Şehirde yorgunlaşan, rutinleşen bünyelerden misiniz? Peki ya devamlı çalışıyor olmanın sıkıcılığından şikayetçi misiniz? Yoksa yazın yapacağınız yıllık tatili ocak ayında planlamaya mı başladınız?! Öyleyse en acelesinden miniminnacık kaçamaklar yapıp, bu haleti ruhiyeden kurtulmak için bu yazıyı okumak sizin için hayati önem arzetmekte…
Tam da böyle bedbaht bir dönemimde karşıma inanılmaz bir fırsat çıktı..! Cuma gününü de içine alıp Pazar günü biten minik bir seyahat, yorgun zihnimde anlatılmaz bir enerji devinimi yarattı. Yunanistan Kavalada başlayıp Selanik’te sona eren bu yolculuktan aklımda kalan üç şey; eğlence, eğlence ve yine eğlence..!
15 kişiden oluşan grubumuzla kara yollarını tercih ettik. Şüphesiz ki bu tercihimiz maliyetiyle doğrudan alakalı. Hal bu olunca sabah saat 06.00’da düştük yollara… Bir yandan uyuklayıp diğer yandan buğulanmış cama yaslanan başım beni rahatsız etmeye başlayınca mücadeleyi bırakıp, gözlerim açık, henüz ağarmaya başlayan gökyüzünü kulağımda birkaç notayla seyretmeye başladım. Uzayan yollar bir anda bitince kendimizi sınırda bulduk. Bir kaç inmeler binmeler, kontrolden geçmeler ve sonunda Kavala…
Tepelere inşa edilmiş evler hiç yabancı değil, Safranbolu evleri misali yan yana dizilmiş…Çok şanslıyız hava güneşli ve sıcak…( üstelik ocak ayındayız!!) Sessiz ve sakin deniz o kadar alımlı duruyor ki …Kıskanmamak elde değil..! Az biraz sakinleşince otobüsten iniyoruz. Sokaklar da hep bir tanışıklık hep bir ahbaplık… Çok geçmeden öğle yemeğimizi Kavala’daki Zafiris restoranda alıyoruz… Yemekler de sokaklar, bitkiler, evler, insanlar kadar benzer. Yunan soframızda sürahilerle bira ve şaraplara leziz mi leziz mezeler eşlik ediyor… Ana yemek iyi pişmiş et ve patates püresi… Öğleden sonra şehir turumuz esnasında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evi, günümüzde otel olarak kullanılan imaret ve su kemeri ile kale yolculuğunun ardından yaklaşık iki saat sonra Selanik’e varış…
Cumartesi… Yepyeni bir gün… güneşli mi güneşli... Kaldığımız otele yorgunluğumuzu bırakarak çıktığımızda kendimizi, Selanik’in ünlü meydanı Aristo Meydanı’nda buluyoruz. Genişçe bir meydan… Çeşit çeşit caddenin tam kesişim noktasında. Meydana adını veren Aristotales’in şanına yakışır bir heykelide bulunmakta. Hızımızı alamayıp alışveriş çılgınlığına girişmek istiyoruz her mağazaya girip çıkıyoruz, her yerde indirim olmasına rağmen her şey çok pahalı… -Amaan…Ne ararsak İstanbul’da var avuntusu ile her mağazadan gerisin geri çıkıyoruz. Sanki caddeleri arşınladıkça markalar bilindikleşiyor. Hemen küresel muhabbetler dönüyor içimizde… Aklımda kalan şeylerden biride neredeyse iki adımda bir karşılaştığımız eczanelerin kapalı olması…Eczaneden bir şeyler arıyorduk ve tesadüfe bak ki hepside 14.00 olmadan kapanmıştı. Akşama doğru otele geri dönerken aklımızda pastanelerde gördüğümüz Selanik çörekleri ve turtaları var...
Yunanistan’a gelipte tavernaya gitmeden memlekete dönmek işten değil deyip civardaki en has tavernaya gitmeyide ihmal etmiyoruz Palati Rembetika..Masalara göz gezdirince bizim gibi gelen gruplar var herkes gülümsüyor. Hemen kıyas yapıyoruz..-Hayır…Yunan kızları bizden güzel değiller…! Rahat bir nefes alıp, kendi kendimize aldığımız bu galibiyetle yemeğimize başlıyoruz. Menüde yok yok… Akabinde çalan şarkılarla kendimizi pistte buluyoruz. “Bir Türk dünyaya bedeldir” lafının hakkını verircesine halay çekmeyi de unutmuyoruz . Kulağımızda tanıdık nağmeler… Mavi mavi masmavi gözleri boncuk mavi diye mırıldanırken, işte bu yüzden birbirimize bu kadar benziyoruz diye düşünmeden edemiyoruz. Sırayla sirtaki yapan yaşlı, genç, kadın ve erkekler … hepsi ayrı şık ayrı özel… Evet… bu sıralarda gerçekten kıskanmadan edemiyoruz! Öyle böyle derken gecemiz sabaha doğru noktalanıyor. Casino deneyimi yaşamak isteyenler civardaki lüks bir otelin kumarhanesine gidiyor yarın ki maraton için dinlenmek isteyen bizler ise tam da olmak istediğimiz yere yatağımızın içine…
Bir de yorgun olunca uyunur derler..! Heyhat... yalan demişler…
Üçüncü ve son gün… Daha gezmediğimiz çok yer var diye hayıflanmayı bırakıp erken saatte uyanıyoruz. Kordon boyunca yürüyoruz üzerinde dalga dalga dalgalanan yunan bayrağının olduğu kulenin dibine kadar gidip fotoğrafta çektiriyoruz. Her yer sessiz her yer sakin… Deniz o kadar güzel ki... Biraz alışveriş yapmak istiyoruz ama her yer kapalı. Otele geri dönüp otobüsle şehir turumuza başlıyoruz. Bu güzel şehri turlarken pek tabii Atatürk’ün Evi’ni de ziyaret ediyoruz. Şehir sonradan camii olan bir sürü kilise ve yapılardan oluşuyor her yerde Osmanlı’dan kalma bazı eklemeler var tabi ki.. Öğle yemeğimizi mükemmel bir restoranda alıyoruz ismini ne yazık ki hatırlayamıyorum.
Buranın işletmecisi yazlarını Büyük Ada’da geçiren, Türkçe de konuşabilen tam bir beyefendi. Hizmette sınır yok… Yunan rakısı yerine Türk misafirlerine jest yapıp bizim rakımızı sırtımızı sıvazlayarak içiriyor. Varın gerisini siz düşünün artık… Pür neşe pür güler yüz… Herkes mutlu...
Geri dönüş vakti geldi. Yolcudur Abbas bağlasan durmaz misali… Yolda ihtiyaç molaları dışında zaman kaybetmiyoruz herkes birbirine halen gördüklerini anlatıyor. Keyifli mi keyifli…Bende kendimle kalacak zaman buluyorum…Kendimi hem tebrik edip hemde kutlamak istiyorum.Üç güne hem kültür hem eğlence hem değişiklik hem lezzet hem de farklılık katabildiğim için. Son söz önemlidir bilirim ama ben size son sözden ziyade son çağrımı yineleyebilim Gidin Görün ve yaşayın hepsi bu..!
İyi Yolculuklar..!