Asırlık Geleneğin Ev Sahibi: 91. Gazi Koşusu ve Veliefendi

Türk Atçılığı’nın en eski ve prestijli yarışı kabul edilen, 1927 yılından beri kesintisiz haziran ayının son pazar günü koşulan “Gazi Koşusu” geleneğini yerinde yaşamak üzere ilk defa bir antrenör, binici, at sahibi ve atseverlerden oluşan küçük bir grup ile Veliefendi Hipodromu’ndayız. Koşulduğu ilk yıl Kurban Bayramı'na denk gelen yarış o günden sonra yine bir bayram günü koşulacak. Yarışı organize eden Türkiye Jokey Kulübü de bunu vurgulamak için olacak, bastırdığı tüm tanıtım afişlerinde “Çifte Bayram” vurgusu yaparak, yarışseverlerin heyecanını arttırmaya amaçlamış.

Saat 20.00 sularında başlayacak yarış için üç saat öncesinden hipodroma geliyoruz. Hipodromun etrafı tam bir curcuna ve başıbozukluk içinde. Araçları ile gelen yarışseverler için oluşturulmuş yeterli otopark bulunmadığından herkes aracını gelişi güzel, bulduğu ilk yere park etmiş ve trafik arapsaçına dönmüş. Yaklaşık bir kilometre uzakta bıraktığımız aracımızdan inip, en yakındaki giriş kapısına doğru yürüyoruz. Etrafta hiç bir yönlendirme levhası olmadığından çevremizde başı kesik tavuk gibi oradan oraya yürüyen, koşuşan yüzlerce yarışsever arasında omuz omuza hareket ediyoruz adeta. Geldiğimiz kapıdan sadece yarışacak atların sahiplerinin giriş yapabildiği söyleniyor ve yaklaşık 700-800 metre gerideki başka bir girişe yönlendiriliyoruz. 35 derece sıcakta, güneş altında gerisin geriye, ana giriş kapısına doğru ekmek parasını çıkartmak için avaz avaz bağırarak su, ay çekirdeği, köfte satıcılarının arasından geçiyoruz. Her yer içildikten sonra sağa sola gelişi güzel atılmış ve ezilmiş pet şişelerle dolu. Kan-ter içinde hipodromun ana kapısına ulaşıyoruz. Biletlerimizi almak için gişeye yöneliyoruz. Yarışlara olan yüksek ilgiye rağmen bilet gişelerinde uzun kuyruk olmaması, gerilen sinirleri yatıştırmaya yardımcı oluyor. Bilet fiyatları adeta 1927 yılında koşulan ilk yarıştan bugüne nerede ise hiç değişmemiş. 91 yıl önce ilk yarıştaki bilet fiyatları hususi mevki için 5 TL, birinci mevki için 1 TL iken bugün erkek seyirciler için 2 TL, kadın seyirciler için 1 TL olarak belirlenmiş. Nedendir bilinmez, bu büyük yarış için localar satıştan kaldırılmış. Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra kendimizi ağaçlık ve çimenlik geniş bir mesire alanında buluyoruz. İnsanlar ağaç gölgelerinde, çimenler üzerine uzanmış şekilde piknik yapar gibi bir havadalar.

‘VELİEFENDİ’ İSMİNİN HİKAYESİ

Hipodromun bu mesire alanı havası farkında olmadan başka bir geleneğin yaşatılması anlamına geliyor. Şöyle ki; hipodromun ismi, 18. yüzyılda şeyhülislamlık yapmış olan Veliyuddin Efendi’den gelmekte. Devrin önemli hattatlarından da olan Veliyüddin Efendi şeyhülislam iken devrin padişahı III. Mustafa tarafından kendisi hakkında yapılan bir yolsuzluk şikayeti neticesinde Manisa’ya sürgün edilir. Sonradan suçsuzluğu anlaşılınca bu bölgedeki arazi iade-i itibar maksadıyla padişah tarafından kendine bağışlanır. O da bu araziyi parada pulda gözü olmadığını gösterebilmek için İstanbullular tarafından mesire yeri olarak kullanılması için vakf eder. Yıllarca Çırpıcı Deresi yanındaki bu geniş yeşillik alan İstanbullularca mesire yeri olarak kullanılır. 1911 yılında ise Enver Paşa vakfetme şartını gözardı ederek burayı hipodrom için tahsis eder. Hatta projesini Harbiye Nezareti Başmimarı olarak atadığı Vedat Tek Bey'e çizdirir. Enver Paşa’nın acı sonu adeta vakıf mallarını maksat dışı kullananların gün yüzü görmeyeceğine olan inancı perçinler niteliktedir. Bu arada bugünlerde emlak kulislerinde Varlık fonuna devredilen Türkiye Jokey Kulubü'ne kiralanmış olan bu alanın imara açılacağı dedikoduları dolaşmakta. Vakıf mallarını maksadı dışında kullananların gün yüzü görmeyeceğine olan inancı bu vesile ile bir kez daha hatırlatalım ve bu hatırlatmanın para hırsının önüne geçeceğini umut edelim.

‘GAZİ KOŞUSU’ SADECE BİR YARIŞ MI?

Veliefendi Hipodromu’ndaki çılgın kalabalığı ve keşmekeşi bir süreliğine bırakıp, yolculuğumuza zaman içinde devam edelim. Bir süreliğine Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve genç başkent Ankara’ya uzanalım. Cumhuriyet’in ilk 10 yılı Cumhuriyet için belirleyici devrimlerin ve ve sosyal hayatın güçlendirildiği yıllar olmuştur. Bu esnada yeni Cumhuriyet’in başkentinin de modern bir hal alması için çalışmalar sürmektedir. Düzenli bir program çerçevesinde modern at yarışlarının yapılması da bu çalışmalardan biridir.

Kurtuluş Savaşı sırasında ülke savunmasında ve ulaşımda önemli rol oynamış olan atların büyük bir kısmı savaşlar sırasında telef olmuş, kalanlardan işi yarayanlar ise işgal kuvvetlerince el konulmak suretiyle ülkelerine götürülmüştü. Bu durum at yetiştiriciliğine büyük darbe indirmiş, biran önce devlet eliyle yurttaki at ırkını ıslah etmek, at sayısını çoğaltmak, atçılığın yayılmasını sağlamak gerekmektedir. Bu maksatla Atatürk’ün direktifleriyle Başbakanlığa bağlı “Yüksek Yarış ve Islah Encümeni” adıyla bir komisyon kurulur.

Komisyon’un yaptığı ilk işlerden biri her yıl tekrarlanabilecek bir yarış programı hazırlamak olur. Bunun ilk örneği; İngiltere’de gelenek haline gelen Derby yarışlarını emsal kabul ederek planlanan  bir yarış olur. Bu yarışa yakışacak en güzel isim “Gazi Koşusu” olacaktır. Atatürk bu teklifi sevinçle karşılar ve 1927 yılından itibaren 1.800 metrelik bu yarışın koşulmasına karar verilir.

AT YOK, HİPODROM YOK AMA İNANÇ VAR

Ancak, Ankara’da bu yarışın koşulabileceği bir hipodrom olmadığı gibi, değil Ankara’da tüm ülkede bu uzunlukta bir yarışı koşabilecek İngiliz atı sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. Başkent’te bulunan tek İngiliz tayına ilave olarak bu yarış için İstanbul’da aranıp bulunan sadece üç İngiliz tayı vardır. Onlar da trenle Ankara’ya getirilir. Ankaralıların yarışa olan ilgisini artırabilmek için İstanbul’dan getirilen atlar Ankara Garı’nda davul ve zurna ile karşılanır. Yarışacak atlar bulunmuştu ancak yarışın gerçekleşeceği hipodrom sıkıntısı halen devam etmektedir. Kısa sürede bir hipodrom inşası mümkün olmadığından o günlerde Muhafız Alayı erlerinin eğitim yaptığı Bahçelievler'e giden yol üzerinde bulunan ve Tayyare Meydanı diye bilinen alan hızla hipodroma dönüştürülür. Seyirciler için ahşap tribünler kurulurken, atlar için de askeri çatırlardan ahırlar yapılarak yokluklar içinde yarış organizasyonu tamamlanır. Genç Cumhuriyet’in yönetici kadrosu aynı zamanda at yarışının da hakem ve yönetici heyetini oluşturur. 4 Haziran Cumartesi günü koşulan yarışı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de izler. İlk yarışın galibi Şekerci Hacı Bekir Muhittin’in Neriman adlı atı olur. Ancak; geç çıkışına rağmen mükemmel bir performans gösteren ve yarışı bir baş geride ikinci bitiren Ankara’nın tek İngiliz tayı Fama’nın gayretleri yarışı seyredenlere unutulmaz anlar yaşatır. Sonraki yıllarda Gazi Koşusu’nu kazanan tay sahipleri arasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü (1930) ve Celal Bayar (1929) da yer alır.

Alınan tedbir ve teşvikler İngiliz atı yetiştiriciliğinde hızla ilerlenmesine yol açar ve 1932 yılına gelindiğinde yarışa katılacak taylara kısıtlama getirilir. Koşuya artık yalnız üç yaşındaki erkek ve dişi yerli taylar girebilecektir. Yarış mesafesi de İngiliz Derby’sinde olduğu gibi 1,5 mile, yani 2,400 metreye çıkarılır. Ankara’nın ilk hipodromunun kısa zamanda yetersiz kalması ve yerine 1936’da Büyük Ankara Hipodromu’nun inşa edilmesiyle, bütün yarışlar bu yeni hipodroma alınır. 1968 yılından başlayarak hem daha geniş kitlelerce izlenmesi, hem de bahis gelirlerinde artış sağlanması maksadıyla yarışlar İstanbul’a Veliefendi hipodromuna alınır.

91. GAZİ KOŞUSUNA 60 DAKİKA KALA

Yeniden İstanbul Veliefendi Hipodromu’na dönüyoruz. Tribündeki yerimizi alıyoruz. Seyircilerden büyük bir kısmı yarışı oturarak seyretmek yerine, tribünler ile pist arasındaki geniş alandan seyretmeyi tercih ediyor. Buradaki seyircilerin nerede ise tamamı birer jokey edasında büyük koşuya konsantre olmuş durumda. Yarışın başlamasına daha bir saat var. Önce bahis oynanan gişelere uğruyorum. Bahis gişeleri önündeki kuyruklarda gencinden, yaşlısına, kadınından erkeğine onlarca kişi “at koşar, baht kazanır” şiarı ile kuponlarını yatırmak için bekliyor. Oldum olası bu tür bahis ve şans oyunlarına itibar etmediğimden ne para, ne de zaman harcıyorum. Biran önce yarışa katılacak atların yarış öncesinde meraklıların önünden yapacağı geçişi izlemek üzere yemyeşil padoka gidiyor ve kalabalık arasında kendime zorla yer buluyorum. Yarışa katılacak atlar seyisleri eşliğinde seyircilerin önünden saygı geçişi yapıyor. Kameralara poz veriyorlar. Favori atını padokta gören yarışseverler kendilerini kontrol etmekte zorluk çekiyor. Bu sene yıl içinde gösterdikleri üstün başarılar nedeniyle biri kısrak, toplam 19 tay yarışa katılma hakkı elde etmiş ve kaydını yaptırmış durumda. Yarışta birinci olmak kadar yarışa katılmış olmakta at sahiplerince gurur olarak görülüyor. "Storm Sea Swell" isimli at ise yarış öncesinde Komiserler Kurulu kararı ile yarışa katılmaktan men ediliyor ve yarışacak tay sayısı 18'e iniyor.

Yarışın açıklanan maddi ödülü 1.5 milyon TL, buna ilaveten verilecek olan yetiştiricilik primi ve kaydiye ücretlerinin toplamıyla ödül yaklaşık 2.6 milyon TL olarak tahmin ediliyor. Maddi ödül kadar önemli bir diğer ödül de; 1970 yılından itibaren heykeltraş Doç. Dr. Sadi Çalık elinden çıkmış olan Atatürk’ün at üstündeki heykeli şeklinde olan bir bir kupa. Yarış öncesinde bu kupa seyircilerin yakından görebilmesi maksadıyla yarış pistinin yanındaki düzlükte sergileniyor. Ancak, kalabalıktan yanına ulaşmam mümkün olmuyor. Padokta geçişlerini tamamlayan atlar yerlerini alırken, ben de tribündeki yerime geçiyorum ve sabırsızlıkla yarışın başlamasını bekliyoruz. 

91. GAZİ KOŞUSU GALİBİ:  PIANO SONATA

Yarışı birlikte izlediğim dostlarıma favori atlarını soruyorum. Kendisi de genç bir binici olan 13 yaşındaki kızım o gün bu yarıştan önce koşulan iki yarışın birincilerini doğru tahmin etmenin kendinde yarattığı özgüvenle “mor” binici formalı Ahmet Çelik’in jokeyliğini yaptığı Piano Sonata’nın birinci olacağını söylüyor. Atlar yarışın startının verileceği ve box adı verilen metal kafeslere girmeye başlıyorlar. Ancak Ulan Bator’un box'tan çıktığı ve hızla koşum takımlarının söküldüğü görülüyor. Yarışın başlamasına dakikalar, saniyeler var. Yarış bu şekilde başlarsa Ulan Bator yarışa katılamayacak. Ancak, seyircilerin meraklı bakışları ve yorumları eşliğinde seyisler inanılmaz bir süratle koşum takımlarını yeniden donatarak taylarını box'a sokmayı başarıyorlar ve start veriliyor. Büyük bir mücadele ile geçen yarışın son 400 metresine 6 sırada giren kızımın favorisi Piano Sonata son 200 metre de yaptığı atak ile yarışı birinci bitiriyor. Tribünler görülmeye değer bir çoşku yaşıyor. Herkes desteklediği, bahis oynadığı atı unutup, 91. Gazi Koşusu şampiyonu Piano Sonata’yı ayakta alkışlıyor. Yarış derecesi 2.27.74 olarak açıklanıyor. Bu son 10 yılın en iyi derecesi. Ancak, itiraz anlamına gelen ve diğer at sahipleri tarafından hakemlere iletilen protestoların değerlendirilmesi bekleniyor. Kısa sürede değerlendirilen itirazlar sonunda sonuç kesinleşiyor. Bu sonuçla jokey Ahmet Çelik üst üste üç kez Gazi Koşusu’nu kazanarak efsane jokey Ekrem Kurt’un 1973 yılındaki rekorunu tekrarlamış oluyor.

YARIŞA VE TRİBÜNLERE İLİŞKİN BİR SEYYAHIN ŞAHSİ GÖZLEMLERİ

Bir asıra varan mazisi ve oluşturma felsefesi göz önünde bulundurulduğunda bu koşuya sadece bir “at yarışı” diye bakmak mümkün değil. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu günlerden bugünlere gelen bir düşüncenin, hayat görüşünün, felsefenin yansıması diye bakmak gerekir. Ancak, bu noktada bazı ciddi sıkıntılar olduğuna dair kişisel tespitlerim var. Herseyden önce belirtmeliyim ki bu türde misyon içeren faaliyetlerin daha görkemli ve ismine yakışır şekilde düzenlenmesi, kutlanması gerekir. Organizasyonun sıradanlığı, yarışma öncesindeki bando geçişi, jonglör gösterisi, çocuk atölyeleri, sosis balonlu, yüz boyamalı, çocuk tiyatrosu, hokkabazlı gösteriler Türk Atçılığının zirvesi sayılan ve Ulu Önder Atatürk’ün adını taşıyan böyle bir aktivite için son derece sıradan ve basit kalıyor. Üzülerek gördüm ki o hipodromda asırlık geleneğin ruhunu, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefisini yansıtan hiçbir şey yoktu. Bir tarafta olayı sadece bahis kavramına indiren, çekirdek çıtlayan, küfürlü konuşan, birbirine ulu orta cinsel içerikli el şakası yapan pespaye bir kitle, diğer tarafta İngiliz taklitçiliğinin berbat bir örneği olan renkli, büyük şapkalarla boy gösteren, o sıcakta koyu takım elbiseleri ile ellerinde içki kadehleri ve pahalı purolarla dolaşan ve biz ‘zenginiz’ diye bağıranlar...

Bu manzara aklıma o meşhur derviş fıkrasını getirdi. Dervişe "Sıcak havayı mı yoksa, soğuk havayı mı seversin?" demişler. O da “Ilığın canımı çıktı” demiş. Ben de sormaktan kendimi alamıyorum. Pespayelik ile taklitçiliğin ortası yok mu? 91 yıl dediğiniz süre nerede ise üç nesle tekabül eder. Bu süre içinde özelde atçılık ve sporda, genelde de insan kalitesinde kendine has bir kültür, pespayeliklere ve paçozluklara zemin hazırlamayacak entellektüel birikim oluşturamamış olmak acı değil mi? Acaba bunun altında Cumhuriyet ile prototipi çizilen aydın, okuyan, kültürlü, çağdaş, demokrat ve laik insan modelinin ruhunu tam kavrayamayan, bu prototipi sadece seçkin (elit) ama kısıtlı bir zümre ile sınırlı zanneden ve bu yanlış anlamanın doğrultusundaki yanlış uygulamalar, baskılar ve bunların sebep olduğu ezilmiş, dışlanmış, baskılanmış, cahil bırakılmış kitlelerin Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve o ilkeler doğrultusundaki prototip insana  duyduğu nefret mi yatıyor? diye sormaktan kendimi alamıyorum.

Son olarak da bir gezi yazısının sınırlarını daha fazla zorlamadan şahsi bir temennimi dile getireyim, bu denli önemli bir kupanın sayın Cumhurbaşkanı tarafından hak edilenlere verilmesi ülkenin kurucu değerlerine sahip çıkıldığının ve koyulan hedeflerin daha da ileri götürülmesinin en güzel göstergesi olacaktır. 

Oğuz OTAY

www.gezmekyetmez.com

İstanbul, 27 Haziran 2017

Oğuz Otay

Yazar Hakkında

Oğuz Otay

Seyahat için doğmuş olmasından mıdır bilinmez kırkı çıkar çıkmaz Diyarbakır havaalanından uçağa binerek ilk seyahatini yaptı. Çocukluk yıllarında ailesinin görevi gereği spor kafileleri ile birlikt