Acıların Gizlenemediği Şehir: Berlin

Berlin’de ilk durağımız Check Point Charlie. Duvarın hikâyesi ile ilgili yıllardır yanlış bildiklerime şaşırıyorum. Hem duvarı bu kadar merak et hem de hakkında yanlış bilgilen yani bilgisiz olduğunu fark et. Hep duvarın Doğu Almanya ve Batı Almanya’yı ikiye ayırdığını düşünmüştüm.

Aslında bilenler bilir duvar Doğu Almanya sınırları içinde Berlin’i bölüyor. Evet, bir tarafta Rusların, diğer tarafta ise Amerika, Fransa ve İngiltere’nin olduğu Batı Berlin ve Doğu Berlin olarak şehri bölüyor. Check Point Charlie ise bir geçiş noktası. Şimdi, tabii ki turistik. Temsili Amerikan askerleri ile fotoğraf çektirebiliyorsunuz, duvarın tüm sürecini panolardan okuyabiliyorsunuz ve duvarın küçük bir parçasını görebiliyorsunuz. Duvarla ilk tanışmamız böyle oluyor.

Check Point Charlie

Oradan devam edip Brandenburg kapısına doğru gidiyoruz. Kapıya gelmeden hemen önce Parizer Platz’da Yahudi Soykırım Anıtı var (mimar Eisenman). Geniş bir alanda 3000’e yakın beton bloklar. Bunların arası eşit aralıklı ancak bloklar büyüklü küçüklü. Zemin de dalgalı gibi. Bazı bloklar boyu aşıyor. Blokların arası labirent gibi. İstenilen her noktadan blokların arasına girebiliyorsunuz. Bu bir mezarlığı andırıyor. Düzenin içinde düzensizlik insana garip bir his veriyor. Anıtı geride bırakıp kuzeye doğru devam edince Kapı’ya geliyoruz.

Yahudi Anıtı

Brandenburg kapısı -kapı kelimesi sanki yanlış çok büyük bir tak diyebiliriz- iki büyük caddeyi bölüyor. Kapı Akropolis’in girişindeki Propylaea’dan modellenmiş ve 1791 de inşa edilmiş. Berlin de birçok bina 1945 yılında İngiliz ve Amerikanlar tarafından yapılan bombardımanla yerle bir olmuş. Kapının yanındaki binalar da yıkılıp tekrar yapılanlardan. Berlin hâlâ büyük bir inşaat alanı. Birçok binayı eskisinin aynısı gibi bire bir yapmışlar. Bu nedenle baktığımızda yeni ve eskiyi ayırt edemiyoruz. Savaşın izleri belki silinmiş ya da silinmeye çalışılmakta ama yine de o vahşet bir şekilde hissediliyor. En azından ben öyle hissettim. Kapının üzerinde mahşerin dört atlısının heykeli var. Bu heykel Napolyon tarafından Fransa’ya götürülmüş ancak sonra tekrar geri getirilmiş. Kapı diye geçen çok büyük bu tak iki büyük caddeyi birleştiriyor. Tam onun önünden duvar geçiyormuş. Duvar yıkıldıktan sonra onun yerde bir kaldırım taşıyla izini yapmışlar. Böylece yıkılmış duvarı hayallerinizde görebiliyorsunuz. Üzerinden geçerken yaşananları düşünüyorsunuz.

Branderburg Kapısı

Brandenburg kapısından ıhlamur ağaçlarının arasından Unter den Linden caddesi boyunca yürüyoruz. Her ne kadar ağaçlar Hitler döneminde sökülüp savaş sonrası yeniden dikilmişse de yine de görüntüleri ve kokusu hayallerimizdeki gibi değil. (Nedir bu diktatörlerin ağaçlarla alıp veremediği anlayamıyorum?) Unter den Linden 18. yüzyıldan beri Berlin’in en önemli caddelerinden. Etrafında neo-klasik ve gotik binalar görkemli görünüyor. Bu binaların savaştan sonra mı tekrar yapıldığını yoksa gerçekten kendilerini koruyabildiklerini mi anlamak çok zor. Elimizde bombardıman sonrası fotoğraflar var onlarla hangisi gerçek, hangisi restore edilmiş anlamaya çalışıyoruz. Fark bizim gözümüzle anlaşılabilecek gibi değil. Berlin inşaat alanı demiştim ya şehirde yer yer başınızın üstünden giden pembe, mavi boyalı kalın borular görüyorsunuz. Vinçler de cabası. Nasıl bir yıkım olmuş ki yıllardır toparlamaya çalışıyorlar.

Ertesi gün önce Berlin Dome’una girdik. Pazar ayini vardı. Bir süre ayini dinledik. İlk kez kadın vaiz görüyordum. Dome oldukça etkileyiciydi. Oradan çıkıp hemen yanındaki müzeler adası denilen müzelerin olduğu yer de (5 müze aynı yerde) Pergamon (Bergama) müzesine girdik. Biz bu gezimizde çok müze gezmeyi hedeflemedik. Eğer sizler müze odaklı bir gezi planlıyorsanız müze kartı almak oldukça ekonomik geliyor. Müze de bombardımanda ağır hasar almış. Bu bombardıman sırasında Berlin halkı müzedeki eserleri korumak için seferber olmuş. Savaş ve can korkusu yanında insanlar tarihi korumaya çalışıyor. Etkileyici değil mi? Bunun yanı sıra ülkemizden kaçırılan koca Bergama Altarı’nı görmek de ironik bir durum. İnsan davranışları koşullarla değişiyor, koşullar değişince değişmeyen sağlam duran insan topluluğu var mı acaba?

Müzeye gelince müze üç bölümden oluşuyor. İlk girişinde Babil İştar kapısı görkemli bir şekilde karşılıyor sizi. Bugün Irak sınırları içinde bulunan Babil’in 6. yy.da kralı 2. Nebukadnezar tarafından inşa edilmiş bir kapı. Mavi renk ağırlıklı. Üzerinde aslan ve ejderhalar var. Şehre girişte 350 metrelik uzun bir yolun sonunda bu kapıyla karşılaşılıyormuş. Sergilenen kapıdan daha da yüksek bir ikinci kapı daha varmış. Yolun her iki tarafında yüksek surlar ve yine aslan kabartmaları varmış. Bunlar da düşmanları korkutmak ve gücü göstermek için yapılmış. Reprodüksiyon olmasına rağmen etkileyici. Oldukça yüksek üzerinde koruyucu olarak düşündükleri hayvan kabartmaları var. Babil kapısının girişi sergileniyor. Bu kapıdan daha büyük elli sekiz metreye ulaşan bir ikinci kapısı daha varmış. Onu ancak küçük bir makette görebiliyoruz. Bu arada kulaklık almanızda faydavar. Türkçe anlatım olması hoşumuza gitti açıkçası. Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazılarda çıkanları topladıkları gibi Berlin’e getirmiş. Bizim Bergama Zeus Altar’ı gibi. Hani bir zamanlar geri alma hayalleri vardı ya. Onu orada görünce mümkün olmadığını anladık. Tüm görkemiyle orada bize baktı, biz de ona. Değer bilmemek böyle acı veriyor işte. Bergamon Müzesi özellikle Türkiye ve Ortadoğu’dan ne buldularsa getirdikleri müze. Birçok eser de reprodüksiyon. Neyse ki bunu belirtiyorlar. Ayrıca İslam medeniyetlerinde de bizden eserler var. Müze her şeye rağmen etkileyici. Tarihe meraklıysanız gezmenizi öneririm.

Müzeden çıktıktan sonra herkesin bir inşaata girdiğini gördük. Merak bu ya biz de peşlerinden Meğer Berlin Sarayı inşaatıymış. Nasıl yaptıklarını gösteriyorlar aynı zamanda vatandaşlarından maddi manevi destek de alıyorlar. Oradan çıktıktan sonra Berlin’e gelmişken bir de konsere gidelim istedik. Biletler biraz pahalı ama büyük salonda müzik dinlemek keyifli olacak diye bakarken hem bütçemize, hem zevkimize, hem de zamanımıza uygun bir konser bulduk. Hemen biletleri aldık bir sonraki gece için. Bu arada tüm bu anlattığım yerleri yürüyerek gezdiğimizi belirteyim ancak metrosu çok güzel. Bizimki gibi dakikalarca içinde yürümüyorsunuz. Ulaşım rahat. Sonraki gün bindik metroya. Ben kaldığım yerden devam edeyim. Berlin büyük ve düz bir şehir. Arabadan daha çok bisiklet var diyebilirim. Büyük küçük herkes bisiklette. Hızlı da kullanıyorlar. Aman dikkat bisiklet yoluna çıkmayın.

Bu arada yemeklerimiz çoğunlukla sosis ve bira şeklinde. Özel biracıları ve sosisçileri de anlatacağım.

Yahudi anıtını solunuza alıp sokak boyu yürüdüğünüzde, sağdaki ilk sokakta Hitler’in “Kurt ini”ni görecekseniz daha doğrusu göremeyeceksiniz çünkü o artık bir otopark. Küçücük paslı bir tabela dışında burada Hitler’in son dakikalarını geçirdiğini anlamanız imkânsız hatta burayı yakalamanız bile zor bilmeden giderseniz. Hitler yaşamamış olmasını diledikleri her hallerinden belli Almanların.

Buradan Yahudi müzesine gittik. Almanlar 6 milyon Yahudiyi öldürünce bir tür günah çıkarma içine girmişler. Ya da biz öyle düşündük. Yahudi müzesinde en çok etkilendiğim bir iki yeri söylemek istiyorum. Gerisi katledilmiş bir halkın yaşadıklarının sergilendiği bir müzede görebilecekleriniz. Takır takır sesler geliyor nedir bu dediğimizde sesi takip ettiğimizde yerde acı çeken ifadeli suratları simgeleyen yuvarlak metal (demir) plakalar gördük. Upuzun dar bir koridor gibi. Bunların üzerinden yürüdükçe ses çıkarıyor. Ben simgesel bile olsalar basamadım üzerine. Bir de bir kapıdan girdik. İçerisi zifiri karanlık. Üçgen bir oda... Duvar yüksekliği belki altı-yedi metre. Yukarıda küçücük üçgen bir alan bırakılmış. Sadece buradan buradan gün ışığı geliyor. Oda sizi boğuyor.

Müzeden çıkınca derin derin nefes aldık. Oradan Kreuzberg’e gittik. Amaç, naçizane Gökkuşağı Yayınevi'nin yaptığı yarışmada öyküm yayınlanmıştı ben de yayınevini görmek istiyordum ancak o gün Pazar olduğundan kapalıymış. Sonuçta oğlumun (o daha önce Interrail ile gelmişti Berlin’e) söylediği çok ünlü bir dönerci varmış. Orada istisnasız bir saat döner sırası bekledik. Mustafa’s Gemüse Kebap... Kendimiz de inanamadık ama işte bu da başka merak. Küçük bir kulübede önünde neredeyse tüm uluslara mensup kişilerin oluşturduğu bir sıra. Sen Türkiye’den git orada döner ye. Başkası söylese kızardım ama işte bazen basiret bağlanıyor. Neyse diyeceksiniz ki çok mu farklı. Hımm, sunum farkı var. Lezzeti de güzel ve fiyatı da uygun. Vaktiniz varsa döner (tavuk) olmazsa olmaz diyorsanız yemenizi öneririm. Büyük bir eksiklik de olmaz yemezseniz. Kreuzberg Türk mahallesi. Parklardan mangal kokuları geliyor. Dükkânlarda Türkçe yazıyor. Zaten Berlin’e ilk inişimizde de bindiğimiz taksi şoförü Türk’tü.

Artık gün sonunda ayaklarımız patlamış olarak nehir turu yapalım dedik ama saatini kaçırdık. Biz de nehir kenarında oturup daha doğrusu yayılıp dinlendik. Zavallı ayaklarımız bizi otele götür diye isyan ediyordu.

Otelimiz tam duvarın geçtiği yer olan Axel Springer Strasse’deydi. Duvar önümüzden geçiyormuş biz Batı'da kalıyormuşuz. Bu da duvarla temasımızın en ilginç noktalarından birini oluşturdu.

Warschhauer Strasse’deki boydan boya grafitili orijinal duvarı görmeden olmaz. Metroyla ulaşım çok kolay. Duvarın üzerindeki boyamaların her biri sanat eseri gibi. Hangi tarafın Batı Almanya olduğu da hemen anlaşılıyor. Burada duvar ve nehir boyunca yürüdükten sonra nehrin üzerindeki güzel köprüden bir süre etrafımızı seyrettik. Sonra nehir boyunca yürümeye devam bu kez duvarı arkamızda bırakarak. Nehre doğru yapılmış oldukça büyük savaşan askerler heykeli(!) -belki de anıt demek gerekir- oldukça etkiliydi.

Bernauer Strasse, zamanında kaçışın en yoğun yaşandığı bölge. Bir açık hava müzesi ve kaçarken ölen küçücük çocuklardan yaşlılara kadar kişilerin fotoğrafları var. Duvar yapılırken bu bölgedeki evlerin önce pencere ve kapıları tahtalarla kapatılmış daha sonra betonla sıvamışlar. Ancak evlerin çatısından atlayıp kaçanlar ya da ölenler ya da evlerin altından tünel kazıp kaçmaya çalışanlar olunca bu evleri tamamen yıkmışlar. Hatta alternatif bir tünel açıp tüneli aşağıdan kesmişler. Burada seyir kulesinden duvarın gelişimini(!) görebilirsiniz. Önce tek duvar sonra araya elektrik çekilmiş olmamış duvar yükseltilmiş olmamış ikinci duvar yapılmış. Ayrıca tam duvarın geçtiği yer de bir de adı Barış Kilisesi olan bir kilise varmış. Önce bunu yıkamamışlar ancak tahammülleri 1985 e kadar sürmüş. Yani duvarın yıkılmasından tam dört yıl önce bu kilise de ortadan kaldırılmış. Şimdi onun yerinde öyküsü duruyor.

Berlin, acıların üzerine inşa edilmiş bir şehir. Neredeyse tamamı yeniden yapılmış. Ancak savaşın yıkıcılığını unutmamak gerektiği de bir gerçek. Bu nedenle Almanlar Breitscheidplatz’daki Kaiser Wilheilm Gedachtniskirche yani bugün yıkık kilise ya da anıt kilise olarak geçen bu kilisenin yıkılmasına bu nedenle karşı çıkmışlar. Bugün Batı Berlin’in simgelerinden biri. 1895 yılında yapılan kilise 1943 yılındaki bombardımanda büyük hasar görüyor. 1956 yılında bu 113 metre yüksekliğinde kulesi ile Berlin’in en büyük yapısı olan kilise yıpranmanın etkisiyle çökmeye başlayınca bir yarışma düzenlenerek özelliklerini kaybetmeden tekrar inşa edilmesi planlanıyor. 1957 yılında mimar Eiermann (halkın isteklerine önem vererek) 68 metrelik ana kulenin savaşa karşı bir anıt olarak durmasını kararlaştırıyor. Kilisenin yanında yine eski yapıya uygun yapılandırmasında bu büyük ve görkemli kilisenin parçalanmış camları birleştirilerek kullanılmış. Tam 20.000 parça cam. İçeri girdiğinizde masmavi bir kilise karşılıyor sizi. Camlardan yansıyan renk. Tüm bu bilgiler kilisenin girişinde fotoğraflarla anlatılıyor.

Yıkık Kilise

Ve müzik… Berlin ve klasik müzik deyince tabii ki Berlin Filarmoni. Binasını görmek bile bizi heyecanlandırdı. Orada bir müzik şöleni dinlemek isterdik ama olmadı. İçeriyi gezdirmiyorlar. Biz ucundan şöyle bir bakabildik.

Konzerthaus’un yakınlarındaki Humbolt Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin hemen önünde Babel Platz. Şimdi öylesine bir meydan. Yürüyüp geçilen belki buluşma mekânı. Oysa 1933 yılında binlerce kitabın yakılarak düşüncelerinde yok edildiğini zanneden Nazilerin gövde gösterisi yaptıkları bir yer. Orada durup birkaç dakika gözlerinizi kapatın. O ünlü fotoğrafları görmüşsünüzdür. Onları düşünün.

Göremediklerimiz:
Reichstag’ın olağanüstü kubbesini gezmek için mutlaka önceden bilet almalısınız. Biz gezemedik bu bize ders oldu.Her yerden görünen ve çıkılması mümkün olan televizyon kulesi de uzaktan gördüklerimizden.