Adıyaman ve Kahta: Tarihin Cömertliği

Kelime anlamı genlerin topluluğu demek olan Kommagene Krallığı Nemrut çevresinde yalnızca 2150 metre rakımdaki dev heykelleriyle meşhur Kral Tümülüsü değil, başka izler de bırakmış. Çevre de bu krallığın şaşırtıcı izleriyle dolu.

Gündoğumunun ardından kendimizi şöför Ziya Abi’nin bölge bilgisi ve tecrübesine bırakıyor ve Milli Park’ın tümülüs dışındaki ören yerlerini de gezmeye koyuluyoruz. Ziya Abi çocukluğundan beri Kahta’da yaşıyor, köyü bu ormanın içinde. Bizi köyünün içinden geçirmeye söz  veriyor.

İlk durağımız Arsemia antik kenti. Burası Kommagene Krallığı’nın yazlık başkenti ve yönetsel merkezi olarak geçiyor. Kral I. Antiochos’un batı ve doğu kültürlerini birleştirme, bir Greko-Pers kültür/devlet yaratma ideali, aynı Nemrut’taki tanrı heykellerin karmasında olduğu gibi, bu antik kentte de belirgin. Herakles ve Antiochos’un babası Kallinikos’un tokalaşma rölyefi bunun en güzel örneği.

Kommagene Krallığı ile ilgili bilgilerin çok önemli bir kısmı Arsemia kentinde bulunan kitabeler çözülerek edinilmiş. Burada Anadolu’da bulunmuş en büyük Grekçe kitabe bulunmaktadır örneğin.
Antik kentin tepelerine doğru, tokalaşma rölyefinin bulunduğu yere çıkarken yere açılmış bir tünel görebilirsiniz. 158 metre yerin dibine doğru açıyla giden tünelin içinde Kral I. Antiochos’un babasının mezarı yer almaktadır.

Arsemia antik kentindeki molamızı, ağaçlar ve kayalıklar arasından izlediğimiz delta manzarasının tadını çıkarıp serinleyerek tamamlıyor ve sonraki durağımıza yönleniyoruz.
İstikametimiz Cendere Köprüsü diye biliyoruz ancak Ziya Abi, aracı yolda birden durduruyor ve aşağı indiriyor bizi. “İşte!” diyor, “ben buralıyım.”. Uzaktan da olsa bu dağ köyünün dev kayaların ardından yarıp da kendine yer açmış enteresn görüntüsüne bakarken günümüzün en ilginç sürprizlerinden biriyle karşılaşıyoruz. Birden bire yolu kocaman bir keçi sürüsü kaplıyor. Bizim gittiğimizin ters istikametine, yokuş yukarı, hızlı ama acelesiz yürüyorlar. Başlarında 2 çoban var, birkaç inek de önlerinden yürüyor. Keçiler bize hiç aldırış etmeden gündelik işlerine bakıyor ve boyunlarındaki çıngırakları öttürerek kırıta kırıta önümüzden geçiyorlar. Bu sevimliliği kameralara almamak imkansız.

Arabaya geri biniyor ve az ötede, Cendere Köprüsü’nde tekrar duruyoruz. Cendere Çayı üzerindeki bu tarihi köprü, Romalılar’ın yaptığı ikinci en geniş kemerli köprü ünvanına sahip ve dünyanın halen kullanılmakta olan en eski köprülerinden biri olarak geçiyor.  

Köprünün üzerinde Roma İmparatoru Kral Septimius Severus’un bu köprüyü karısına ve iki oğluna adadığını anlatan eski Latince bir yazıt bulunmuş. Hikayesi ise ilginç. Köprünün başındaki sütunlardan ikisi Kral ve eşine, diğer ikisi ise oğullarına adanmış. Ancak hikayeye göre oğullardan Caracalla, kardeşi Geta’ya olan nefretinden dolayı kardeşine ait olan sütunu sonradan yıktırmış.

Şu anda köprünün bir tarafında iki, diğer tarafında ise tek sütun bulunmasının açıklamasını efsane bu şekilde yapıyor.

Köprü artık ağır taşıtların geçişine açık değil, çünkü hemen yakınlarına, çay üzerine yeni bir köprü yapılmış. Ancak 1997 yılına kadar hala ağır araçlar geçmekteymiş.
Cendere Köprüsü’nde oyunculuğumuz tutuyor ve bir kaç muzır poz alıp, köprünün üzerindeki keyifli yürüyüşümüzün ardından oradan da ayrılıyoruz.

Ziya Abi bizi bir sonraki durak olarak Karakuş Tümülüsü’ne götürüyor. Burasıyla ilgili fazla bir şey duymamış olarak ve tabi ki yorgun ve uykusuz gözlerle zar zor iniyoruz araçtan. Ama gördüğümüz görüntü bizi heyecanlandırmaya fazlasıyla yetiyor.

Bu tümülüs Kommagene kraliçelerinin ve soylu kadınlarının mezarlarını barındırıyor. İlk olarak Kral II. Mithriades tarafından annesi için yaptırılan tümülüs, sütun üzerindeki kartal nedeniyle halk arasında “Karakuş Tümülüsü” olarak anılmaya başlanmış.

Orijinalde doğu, batı ve güney yönlerinde dörder sütun varmış ancak günümüzde doğuda iki adet, batıda ve güneyde ise birer adet sütun kalmış. Doğu sütunlarının birinin üzerinde yıkık bir aslan heykeli ve diğerinde ise ne olduğu tam belli olmayan başka bir heykel daha var. Güneydeki sütunun üzerinde ise en iyi durumda olan kartal heykeli var.

Tümülüsten dönüşte artık o kadar yorgunuz ki, yolda Derik Kalesi ve Temenos kalıntılarını çok hızlı görmek ve bir an önce otele dönüp bir uyku molası vermek zorunda kalıyoruz. Çok uzatamıyoruz tabi ki bu molayı çünkü sonrasında gezmemiz gereken Perre Antik Kenti bizi gerçekten de daha gitmeden heyecanlandırıyor. Oraya vardığımızda ise bu heyecanın boşa olmadığını anlayacağız elbette.

Kahta'da otel tercihini doğru yapmışız. Zeus Otel. Otel Kahta'nın içinde, Adıyaman merkezden biraz daha uzakta, Nemrut yolu üzerinde. Hem tesisleri, hem de fiyatı itibarıyla çok mantıklı bir seçenek sunuyor. Eğer düşünürseniz buraya tıklayarak hemen rezerve edebilirsiniz. Ya da Adıyaman merkezde de kalabilirsiniz tabi. Adıyaman merkeze yürüyüş mesafesindeki otellere deburaya tıklayarakulaşabilirsiniz.

Kahta’nın içinden geçip de Adıyaman yönüne gittiğinizde, şehrin düzlük, küçük ve şirin bir şehir olduğunu fark ediyorsunuz. Özellikle ana caddede yanından geçtiğiniz saat kulesi, merkezdeki kapalıçarşı, hemen çaprazındaki Ulu Cami, St Paul Kilisesi ve sayısız türbe ve içmeleri ile Adıyaman’ın merkezi gerçek bir seyahat rotası. Bunlardan yalnızca çarşının kapanışını yakalıyor ve St Paul Kilisesi’ni aslında kapalı olmasına rağmen, son derece sevimli rahibinin bize yaptığı jestle açması sonucu hızlıca gezebiliyoruz. Saat kulesinin acele fotoğraflarını alıyor ve gün ışığını kaçırmamak adına yönümüzü bir sonraki durağımıza doğru çeviriyoruz.
 

Adıyaman’ın dışına, biraz kuzeyine doğru ilerlediğinizde sizi Pirin Mağaraları karşılıyor. Burası Perre Antik Kenti’nin içerdiği oldukça geniş bir alan.

Bu mağaralar erken Roma döneminin (hatta bazı kaynaklara göre daha eski, yani Hellenistik dönemin) bir nekropol alanı. 208 adet kaya mezarı ile gerçekten çok etkileyici. İçerisinde gezdiğiniz zaman her köşe başından başka bir girinti, çıkıntı, bir heykel, küçük bir lahit ya da bir yazıt görebileceğiniz, içinde kaybolması oldukça kolay büyüklükte bir alan. Burada bir yürüyüşe çıkıyor ve özellikle kayaların arasında neredeyse zamanı unutuyoruz. Aynı Efes Antik Kenti’nde olduğu gibi Perre bazı verdiği görüntüler ile sizin modern zamanlar ile bağlantınızı bir an için kesip, sizi sanki antik dönemde yaşıyormuşsunuz hissine sokabilecek bir yer.
 

Pirin Mağaraları Kommagene Krallığı döneminde yerleşim yeri olarak kullanılmış. Günümüzde ise çocukların oyun oynadığı, Adıyamanlılar’ın ara sıra kafa dinlemek için kenarına köşesine oturup manzaranın tadını çıkardığı bir alan olarak göze çarpıyor. Alan tadilat altında, mağaraların çevresinde taştan yürüyüş yolları oluşturmak üzere bir çalışma yapılıyordu biz orayı gezdiğimizde.

Adıyaman’ın güzellikleri, özellikle tarihi zenginliği 1-2 günlük bir geziye sığdırılabilecek gibi değil. Elinize bir kitap alıp da tarihini okumaya çalışsanız, o tek kitaptan koca bir ansiklopediye geçip binlerce yıllık bir tarih araştırması yapmak zorunda kalırsınız. Bu gezimiz Adıyaman’a ve civarına kesinlikle yeterli gelmiyor. Ancak ana arterlerin bir miktar tadına bakmış olarak çıkıyoruz Atatürk Barajı yönünde şehir dışına. Ama o baktığımız tad da damağımız da kalıyor hani.

Bu tadın bizim için ne ifade ettiğini sorarsanız, size Adıyaman’da en çok etkilendiğimiz şeyin o koca ve zengin tarih değil, doğa güzellikleri ve harika havası da değil, Atatürk Barajı’nın heybeti de değil, kesinlikle ve kesinlikle insanlarının güzelliği olduğunu söyleyebilirim.

Adıyaman’dan çıkıyor ve Atatürk Barajı’nın kenarında Nemrut’a doğru gece aldığımız maceralı yolu geri tepmek üzere ilerliyoruz. Atatürk Barajı’nın kenarına gidip de bir kadeh şarap içerek güneşi batırmayı kutsal amaç ediniyoruz. Nemrut’ta doğan güneşi bu dağın eteklerinde, Türkiye’nin en büyük barajının kenarında batırmak gibi bir hevesimiz var.

Şehirden çok fazla uzaklaşmadan civar köylerden birinden baraj kenarına ulaşmak amacıyla içeri sapıyoruz. Köy meydanında baraja nasıl ulaşacağımızı sormak amacımız. Yanına yaklaştığımız aile, traktördeki ürünleri aşağı indirirken hep birlikte dönüp bizim arabamıza bakıyorlar. Sorumuza parmaklarıyla yolu göstererek cevap veriyorlar, tam o sırada içlerinden bir genç kız hızla bize doğru koşuyor. Arabayı durdurup, camı indiriyoruz. Elinde bir tabak taze toplanmış fıstık var. Bize uzatıyor. Çok teşekkür ediyor ve alıyoruz. Onlara Mardin’den aldığımız bir kesekağıdı badem şekerini uzatıyoruz. Kız büyük bir heyecanla kekeleyerek konuşuyor: “Yemek vaktidir, buyrun”. Çok teşekkür ediyoruz ama kızın yüzü üzüntülü. Bizi, yani yoldan geçen yabancıları bütün samimiyeti ve sevimliliğiyle aile sofralarına ısrarla davet ediyor: “Yemek vaktidir, buyrun”.

Bu daveti kabul etmeyi çok isterdik ama hem utanıyoruz, hem de zaten çok geç kalmış durumdayız, akşam Urfa’ya yetişmemiz çok zora girmiş durumda. Kızın sözleri tekrarlanıyor: “Yemek vaktidir, lütfen buyrun”. Kıza teşekkür üzerine teşekkür patlatıyoruz, açık camdan ellerini tutuyor, sıkıyoruz ve arabayı baraja doğru 5 dakikalık şarap molamıza doğru sürüyoruz.

Adıyaman’ın insanları çok güzel. Gözlerimiz doluyor.