Tabiat, Tarih ve Romantizm: Büyükada

Yıllardır İstanbul’da yaşıyorum, birkaç sene önce bir yaz günü hafta sonu Heybeliada’ya gezmeye gitmiştik, ama gerek kalabalık bir vapur yolculuğu, gerekse de adadaki insan kalabalığı nedeniyle gezimizden çok fazla zevk alamamıştık. Havaların da güzel gitmesiyle şu kış gününde bir Büyükada seyahati yapalım dedik ve rastgele bir seçim yaparak iskelenin hemen yakınlarında bulunan Kumsal Butik Otel’den (http://bit.ly/1ASR3rt) bir Pazar günü için rezervasyonumuzu yaptırdık.

Büyükada’ya gidiş şehrin birçok yerinden şehir hatları vapuru ile yapılıyor, Anadolu yakasından da farklı ve daha sıklıkla giden deniz araçları mevcut. Biz günü tam olarak değerlendirebilmek amacıyla erken saatlerde kalkan bir vapurla yola koyulduk, yol Kabataş İskelesi’nden yaklaşık 1,5 saat sürüyor. İlk durağımız Kadıköy İskele daha sonra Kınalıada, Burgazada, Heybeliada ve sonunda adaların merkezi ve en büyüğü olan Büyükada.

Deniz yolculuğu çok keyifli, adaları görerek, manzara seyrederek gidiyorsunuz. Genelde adalar yemyeşil, Büyükada da kıyı kısımlarında yapılaşma olsa da çam ormanlarının içerisinde bir tabiat harikası. Genel bir bilgi verecek olursam, ülkemizde Adalar olarak bilinen bu bir grup ada dünya literatüründe Prens Adaları olarak biliniyor. Büyükada, Rumca adıyla Prinkipo, Prens Adaları’nın nüfus olarak da en kalabalığı, yıl boyunca sabit nüfusu yaklaşık 7.000 civarındaymış ancak yazları 40.000’in üzerine çıktığı söyleniyor. Ada; kuzeyden güneye 4,3 km, doğudan batıya da 1,3 km. Kuzeyde 164 metre yüksekliğinde İsa Tepesi, güneyinde ise Rumlarca Aziz Georgios olarak anılan 202 metre yüksekliğindeki Yüce Tepe.

Adaya varıp otele giriş yapıp yaptıktan sonra turumuza başladık. İlkin otele yakın birkaç adım ötede bulunan fayton istasyonuna geldik. Fayton tercih etmemizin nedeni gezimize biraz nostalji ve romantizm katmaktı ve de giderken yorulmayalım diye düşünmüştük. Buradan yaklaşık 3,3 km kadar güney uçta bulunan Aya Yorgi Kilisesi’ne kadar faytonla seyahat ettik. Yol kenarlarında çeşit çeşit yazlık evler arasından geçerek kilisenin olduğu yamacın 1 km kadar altına geldik. Buradan sonra yeşil çam ağaçlarının içerisinden yukarıya doğru yürüyüş yaptıktan sonra muhteşem Aya Yorgi Kilisesi’ne ulaşmıştık. Yol boyunca da insanların bir ip veya bez parçası bağladıkları ağaç ve çalılar içerisinden geçtik, kimileri de makaralar ile yollara iplikler sermişler. Şimdi bu adanın en yüksek yerine inşa edilmiş bulunan kilise ve yollarda gördüğümüz, dilek ipleri, makaralar ve ağaçlara bağlanan bez parçaları ile ilgili bilgiler vereyim.

Patrikhane kayıtlarından elde edilen bilgilere göre Aya Yorgi Manastırı'nın inşa ediliş tarihi 1751'dir. Bu tarihte inşa edilmiş olan küçük kilise, şapel ve dua yeri eski kilise olarak bilinir ve iki katlı, kiremit örtülü küçük bir yapıdır. Tepede çan kulesinin arkasındaki kesme taştan yapılmış olan kilise ise yeni Aya Yorgi Kilisesi'dir ve 1905 yılında inşa edilmiş, 1909 yılında kullanıma açılmıştır.

Aya Yorgi Kilisesi yılda iki kez, 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde ziyaretçi akınına uğruyor. Bu tarihlerin de önemi şöyle; Aya Yorgi Kilisesi, Efes yakınlarında bulunan Meryem Ana’nın evi ile birlikte Hristiyanlar tarafından kabul edilen iki hac noktasından biri olma özelliğini taşıyor. Ortodoks mezhebinde 23 Nisan tarihi, Yorgoların isim günü olarak anılıyor. Hem 23 Nisan hem de bir Azize olan Ayia Thekla’nın anıldığı 24 Eylül tarihlerinde Aya Yorgi’ye gelmek Hristiyanlar inancına göre daha kutsalmış. Bu tarihlerde Aya Yorgi’ye giden yolu tıpkı efsanedeki çoban gibi çıplak ayakla ve hiç konuşmadan takip edenlerin yarı hacı sayılıyor olduğuna inanılıyormuş.

Bu özel günlerde ziyaretçilerin gerçekleştirdiği seremoniyi de anlatacak olursam; kiliseye ulaşan ziyaretçiler, buradan bir anahtar veya bir çan alıyorlar, dileği gerçekleşenler ise bu andan hemen sonra aldığı objeyi kiliseye geri götürmek zorundaymışlar. Ayrıca kiliseye çıkan yokuşta çalılara ip bağlayanların da dileklerinin gerçekleşebileceğine, yolun başından sonuna kadar bir makara ipi aça aça ilerleyenlerin de kısmetlerinin açılacağına inanılıyor. Dileklerini bir kâğıda yazıp bu kâğıdı kilisenin içindeki dilek kutusuna da atabiliyorsunuz. Bunların dışında renkli adak mumları, küp şekerler ve ağaç dallarını dizerek oluşturdukları harf ve çizimlerle de dilek diliyorlar.

Bu yüksek tepede kilisenin hemen yanında birçok şeyi bulabileceğiniz bir de kafeterya da mevcut, burada yorgunluğunuzu deniz ve orman manzarası seyrederek giderebilirsiniz.

Bu ziyaretten sonra aynı çıkılan yoldan tekrar geriye döndük, ikinci ziyaret ettiğimiz önemli bir tarihi yapı da İsa Tepesi denilen, adanın ikinci yüksek tepesinde konumlanmış çok katlı ahşap Rum Yetimhanesi olarak adlandırılan bir yapıydı. Yemyeşil bir ormanın içerisinden denizi gören muhteşem ve özel yapı maalesef ki tellerle çevrilmiş, sadece dışarıdan görülebilmektedir. Çünkü gezilecek bir hali kalmamış, metruk bir halde ve kısa bir süre sonra da kendiliğinden yıkılacak gibi gözüküyor. Muhtemelen ziyaretçilerin güvenliği açısından bu şekilde bir uygulama yapılıyor diye düşünülebilir.

Tarihçesine gelecek olursak, 1888 yıllarında bir Fransız şirket tarafından otel amaçlı yapılmış, dünyanın ilk çok katlı ahşap binasıymış, fakat o dönemki yerel yönetimden izin alamamışlar ve bina bir Rum kadına satılmış o da burayı yetimhaneye dönüştürmüş. Ancak 1960 yılına kadar Kuleli Askeri Lisesi geçici binası gibi farklı şekillerde kullanılmış ve o günden bu yana dış kısmı dikenli tellerle çevrilmiş ve terk edilmiş bir vaziyette.

Bugün Büyükada’da özellikle ziyaret etmek istediğim bir yer de Rus Siyasetçi Troçki'nin sürgün hayatının 4,5 yıl gibi önemli bir bölümünü geçirdiği Troçki Evi idi. Orası da yine dönüş yolu üzerinde ana yola çok yakın bir sokak içerisinde denize karşı yine ahşap ağırlıklı bir yapı. Ben müze benzeri bir ev görmeyi hayal ediyordum ama üzerinde martılar ve baykuşların yuva yaptığı metruk bir bina gördüm, oysa aynı Troçki'nin Meksika’da yine sürgünde yaşadığı ev şu an müze olarak ziyaretçileri bekleyen bir yer olmuş.

Her iki tarihi fakat metruk binaları görünce üzülüyor insan, oysa her iki yer de dünya kültür mirası olabilecek tarihi ve kültürel niteliğe sahipler. İlgili kamu kuruluşları buraların bakımını, onarımını yaptırsalar da ülkemiz kültürüne, turizmine katkısı olsa diye hayıflanmamak mümkün değil.

Ada merkezi çok şirin, yeteri kadar kafe, restoran ve butik oteller mevcut, ayrıca birçok zincir marketin küçük şubeleri de var. Genel olarak fiyatlar da makul diye düşünüyorum, havası temiz, motorlu araç kullanımı da yok, hafta sonları için güzel bir gezi noktası.