İnsan Kara Kıta Afrika'ya Neden Gider?

Uzun bir yolculuk daha sona erdi. Evden çıktığımda düğmesine bastığım kronometre, haritada dahi zor görünen Afrika’nın uzak bir köşesindeki adaya ulaştığımda yolculuk süresini 25 saat, 27 dakika ve 53 saniye olarak gösterdiğinde insan kendisine sormadan edemiyor: İnsan Afrika’ya neden gider?

BİR TARAFTA SEFALET, DİĞER TARAFTA SEFAHAT

Uzun bir süredir zihnimde bu sorunun cevabını arıyorum. Öyle bir meşguliyet ki, beni Kara Afrika ile ilk tanışmama, 20-25 yıl öncesine kadar götüren yolculuk içinde bir yolculuk. Genç bir adamım, yavaş yavaş para kazanmaya başlamışım. Farklı kültürlerle tanışıp, dünyada farklı kültürlerin, ahlak anlayışlarının, tavırların ve tercihlerin olduğu görmüşüm. Ahlaklıdan daha çok ahlaksızın, namusludan daha çok namussuzun, zenginden daha çok yoksulun olduğunu yeni yeni öğrenmeye başlamışım. En önemlisi aşk ile seyahat etmeyi öğrenmiş, yazmaya başlamışım. Bu duygularla ayak basmıştım ilk defa Kara Afrikası'na ve allak bullak olup dönmüştüm. Bir tarafta sefalet, diğer tarafta sefahat.

Birkaç Dolar ile hayatını idame etmeye çalışan yerliler, ayaklarında kamyon lastiğinden yapılmış, iptidai terliklerle sokaklarda dolaşırken, can ve mal güvenliğimi sağlayan yerel güvenlik ve irtibat görevlilerinin nezaretinde Nairobi sokaklarında dolaşıyor, o güne kadar gittiğim en güzel İtalyan lokantasını, açlıktan insanların can verdiği Kara Afrika’nın can güvenliği olmayan sokaklarında buluyorum. Daralıyorum. Geceleri uyuyamıyorum. Sürekli aldığım sıtma tabletleri asabımı bozmuş, görülmesi olası tüm yan etkiler vücudumda kendini göstermeye başlamış hissine kapılıyorum, sürekli terliyor, yatağı çevreleyen cibinliğin açık kalan yeri olup olmadığını tekrar, tekrar kontrol ediyorum. Duvardaki ölü sivrisinek kalıntılarına takılıyorum. Yıllar önce beyaza boyanmış duvar artık beyaz üstüne siyah ve kırmızı desenli hale gelmiş. Sonra sıtma riskinin bu kıtada normalden 200 kat fazla olduğunu okuduğum makale geliyor aklıma, tepemde dönüp duran pervanenin dakikada kaç devir yaptığını sayıyor, ayda, yılda kaç devir yapar diye hesaplayarak uykuya dalıyorum.

İNGİLİZ İSTİHBARATÇI TELEFONDA “ÇABUK ODADAN ÇIK; ÇABUK” DİYE BAĞIRIYOR

Sabaha karşı, uzun yıllar Ortadoğu ve Afrika’da İngiliz istihbaratı ve ordusu için görev yapmış ve emekliliğini Kenya’da geçiren yaşlı dostum John’un -gerçek isminin bu olmadığını vefatında öğrenmiş ama şaşırmamıştım- beklenmedik telefonu ile uyanıyorum. “Çabuk odadan çık, çabuk” diye bağırıyor telefonda, sesi odanın içinde yankılanıyor. Uyku sersemi aklımdan binlerce şey geçiyor, can havli ile kendimi lobiye atıyorum. Üstündeki safari ceketi, ayağında yürüyüş botları ve botlarının üzerinde toplanmış çorapları, bol cepli kahverengi şortu ve elindeki yürüyüş bastonu ile karşımda ve kahkahalarla gülüyor. Türkçe, İngilizce ağzıma gelen sunturlu küfürleri savuruyorum. Sarılıyor, “Nasıl sürpriz ama Nairobi’ye gelirsen haber vermesen de ben seni bulurum dememiş miydim?” diyor. Ve ekliyor “Afrika şehirde değil, doğada, kırsal alanda öğrenilir, yaşanılır”. Kapının önünde duran üç tane sağdan direksiyonlu, plakaları sökülmüş Land Rover Defender 110’u gösterip, “Sabah sabah korkuttum ama kendimi sana affettireceğim, seç birini” diyor. Farklı özel donanımlara sahip araçlar arasından hangisini süreceğime karar veremiyorum. “Yolumuz uzun hepsini sırayla denersin” diyerek kararsızlığıma çözüm buluyor. Her ne kadar biz kahve Yemenden gelir desek de kahvenin anavatanı Afrika kıtasıdır. Kenya plantasyonlarında yetişen kahve çekirdeklerinden demlenmiş kahvelerimizi yudumlarken, ihtiyar her zamanki gibi kısa bir brifing veriyor, ekiptekilere beni takdim ediyor ve ekspedisyonu, dikkat edilecekleri, hava durumunu, tehlikeleri ve olası tehlike senaryolarındaki B planlarını anlatıyor.

KARA KITA AFRİKA’DA MESAFELER ALDATICI OLUR

Vakit kaybetmeden yola koyuluyoruz. Kara Afrika’da mesafelerin aldatıcı olduğunu ilk defa o gün öğreniyorum. Tamamen toprak ya da delik deşik asfalt yollarda saatte 15 kilometre hızla gidiyor, bazen toz içinde kalıp, bazen de yağmur nedeniyle oluşan çamur ve su birikintileri ile uğraşıyoruz. John elindeki dürbünü uzatarak 100-150 metre uzakta bir noktayı işaret ediyor ve “al sana erkek bir aslan” diye ekliyor. Ben o mesafeden aslanı zor görürken, nasıl oluyor da aslanın cinsiyetini belirleyen küçük ayrıntıyı görebiliyor diye aklımdan geçirip, bunu erkek jargonu ile kendisine soruyorum. Aracımızın içinde bir kahkaha tufanı kopuyor. Benden başka herkes gülüyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. “Çaylak!” diyor, “bahsettiğin ayrıntı aslanın yelesi, aslanların cinsiyeti yelelerinden anlaşılır” diyor. “Bir de tembelliklerinden elbette” diye imalı bir şekilde ekliyor John’un genç sevgilisi Jenifer. Belli ki; genç kadın aralarında yaşanan bir olaya üstü kapalı olarak göndermede bulunuyor. Yıllların tecrübesi ile John mesajı alsa da konuyu büyütmemek için gülümsüyor ve çaktırmadan bana göz kırpıyor. Ne demek istediğini ikimiz de anlıyoruz. Kısa bir sessizlikten sonrasında daha önce “The Big Five”  diye bir şey duydun mu diye soruyor. Türkçe’ye Büyük Beşli diye çevirilebilecek tabiri ilk defa duyduğumu bildiği için cevabımı beklemeden anlatmaya başlıyor. “Kara Afrika’da avcılığın gözde olduğu 19. yüzyıl sonlarında bölgeyi yürüyerek dolaşan ve aslan, leopar, bufalo, fil ve gergedandan oluşan en tehlikeli beşli hayvan grubunu vurmayı beceren avcılara verilen bir ünvan” diyor. Avcılığın bölgede yasaklanması ile safariye gelen turistlerin peşinde koştuğu turistik bir ünvan haline gelmiş. Aslında burada koşmak ifadesini düzeltmek gerekir, zira gün boyu konforlu arazi araçları içerisinde oradan buraya dolaşarak ve araçtan inmeden çekilen fotoğraflar ile yüzyıllar öncesinde yürüyerek ve doğada kamp yaparak elde edilen ünvan arasında zorluk açısından dağlar kadar fark var ama en azından artık ellerde tüfek yok.

ŞU ANDA EKVATORU GEÇİYORSUNUZ!

Bu seyahatin maksatı sana etrafı gösterirken The Big Five unvanı da kazandırmak” diyor. “Ama öncesinde daha kolay elde edeceğin bir ünvan var“ diyerek biraz ileride yolun kenarında duran, etrafında yerli çocukların toplandığı sarı renkli, üzerinde siyah harfler ile “You are now crossing the Equator” yani şu anda ekvatoru geçiyorsunuz yazan levhayı gösteriyor. Kullandığım Defender’ı sağa çekerek (aslında İngiliz trafiği geçerli olduğundan sola çekerek) işaretin yanında alıyorum soluğu. Yerli çocuklar ellerindeki meyve kasesine benzer, tabanında çivi ile açılmış delik bulunan renga renk plastik kaplarla etrafıma toplanıyor. Ekvator şov yaparak, bir kaç kuruş kazanmanın derdindeler. Şov aslında çok basit, ekvator çizgisinin geçtiği varsayılan hattın önce kuzey kısmına geçiliyor. Renkli plastik kap su ile doldurulup, içine bir kibrit çöpü atılıyor. Kabın altındaki delikten akan su, dünyanın dönüş istikametine uygun yönde bir girdap oluşturuyor. Sonra ekvator çizgisinin güneyine geçilerek işlem tekrarlanıyor. Bu defa da su ters yönde girdap oluşturuyor. Çocukların beklediği bu şov karşısında üç beş kuruş cep harçlığı ama önce oyun oynamalı diye geçiyor aklımdan. Elimdeki sopa ile yere ekvator çizgisini çiziyorum. Masai Mara yerlisi olan ekibin aşçısı Maruki’den de İngilizce işaret verdiğimde yerel dilde önce kuzey, sonra da güney demesini istiyorum. O söyledikçe ben de çizginin bir sağına, bir soluna tavşan gibi zıplıyorum. Yöntem tutuyor. Önce en cesurları benimle birlikte bir kuzey yarım küreye, bir güney yarım küreye zıplamaya başlıyor. Sonra çocukların hepsi iştirak ediyor. Kahkahalarımız birbirine karışıyor. Jenifer’ın yaşından beklenmeyen sertlikteki otoriter sesi duyuluyor.

Hava kararmadan Tree Tops’da olmalıyız”. Çocuklarla vedalaşıp onlar yeni müşterilerin, biz de hayallerimizin  peşine düşüyoruz. Yollar o kadar kötü ki, araçların içinde lastik toplar gibi bir oraya, bir buraya zıplayıp duruyoruz. Özellikle nehir geçişi gerek su seviyesinin yüksek olması, gerekse de etrafta yüzlerce vahşi hayvanın olması sebebiyle almak zorunda olduğumuz güvenlik önlemleri nedeniyle bize bir kaç saat kaybettiriyor. Sonunda güneş batmadan perişan bir halde önce son kamp yerine ve akabinde de hedefimiz olan Tree Tops’a ulaşıyoruz.

AĞAÇ TEPESİNDE İKEN KRALİÇE OLAN İNGİLİZ

Tree Tops, 1932 yılında buralarda yaşayan bir İngiliz tarafından 300 yıllık bir incir ağacına doğal hayatı gözlemek maksadıyla inşaa edilen ve karısına armağan ettiği bir ağaç ev. Başlangıçta sadece bir platformdan ibaret olan bu gözlem evi, ailenin avcı dostlarından gelen talepler üzerine önce iki odalı bir ağaç eve dönüştürülmüş, sonrada oda sayısı 50’ye kadar çıkmış. Ancak, Tree Tops’ı dünya çapında şöhrete kavuşturan avcı Jim Corbet’in hatıralarında bahsettiği bir olaydır diyor John. Cebinden güzel elyazısı ile not aldığı kağıdı çıkarıp, o kirli camları ile nasıl görebildiğini bir türlü anlayamadığım garip biçimli gözlüklerini takıyor. Ağır ağır hareket etmesinden anlıyorum ki önem verdiği bir şeyi paylaşacak benimle. Anılarından bir paragrafı okumaya başlıyor: “Genç bir prenses daha sonra hayatımdaki en korkutucu tecrübeydi diye tanımlayacağı bir şekilde ağaca tırpandı. Ve ertesi gün kraliçe olarak ağaçtan indi. Bu dünya tarihinde ilk defa olan bir şeydi.” Hemen arkasından da bu satırların o günlerde (1952) eşi ile birlikte Tree Tops’a misafir olan genç Prenses Elizabeth için yazıldığını söylüyor ve İngiltere tahtının varisi Prenses Elizabeth’in burada konuk iken babasının ölüm haberini aldığını ve prenses olarak tırmandığı ağaçtan, Kraliçe olarak indiğini söylüyor. Sonra da yıllarca kendisine hizmet ettiği Kraliçe için elindeki bira bardağını kaldırıp, Tanrı Kraliçe’yi korusun diyor. Odalarımıza yerleşiyoruz. Yerleşmek zor olmuyor zira Tree Tops’un kendine özgü kuralları var. Mesela konaklanancak mekanın dar olması nedeniyle misafirlerin yanlarında sadece ihtiyaçları olan zorunlu şeyleri getirmesine izin veriliyor. O nedenle Tree Tops’a ulaşmadan önce uğradığımız son kamp yerinde Jenifier’ın ikazı ile tüm eşyalarımızı bırakıp, bir kaç parça eşyamı küçücük bir sırt çantasına doldurmuştum. Sırt çantamı beyaz çarşaflarla donatılmış yatağın üzerine fırlatıp, yemek yenilecek alana geçiyorum. Herkesin aynı anda yemek yemesi mümkün olmadığı için misafirlere verilen belli zaman aralıkları var. Bize verilen saat diliminde yemek salonununda, tahta masanın iki yanına sıralanmış tahta sıralara oturuyoruz. Masanın ortasında bulunan mekanizma dikkatimi çekiyor. Masa boyu kadar ileriye geriye hareket edebilen, fırıncı küreğini andıran sürgülü bir sistem. Masanın her iki ucunda ise açık pencereler. Gelen yemeklerin insanların arasında dolaşarak servis edilmesi mekanın darlığı nedeniyle mümkün olmadığından fırıncı küreği şeklindeki sürgü masanın bir ucundan yavaş, yavaş çekiliyor. Sürgülü mekanizmanın bir ucu masada kalırken, büyük bir kısmı camdan dışarıya bir kanat gibi çıkıyor. Üzerine tabaklar yerleştirildikten sonra tekrar yerine itilen fırıncı küreğinin önünüze denk gelen kısmında o öğün yiyeceğiniz yemeği buluyorsunuz. Servisi yapanlar bu işte o kadar ustalaşmış ki tabağın yeri milim sapmıyor ve tam önünüze denk geliyor.

İNGİLİZ İSTİHBARATÇIYI ALT EDİYORUM

Yemek sırasında laflarken John’un kulağına eğilip, kandırıldığımızın farkındasın değil mi diye fısıldıyorum. Şaşkın gözlerle adeta sen ne diyorsun diye sorarken, konuşmasına fırsat vermeden Tree Tops’un üzerine inşa edildiği ağacın 300 yıllık incir ağacı olduğunu söylediğini hatırlatıyor ve bombayı patlatıyorum: “Bu ağaç incir değil, kestane ağacı. Bu işte bir iş var” diye. “Büyülü anları mahvetmekte üzerine yok ama haklısın” diyor. Meğer orijinal Tree Tops 1954 yılında bölgede meydana gelen ayaklanmalar sırasında yerlilerce yakılmış, şu anda üzerinde bulunduğumuz ağaç ev de eskisine çok yakın bir yerde, hayvanların su içmek için geldiği su kaynağını görecek şekilden yeniden inşa edilmiş. Etrafı vahşi hayvanlardan korunmak için elektrikli tellerle çevrilen yapının dört bir yanında ayışığı saçan onlarca güçlü projektör var. Platform üzerinde elinde dürbün ve sırtında tüfek olan görevliler sürekli etrafı gözetleyerek gelen hayvanları rapor ediyor. Hatta bazı tembel ziyaretçiler görevlilerin gördüğünde kendilerini uyandırmaları için görmek istedikleri hayvan adlarını odalarının kapılarına yazıp asıyorlar. Tree Tops’a kadar olan yolculuk boyunca The Big Five’ı oluşturan hayvanlardan gergedan hariç hepsini görüyoruz. Ünvanı kazanabilmek için bir tek gergedanı görmeye, fotoğraflamaya ihtiyacım var. Ama olmayınca da olmuyor. Geceyarısına kadar hepimiz ayaktayız. John beni Jenifer’a teslim edip yatmaya gidiyor. Sonunda beklediğimiz gerçekleşiyor ve sabaha karşı o dev cüsseli yaratık kendini gösteriyor. Hayvanlar arasında kendinden daha güçlü bir canlı olmamasına rağmen insanların aşırı avlanması nedeniyle nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan gergedanların sayısı 2-3 bine kadar düşmüş. “Avlanmalarının en önemli nedeninin boynuzlarının cinsel gücü arttırıcı etkisi olduğuna inanılması” diyor Jenifer. Bu kadar hantal göründüğüne bakma diyor, saatte 45 km hızla koşabilir ve bu ağırlıktaki bir hayvanın o hızla ne kadar tehlikeli olabileceğini söylüyor. Biraz daha sohbet ediyor, John’u çekiştiriyoruz. Sonra yat artık, bir kaç saat sonra dönüş yolculuğumuz başlayacak diyor. Sabahın ilk ışıkları ile kalkıyor ve yeni heyecanlara doğru yola koyuluyoruz. Tek bir farkla “The Big Five” unvanı ile…

En baştaki soruya geri dönersek İnsan Afrika’ya neden gider? sorusunun cevabı şu şarkı sözlerinde gizli herhalde “Aşık olman lazım bir güzele, yıpranman lazım hayat bu öğrenmekle”. Kara Kıta Afrika aşık eder, öğretir ve yıpratır.

Oğuz Otay

Yazar Hakkında

Oğuz Otay

Seyahat için doğmuş olmasından mıdır bilinmez kırkı çıkar çıkmaz Diyarbakır havaalanından uçağa binerek ilk seyahatini yaptı. Çocukluk yıllarında ailesinin görevi gereği spor kafileleri ile birlikt