Haifa'dan sabah erken saatte, tarihi surlarla çevrili 50 bin nüfuslu bir liman şehri olan Akka'ya gitmek üzere yola çıktık. Akka, 2 tane UNESCO korumasında bölgesi bulunan şanslı şehirlerden. Hem Eski Şehir hem de burada bulunan Bahai Bahçeleri koruma altında.
Eski şehrin tabelasını görünce hemen şehre girmeyip bir sonraki dönüşten içeri girerek ilk olarak şehrin biraz dışındaki Bahai Bahçeleri'ne gittik. Bahailik dininin temelleri 1844 yılında İran'da yaşayan Seyyid Ali Muhammed (Bab) 'in mehdi olduğunu ilan etmesiyle atıldı. Kendisine ilk inanlardan biri de Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) oldu. İran'da Bab'ın kurşuna dizilmesinden sonra Bahailere karşı bir işkence hareketi başladı. Bahaullah, Osmanlı Toprağı olan Bağdat'a sürüldü ve Bab'ın yakında geleceğini vaad ettiği yeni Mazharın kendisi olduğunu ilan etti. Bahailik böylece kurulmuş oldu. Bağdat'dan sonra, önce İstanbul'a sonra Edirne'ye, en son olarak da ömrünün kalanını geçirdiği Osmanlı'nın uzak kalesi Akka'ya sürüldü. Tanrı'nın, dinlerin ve insanlığın birliğine inanmayı benimseyen Bahailik Dini'nin tüm dünyada 200'den fazla ülkede 5 milyon inananı bulunmaktadır.
İşte, biz de Bahailikte önemli bir haç merkezi olan Akka'daki Bahaullah'ın türbesi ve Bahai Bahçeleri'nden gezimize başladık. Burası Bahilerin kıblesi, yani en kutsal yerleri. Bahçeler gerçekten çok güzel. Gezerken çok keyif aldık. Yalnız türbeler öğlen 12'de kapanıyor. O yüzden sabah erken saatte gelmeye dikkat edin.
Buradan çıktıktan sonra Eski Şehir'e doğru yola çıktık. Arabayla yaklaşık 5 dakika sürüyor. Aklınızda olsun arabayı surlardan girmeden park edin. İçeride hem park yeri bulmak çok zor hem de yollar çok dar ve kalabalık. Surların içi yürüyerek birkaç saatte rahatlıkla gezilebiliyor.
Akka, dünyanın en eski şehirlerinden biri. İsmi ilk kez Mısır tabletlerinde geçen şehir birçok devletin kontrolüne geçmiş. Finikeliler, Kenanlılar, İbraniler, Yunanlılar, Romalılar, Araplar, Tolunoğulları, Haçlılar, Osmanlılar ve İngilizler burada hüküm sürmüşler.
Eski Yunan Mitolojisi'nde Herkül yaralarını iyileştirdiği şifalı otları burada bulmuştur. Haçlılara ait birçok yapıyı şehirde görebilmek mümkün. Ama asıl şehrin silüeti oluşturan yapılar, kale ve surlar Osmanlılar dönemine ait.
Şehrin surlarını Osmanlı veziri Cezzar Ahmet Paşa inşaa ettirmiştir. 1798 yılında Mısır'ı işgal edip El-Ariş, Gazze ve Yafa'yı alan Napolyon, 1799 yılında Akka'yı kuşatmış fakat Osmanlı orduları karşısında başarısız olmuştur. Cezzar Ahmet Paşa'nın kahramanca şehri savunmasının ardından Napolyon "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!.." sözünü söylemiştir. Şehirde kalenin hemen yanında Cezzar Ahmet Paşa adına bir Cami bulunmaktadır. Kudüs dışında bulunan İsrail'deki en büyük cami burası.
Kale gerçekten şu ana kadar gördüğüm kaleler arasında en iyi korunmuş olanlarından biri. Hem Haçlılar hem Osmanlılar döneminde aktif olarak kullanılmış. Kalenin karşısındaki surlarda ise küçük bir müze var. Vaktiniz varsa gezmenizi tavsiye ederim. SurdakiHazinelerMüzesi(Treasures in the Wall Museum)
Şehrin dar sokaklarında gönül rahatlığıyla gezip kaybolduk. Eski şehrin her yerini keşfetmemiz sadece birkaç saatimizi aldı. Şehrin bir ucundan diğerine uzanan HaçlıYeraltıTünelleri, TürkHamamı, Pazar, DenizFeneri, Han ve bir sürü sinagog, cami ve kilise şehirde görülmesi gereken yerlerden. Biz de buraları gördük. Pazarda tanıdık ürünlerle karşılaştık. Bir iki tane de çok güzel sanat galerisi gezdik.
İsrail gezimizin en keyifli ve öğretici duraklarından biriydi Akka. Atalarımız izini sürmek, onların orada kurduğu medeniyete şahit olmak gerçekten çok keyifli, özellikle serin bir bahar gününde...
Yahudi Mahallesi: Kudüs
Pamuk Tüccarları Kapısı'ndan (Cotton Merchant's Gate) çıkıp sola, yani güneye, doğru ilerlemeye başladık. Çarşının içinden geçip tam Batı Duvarı Meydanı'na (Western Wall Plaza) varacaktık ki uzuncana bir kuyruk gördük. Sorduk hemen ne kuyruğu diye; Batı Duvarı Tüneli'nin (Western Wall Tunnel) giriş noktasıymış. Girmek için yeltendiysek de en erken İngilizce turun akşam saat 21.00'de olduğunu söylediler. Tura katılmadan da girilemiyor maalesef.
Neyse 5-6 saat gezer geliriz akşama dedik. Tabi ki hangi gezide sonra yaparız dediğimiz bir şey varsa yapamadan geldiğimiz için haliyle buraya da giremedik. Ama hikayesini öğrendim sonradan: Kral Herod, Tapınak Tepesi'nin alanını genişletmek için Tapınak Tepesi'nin kuzeybatısındaki bir tepeyi de içine alacak şekilde, tepelerden daha yüksek olan 4 tane dayanak duvarı ördürür. MS 70 yılında Romalılar, Tapınak'ı yıktıktan sonra da orjinal tapınağa ait bu duvarlar ayakta kalır. Zamanla antik kalıntıların üzerine, bu duvara yaslanan yapılar yapılır. Üst üste yapa yapa öyle bir hal alır ki bu durum, Batı Duvarı'nın sadece 60 metrelik bir kısmı toprak üzerinde kalır günümüzde, -yani fotoğraflarda Yahudileri önünde ağlarken gördüğümüz bölüm. 485 metrelik asıl kısım ise yeraltında kalır. Bu yeraltında kalan kısma ise işte bu tüneller vasıtasıyla ulaşılabiliniyor. Tünellerin çoğu üzerindeki yerleşim birimlerinin su deposu veya kanalizasyonu olarak kullanılıyorken uzun uğraşlar sonucunda birçoğu temizlenip günümüzde gezilebilinir hale getirildi. Bu kazılar esnasında tabi ki de şehrin tarihine ait birçok arkeolojik bilgi elde edildi. Tünelde ilgimi çeken bir yer var ki buraya "Mağara" deniliyor. Burası ilk Müslümanların, Yahudilere izin vermesinden itibaren bir sinagog olarak kullanıyor. Bu nokta fiziksel anlamda, Tapınak Tepesi'ne girmeden Kutsalların Kutsalı'nın bulunduğu varsayılan noktaya en yakın nokta. O yüzden birçok Yahudi buraya yüzyıllardır ibadet amaçlı gelmekte.
Kuyruğu geçip biraz ilerlediğimizde Batı Duvarı Meydanı'na çıktık. Sukot olduğu için inanılmaz bir kalabalık var. Geleneksel kıyafetlerini giymiş binlerce Yahudi -ağlayanı ağlamayanı- hep birlikte bir arada ibadet ediyordu.
Peki bunca insan niye bir duvarın önünde ibadet ediyordu? Bu sorunun cevabını da bizim için meydanın girişine yazmışlar:
"Yahudi öğretilerine göre Tapınak Tepesi Yaradılış noktasıdır. Tepenin merkezinde Yaradılış Taşı bulunur. Adem maddiyata bu noktada geldi. İbrahim, İshak ve Yakup burada Allah'a hizmet etti. İlk ve İkinci Tapınaklar bu tepenin üzerinde kuruldu. Ahit Sandığı Yaradılış Taşı'nın içine yerleştirildi. Kudüs, Allah tarafından dünyadaki varlığının ikametgahı olarak seçildi. Davut, tapınağı yapmayı çok istedi ama oğlu Süleyman 3000 yıl önce burada ilk tapınağı inşa ettirdi. Babil Kralı Nevuchadnezzar tarafından yıkıldı. İkinci Tapınak ilkinin kalıntıları üzerine yetmiş yıl sonra inşa edildi. 1900 yıl önce Romalılar tarafından yıkıldı. Şu an gördüğünüz Batı Duvarı, Tapınak Tepesinin batıdaki destek duvarlarının bir kalıntısıdır. Yahudiler, birgün tapınağın tekrar inşa edileceğine dair inançları ile yüz yıllardır bu duvarın önünde ibadet etmektedirler. Yahudi evliyaların dediği üzere "Allah'ın varlığı Batı Duvarı üzerinden hiçbir zaman kalkmaz." Tapınak Tepesi bütün dünyadaki Yahudiler için kıble olmaya devam etmektedir."
Kısaca böyle özetlemişler işte. Buradan mahallenin derinliklerine doğru kalabalıkla birlikte akıyoruz. Nereye gittiğmizden bi haber mistizmin içinde büyülenmiş şekilde ilerliyoruz sarı taşlı sokaklarda. İçerisindeyken anlamak zor gerçekten ama burası eski Kudüs'ün en yeni bölgesi aslında. 1948 yılındaki Arap-İsrail Savaşı'nda bu bölge tamamen yıkılıyor. Tüm Yahudiler eski şehirden çıkartılıyor. Yıkılmayan binalar ise ahır olarak kullanılıyor. Sonrasında Altı Gün Savaşı ile bölge tekrar Yahudilerin eline geçiyor ve buradaki çoğu binayı eskisine uygun olarak tekrar inşaa ediyorlar.
Yürümeye devam ederken Yanmış Ev (Burnt House)'in önünden geçtik. Burası İkinci Tapınak döneminden kalma Romalılar tarafınca yakılmış bir ev. Vaktimiz olmadığı için içine giremeden geçmek zorunda kaldık. Aynı şekilde yol üstündeki Wohl Arkeoloji Müzesi ve Karaite Müzesi'ni de geçtik. Derken 7 metre genişliğinde olan şehrin eski defans duvarları olan Geniş Duvar (The Broad Wall) ile karşılaştık.
Biraz ilerleyince önce uğultu şeklinde gelen sesin aslında bir tekno şarkı olduğunu farkettik. Biz ilerledikçe müziğin sesi de arttı. Biraz aşağısında orjinali 1700'lü yılların başında yapılmış olan 2010 yapımı Hurva Sinagogu bulunuyordu. Biraz abartıyor olabilirim ama şaka yapmıyorum; karşılaştığım manzara şu şekilde: İlahileri tekno yapmışlar, içeride takım elbiseli, lüle lüle saçlı erkekler Apaçi dansı benzeri dans ediyordu. Sinagogun dışında da dev ekranlardan içerisi gösteriliyordu. En azından dışarıdan bakan birisi için durum buna benzerdi. Ekranlara inanmayıp bir de kapıdan kafamı uzattım ki, evet, gözlerim beni yanıltmıyordu. Manzara aynen bu. Nerde o eski bayramlar denir ya; işte burada. Sinagogun önü mahallenin ana meydanı. Bütün meydan pamuk helva, patlamış mısır, kola satan satıcılar ve akşamın geç saatine rağmen yüzlerce bir oraya bir buraya koşturan çocuk ile doluydu.
Seyredip biraz eğlendikten sonra Cardo'ya doğru yürüdük. Cardo'nun ne olduğuna önceki yazımda değinmiştim. Burada etrafındaki kalabalıktan, ünlü olduğunu zannettiğim bir grup, canlı müzik yapıyordu. Farkettiğim bir şey de bir organizasyon oldu mu Yahudiler ortak yiyecek içecek getiriyor sanırım. Canlı müzik yapan adamın yanında bir örtü vardı ve üzeri kola, meyve suyu... doluydu. Kağıt bardakları ile herkes orta malı şeklinde yiyip içiyordu ne varsa. Birkaç yerde daha gördüğüm için dikkatimi çekti.
4 Sephardik Sinagogu'nun sokağından girip otelimiz olan Sephardic Hotel'e ulaştık. Farklı taraflarından şehre bakabilmek için 2 gün Müslüman mahallesinde kaldıktan sonra 2 gün de Yahudi mahallesinde kalacaktık. Sephardi, Yahudiliğin bir mezhebi. İspanya kökenliler. İspanya'dan sürülüp İstanbul, İzmir, Selanik, Mısır, Tunus, Fas... gibi yerlere yerleşmişler. Yasmin Levy'de mesela Sephardik.
Bu arada otele check-in yaptırdıktan sonra tekrar şehrin surlarının dışına park ettiğimiz arabamıza gidip bavullarımızı almak zorunda kaldık. Sukot'da eski şehre araba ile girmek mümkün ama imkansıza yakın. O yüzden zorlayıp sinirlerimizi bozmaktansa kaslarımızı çalıştırdık biraz. Yazının 3. bölümü olan Ermeni ve Hristiyan mahalleleri için benim olmasa da Leyla'nın uykuya ihtiyacı vardı. İyi bir uykudan sonra sırada 3. bölüm var...
Kudüs: Müslüman Mahallesi
İnsanlar nesnelere anlamlar yüklerler... Örneğin bir çift nişan yüzüğü kuyumcuda hiçbir anlam ifade etmez iken, aynı yüzükler bir çift tarafından alınıp nişanda takıldıktan sonra farklı bir anlama kavuşur. O yüzük, artık 3 cm çapında bir altın halka değil, birlikteliklerinin bir simgesidir. Artık bir anlam yüklenilmiştir ona. Bu bağlamda şehirleri içerisinde bulunan nesnelere yüklenmiş anlamlar ile tartarsanız, dünyanın en ağır şehri açık ara Küdüs'tür. Çünkü burada gördüğünüz neredeyse her şey kutsal; her taşın, her yapının, her giysinin, her mücevherin, her kitabın bir anlamı var burada. Hatta bir anlam demek yanlış olur çünkü farklı farklı kültürlerin yüklediği farklı farklı bir sürü anlamları var. O yüzdendir ki hakkında yazılması en zor şehirlerden birisidir Kudüs...
Ben de biraz işimi kolaylaştırmak için Kudüs'ün sadece eski şehri hakkında yazacağım. Kudüs kabaca 3 bölgeye bölünüyor; Doğuda kalan ve Arapların çoğunlukta olduğu Doğu Kudüs, Yahudilerin çoğunlukta olduğu Batı Kudüs ve bu iki bölgenin tam kalbinde bulunan surlarla çevrili eski şehir. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim; eski şehir İsrail Devleti'nin, eski şehir içinde bulunan Tapınak Tepesi ise Ürdün'ün kontrolünde bulunuyor.
Hani hep deriz ya, İstanbul çok-kültürlü bir şehir; farklı dinlerden, farklı kültürlerden birçok insan birlikte yaşıyor diye, Kudüs'ü gördükten sonra bunu bu kadar rahat söylemek gerçekten çok zor. İstisnasız dünyanın her köşesinden insan var burada. Örnekleri yazının içinde bol bol bulacaksınız zaten, o yüzden lafı uzatmadan Şam Kapısı'ndan içeri giriyorum hemen.
Kudüs eski şehri kabaca bir dikdörtgen şeklinde. Bu dikdörtgen kuzey-güney doğrultusunda uzanan "Cardo" (pazar sokağı) denilen bir yol ve doğu-batı doğrultusunda uzanan "Decumano" adlı bir yol ile 4 çeyreğe ayrılmış durumda; kuzeydoğudan itibaren saat yönünde Müslüman, Yahudi, Ermeni ve Hristiyan bölgeleri bulunmakta. 16. yüzyılda yapılmış Osmanlı surlarıyla çevrili 3000 yıllık bu şehre girmek için kullanabileceğiniz birkaç tane kapı var. Kuzey duvarında batıdan doğuya doğru sırasıyla Yeni Kapı, Şam Kapısı ve Herod'un Kapısı bulunuyor. Kafanızda canlandırabilmek için haritaya küçük bir bakış atmanızda fayda var. (Benim haritama ise bu linki kullanarak ulaşabilirsiniz: https://www.google.com/maps/d/edit?mid=zZFFS3ph-SXs.ktmArqd0tt-8 )
Eski şehrin her açıdan en etkileyici yapısı olan Kubbet-üs-Sahra ve El-Aksa Camisi'ni görebilmek için ilk hedefimiz İslamiyet'deki en kutsal 3. yer olan El-Haram El-Şerif (Tapınak Tepesi) oldu. Eski şehrin en geniş bölgesi olan Müslüman Mahallesi'nin daracık sokaklarında ilerlerken pek bir tanıdık hava hissettik. Sanki Anadolu'nun tarihi bir kasabasında ilerliyor gibiydik. İnsanlar da her zaman buralarda görmeye alıştığımız türden. Kafamızı nereye çevirsek doğunun mistizmini görüyorduk hemen. Birkaç dakikalık yürüyüşten sonra yolun sonunda, bir geçitin altında bekleyen birkaç tane asker gördük. Tapınak Tepesi'ne gidiyorduk ama ne kadar yaklaştığımıza dair Leyla'nın da benim de açıkcası pek bir fikrimiz yoktu.
Askerlere doğru ilerledik. Hemen bir tanesi önümüzde dikilerek burayı şu an ziyaret edemeyeceğimizi, yarın sabah tekrar gelmemizi söyledi. Önce anlamadım, camiye giriş akşam 5 sularında neden yasak olsun ki dedim içimden. Sonra farkettim ki adam bizim Müslüman olduğumuzu anlamadı. Durdum ve "Biz Müslümanız." dedim. Pasaportlarımızı görmek istedi. Türkiye'den geldiğimizi görünce ikna olacağını düşündüm ama kafi gelmedi ki sözlü sınava çekildik hemen. Bana bildiğin bir duayı oku dedi. "Kelime-i Şehadet" getirdikten sonra "Ayet-el Kürs-i" okudum bir tane. Dozu yeterli geldi ki duanın yarısında "Tamam, tamam." diyip beni susturdu. Leyla'ya dönüp "Sen de bir Nas Suresi oku bakalım" dedi. Baktım Leyla bembeyaz kesildi. Sanki lisede hoca sözlüye kaldırmış da çalışmadığı tek konuyu da ilk soru olarak sormuş gibi bir bakışı vardı. İçimden dedim kesin giremeyeceğiz; kafası da açık hem, pantolon da giyiyor, kesin inanmayacaklar. Allahtan iyi kopyacıyımdır. Hemen "Kul e'ûzü birabbinnâs Melikinnâs İlâhinnâs..." diye mırıldanmaya başladım ve içimi rahatlatan o sesi duydum. "Ha o muydu Nas Suresi, onu biliyorum ya; Kul e'ûzü birabbinnâs Melikinnâs İlâhinnâs Min şerrilvesvâsilhannâs..." diye devam ettiğini duydum. Bir oh çektikten sonra bizi içeriye buyur ettiler.
Beyaz sakallı bir amcam yanımıza gelip "Selamın Aleyküm" dedi bize. "Ve aleyküm selam" dedik ve hop içerdeyiz. Sonradan öğrendik ki Müslüman olmayanlar Cuma, Cumartesi ve dini bayramlar haricinde sadece sabah belli saatlerde Tapınak Tepesi'ne girebiliyorlar. Malumunuz, Kubbet-üs-Sahra ve El-Aksa Camisi'nin içerisine girmeleri veya herhangi bir şekilde kendi dinine uygun ibadet etmeleri yasak ama. Aynı şekilde İsrail Devleti de Müslümanlar için bir yasak koymuş. İsrail Devleti vatandaşı Müslümanlar ve turist Müslümanlar sınırsız erişim hakkına sahipken, Batı Şeria'da yaşayan 50 yaş altı erkek Müslümanların girmesi yasak, 50 yaş üstü olanlar ise özel izin alarak girebiliyorlar.
Velhassıl, kız çocuklardan biri Leyla'ya başını ve pantolonunu örtmesi için iki tane eşarp getirdi. Sonra yavaş yavaş ilerledikçe o heybeti karşımızda görüverdik. Kubbet-üs-Sahra karşımızdaydı. Sanırım yaşadığım bu duyguyu en son Mençuna Şelalesi'ne giderken yaşamıştım. Anlamsız yoğunlukta yeşilin içinde gittikçe gidip birden köşeyi dönünce 70 metrelik bir şelalenin dibine geldiğimde yaşadığım hayret duygusunu yaşamıştım. Altın kubbesi ve masmavi çinileriyle adama "vay be" dedirtecek heybetteydi. Kutsallığını ve anlamını daha hesaba katmıyorum bile. Bir yarım saat kadar fotoğraf çektikten sonra içeri girip girmemekte teredddüt ettim bir an. İçeride beni hayrete düşürecek ve heyecanlandıracak şeylerin olduğunu bilmek bir ürperti getirmişti içime. Kolay değil; Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde Muallak Taşı'nı havada gören hamile kadınların hayretten, şaşkınlıktan ve dehşetten çocuklarını düşürdüğünü söylemiştir. İçimdeki çocuğun kaybolmasından korktum bir an ama derken içeri girdim.
691 yılında Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından yaptırılan Kubbet-üs-Sahra'dan içeri girdiğimizde küçük küçük aralıklardan zar zor Muallak Taşı'nı görmeye çalıştık önce. Bir umutla daha iyi bir görüş yakalarız diye bir tur döndük. Sonra bir tur, bir tur daha derken şoktan çıkıp kendimize geldik. Neredeyiz biz diye bir düşündüm, birden önce ekran bulanıklaştı ve eskiye yolculuk başladı.
621 yılında Hz. Muhammed Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Burak adı verilen bir at ile bir gece yolculuğuyla Mescid-i Aksa'ya getirilir. Buna İsra denilmekte. Şu an ki Kubbet-üs-Sahra'nın olduğu alana gelip burada İsa, Musa ve Zekeriya peygamberlerle buluşur. Burada bu peygamberlere namaz kıldırdıktan sonra göğe yükselmeye başlar. Bu yükselmeye de Miraç denmektedir. Cebrail ile birlikte göğe yükselirken sırasıyla Adem, Yusuf, Yahya ve İsa, İdris, Harun, Musa ve İbrahim peygamberleri görür, yedinci kat gökten sonra Sidret-ül Münteha'ya (son sedir) çıkar. Buradan ileriye geçemeyen Cebrail'i burada bırakıp zaman, mekan ve cihet'in olmadığı katta Allah ile aracısız olarak görüşür. Bu yolculuk maddi midir, manevi midir, karışık mıdır bu yazının konusu değil elbette. Ama sözü edilen yer burasıdır. Tam kalbinde de Muallak Taşı (Foundation Stone) vardır. Ayrıca Müslümanların ilk kıblesidir burası. İbrahim peygamberin Müslümanlara göre oğlu İsmail'i, Yahudilere göre oğlu İshak'ı Allah için kurban etmek istediği yer de tam burasıdır.
Yahudilerde ise bu kaya Cennet ile Dünya'nın ruhani birleşim yeridir, dünyanın bu kayadan yaratıldığına inanılır ve Yahudililerin en kutsal yeridir. Bütün dünya üzerinde Yahudiler ibadet ederken bu kayaya dönerler. 1. Tapınak Dönemi'nde Kutsalların Kutsalı'nın bu kaya üzerine inşa edildiğine, içerisinde Allah tarafından Sina Dağı'nda Hz. Musa'ya verilen 10 Emir'in bulunduğu Ahit Sandığı'nın bu kaya üzerinde olduğuna inanılır. Bu görüşe rağmen, bazı Yahudiler'de Muallak Taşı'nın orjinal yerinin yine Tapınak Tepesi sınırları içerisinde şu anda bulunduğu yerden farklı bir yer olabileceği görüşü de vardır. Kutsalların Kutsalı, Yahudilik'de sadece en yüksek rahiblerin sadece Yom Kippur'da girebileceği bir mekan olduğundan, çoğu Yahudi günümüzde yanlışlıkla buraya girmemek için turistik amaçlı da olsa Tapınak Tepesi bölgesine girmez. Tapınak Tepesi ve Eretz Yisrael İnanç Hareketi gibi bazı gruplar taşın üzerinde bulunan herşeyin Kabe'ye taşınıp buranın üzerine 3. Tapınak'ın yapılmasını isteseler de birçok Yahudi bu akımı desteklemez. Bunun yanında bazı Evanjelik Hristiyan gruplar Hz. İsa'nın İkinci Gelişi için buranın yıkılmasının bir ön koşul olduğunu düşünürler.
Gördüğünüz üzere semavi dinlerde çok kutsal olan bu yerin tarihinin de doğal olarak savaşlarla dolu olması hiç şaşırtıcı değil. Bu toprakların tarihine kısaca bir göz atacak olursak önce I. Tapınak Dönemi vardı. Bu ilk tapınakta yukarda belirttiğim Ahit Sandığı korunmaktaydı. MÖ 586 yılında Babillerce bu tapınak yıkılıp Yahudiler köle olarak Babil ülkesine sürüldü. MÖ 516'da Babil esaretinden kurtulan Yahudiler burada II.Tapınak'ı kurdular. Kral Herod tarafından onarılan bu tapınak ise MS 70 yılında Romalılarca yıkıldı ve Yahudiler Kudüs'den kovuldu. Bizans'ın elinde 614 yılına kadar kalan bu bölge önce Sassaniler'in ardından da Hz. Ömer döneminde Müslümanların eline geçti. Haçlı Seferleri sırasında tekrar el değiştiren Kubbet-üs-Sahra bu dönemde kiliseye, El-Aksa Camisi ise Kraliyet Sarayı'na dönüştürüldü. Kutsal topraklara gelen Hristiyan Hacılar'ı korumak için oluşturulan şövalye birliğine bu saray dahilinde bir oda verildi. Bu yapının ilk kuruluşunda Süleyman'ın Tapınağı (1. Tapınak) olmasından ötürü bu şövalyeler Tapınak Şövalyeleri ismini aldılar. Ta ki 1187'de Selahhatin Eyyübi tekrar Kudüs'ü ele geçirene dek bu bölgeye hakim oldular. Eyyubilerden sonra Kudüs, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı topraklarına katıldı. Kubbet-üs-Sahra'nın dış çepesindeki çiniler Kanuni döneminde yerleştirildi. Bir çok kez restorasyon geçiren bu yapının altın kaplama kubbesinin onarımı 1998 yılında Ürdün Kralı'nın 8 milyon dolarlık bağışıyla yapıldı.
Leyla ile Muallak Taşı uçuyor mu uçmuyor mu diye etrafında dönerken birden Ruhlar Kuyusu'nun (Well Of Souls) girişi ile karşılaştık. Burası çok gizemli bir yer. İçerde duyulan yansıma sesinin bu kayanın altında olan Kıyamet Günü'nü bekleyen ruhların sesi olduğuna inanılıyor. Bu yüzden ismi ruhların kuyusu. Gerçekten de içeri girdiğiniz de ayak seslerinizin muazzam derece yankılandığını duyabiliyorsunuz. Bilimsel açıklaması bu kayanın sahip olduğu 45 tane odanın ve tünellerin yaratmış olduğu akustikten ötürü olduğu. Her ne kadar Indiana Jones, Ahit Sandığı'nı eski Mısır'da bulunan bir Ruhlar Kuyusu'nda bulsa da Ahit Sandığı'nın da burada saklanıldığına inanan çok fazla insan var.
Buradan çıkıp El-Aksa Camisi'ne doğru ilerledik. Namaz saati yaklaştığından camide kalabalık hakimdi. Birazdan namaz kılacağımız cami, ilk olarak Hz. Ömer döneminde yapılıp, Abdülmelik döneminde genişletilip, 705 yılında Abdülvelid tarafınca tamamlandı. Arapçada en uzaktaki cami anlamına geliyor. Caminin yanında ise bir İslam Eserleri Müzesi bulunuyor. Biz gittiğimizde maalesef kapanmıştı.
Camiden çıktıktan sonra bahçede biraz gezindik. Doğu Duvarı'nda Altın Kapı adı verilen bir kapı var. 1541 yılında Müslümanlarca kapatılan bu kapıdan İsa'nın dünyaya ikinci kez geldiğinde geçeceğine inanılıyor.
El-Haram El-Şerif'den çıkıp tekrar Müslüman Mahallesi'nin ara sokaklarına daldık. Her yer turistik eşya satan dükkanlarla dolu idi. Sağa sola bakına bakına ilerleyip Batı Duvarı'na gelmiştik. Burası artık Yahudi Bölümü'ne aitti. Burayı anlatmaya 2. Bölüm'de devam edeceğim. Müslüman mahallesinde bulunan Via Dolorosa'nın bir kısmı ve kiliseler ise 3. Bölüm'de...