koroner By-pass Cerrahisinde çığır açmış bir hekim. Arjantin’de Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Cleveland Clinic'e davet üzerine gitmiş (Rabbi Cleveland dememiş!). Uzun süre Koroner Anjiyografi üzerine çalışmış. İlk başarılı by-pass operasyonunu yapanlardan bir tanesi ve kalbin durdurulup, kalbi besleyen tıkanmış damarların bacaktan alınan toplardamarla değiştirildiği klasik tekniğin öncülerindenmiş. (Hatta bazıları Dr Favaloro’nun bacaktaki toplardamarları kullanma tekniğini geliştiren kişi olduğunu söylüyorlar…)
Dr. Rene Favaloro Amerika Birleşik Devletlerindeki şöhretli ve kazançlı kariyeri bırakıp 1971’de halkına hizmet etmek için ülkesine dönmüş. Hayali Arjantin’de Cleveland Clinic benzeri hem hastalara hizmet edecek hem de Kalp Damar Cerrahları yetiştirecek bir merkez kurmak. Bunun için de bağışlar toplayarak Favaloro Vakfını kurmuş. Kurduğu merkez zaman içerisinde binlerce hastayı tedavi ettiği gibi Arjantin ve Amerika’dan 450 kadar da uzman yetiştirmiş. Başlangıçta işler iyi gitse de Arjantin’in yaşadığı politik ve ekonomik krizlerin etkisiyle 2000’lere gelindiğinde Vakfın 75 Milyon dolardan fazla borcu varmış. Dr. Favaloro defalarca Arjantin Hükümetinden yardım istese de yanıt alamamış. Ümidini kaybeden Favaloro 29 Temmuz 2000 yılında kalbine dayadığı silahını ateşleyerek intihar etmiş…
Ölümünden sonra Arjantin Devlet Başkanı Fernando de la Rua’ya yazdığı mektubun hiç okunmamış olduğu ortaya çıkmış. Bu mektupta Vakfı için yardım istediği Başkana şöyle yazmış; "Kendi halkıma hizmet edebilmek için bir dilenci gibi sürekli para istemekten yoruldum!"
Okuduklarım arasında Dr. Rene Favaloro’nun Tolhuin ile direk bağlantısı hakkında gözüme bir şey çarpmadı açıkçası ama böyle bir adamın heykelinin bir yerde bulunması için direk bir bağlantıya da gerek yok zaten…
Dr Favaloro’nun kim olduğunu henüz bilmediğim o gün, futboldan pek hazzetmediğimden makinemi alıp Tolhuin sokaklarında dolaşıyorum biraz. Fakat kasaba gerçekten çok küçük. Birkaç fotoğraf çekip maç izleyenlerin yanına dönüyorum.
Maç sonrası yeniden minibüsümüze atlayıp Ushuaia’ya kadar kalan son 103 kilometreyi de bitirmek istiyoruz.
Ushuaia’ya vardığımızda hava çoktan kararmıştı. Doğrudan otelimiz Los Naranjos’a geçiyoruz; Şehrin ana caddesi üzerinde ve hiç de fena değil... Kapıdan girer girmez Türk grubu bekleyen resepsiyon görevlisi bize soruyor; “Galatasaray maçı ne oldu biliyor musunuz?” Biliyoruz tabii ki…
Akşam yemeğini otelin hemen yakınındaki, isminden başka bizimle bir alakası olmayan El Turco Restoran'da bu kez et yerine pizza olarak alırken aklım yarın sabahki Turda…
*** “PATAGONYA” bir yazı dizisidir. Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-1-el-chalten-ve-cerro-fitz-roy
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-2-buzul-uzerinde-yurumek
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-3-muhtesem-perito-moreno
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-4-sili-patagonyasina-gecis-torres-del-paine
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-5-torres-del-paineden-punto-arenasa
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-7-ushuaia-dunyanin-sonundaki-sehir
http://gezimanya.com/GeziNotlari/patagonya-8-ve-son-en-guneydeki-sehrin-sokaklari-ve-ates-topraklari