Ayağımızın Tozuyla Kapadokya

Günler öncesinden planlayıp hazırlandığımız yolculuğumuzun vakti gelince yeni hikâyemiz de sabahın ilk ışıklarıyla başlıyor. Altı gezgin kadın yaklaşık kırk saatlik bir maceraya hazırlanıp yola çıkıyoruz. Kapadokya ile yolum kaç kez kesişti bilinmez ama her buluşma nedenini bilmediğim bir heyecan yaratıyor.

Yeni maceramızın ilk bölümünü havaalanında kucaklaşarak yaşıyoruz. Kısa süreli gecikmeyle başlayan uçuşun ardından Nevşehir Havaalanı’na iniyoruz. Alan küçük olduğu gibi merkeze de yarım saat uzaklıkta… “Kayseri yoksa Nevşehir’e mi uçmak mantıklı” karar veremeden kendimizi kısa süren ancak her anını dolu dolu yaşayacağımız maceranın kucağına atıyoruz.

Ürgüp merkezde yer alan ve bir aile işletmesi olan butik otelimize yerleşip gözlemeyle başlayan ve yöresel lezzetlerin bir araya serpildiği nefis kahvaltımızı yapıyoruz. Ara sıra ev yapımı reçeller ve tereyağlar da karışınca damağımızda değişik, hoş lezzetler kalıyor. Kahvaltının ardından soluksuz gezi maceramız da başlıyor.

Araç ilerliyorken etrafın çoraklığından doğan bir cennet misali görüntüler geçiyor gözlerimin önünden.Peri bacaları ile kafamda  yeni düşünceler gelişiyor ve hayallere dalıp gidiyorum… Sabahın ilk saatleri hafif uyku mahmurluğu, beden uyanık, bilincin uyur halleri derin hülyalara sürüklüyor. Aklımdan sessizce ‘’Buraya perilerin bacası, taş orman ya da doğanın biçip şekillendirdiği bir güzellik mi, demek uygun olur?’’ sorusu geçiyor. Cevap herkese göre değişse de bir gerçek var ki buraya hepsi yakışıyor… Doğanın oluşturduğu taştan eserlerin tıpkı sanat sergilerindeki eserler gibi büyüleyici.

Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi peri bacalarının da bir oluşum hikâyesi var. Hikâyeye gelince:  Tarihin derinliklerinde, zamanın birinde Hasan ve Erciyes Dağları’nın aktif olduğu dönemlerde başlıyor her şey. Önce Hasan Dağ aktifleşiyor, köpürüyor ve  ''pufff’’ diyerek  gönderiyor bütün lavları bu çorak topraklara. Bunu duyan Erciyes altında kalır mı? O da hareketleniyor, kıvranıyor ve salıyor içinden gelen her şeyi Hasan Dağ'ın izlerinin üstüne. İki farklı dağın oluşturduğu izler tüf, tüffit, lahar, volkan külü, kil, kumtaşı, ve bazalt gibi jeolojik kayaçlarla birbirine karışmadan rüzgar, su, güneşle birlikte yavaş yavaş okşanıyor; bir bebek misali ninnilerle bir sağına bir soluna dokunuluyor. Bugün hala oluşumu devam eden yüzlerce peri bacasının doğumuna sebep oluyor. Kimi şapkalı, kimisi şapkasız; biri yitip giderken, diğeri doğuyor ve yüzlerce yıl sürecek bu döngüyle oluşum hikâyesi de devam ediyor. Etrafa baktığımızda tepede ufak bir kayanın üzerinde hiç hareket etmeden şapkaları duruyor. Alttan sivrilmiş, aşınmış haliyle şapkasını hala tepesinde taşıyan onlarca peri bacasına da gözlerimizle tanıklık etmiş oluyoruz. Aralarında dolaşırken üzerimize düşecekmiş gibi bir hisse de kapıldığımız anlar oluyor.

Bu kısa bilgiden sonra maceramıza dönelim. İlk turumuz Göreme'ye yakın bir at çiftliğinde başlıyor. Kapadokya, aynı zamanda ‘’Atlar Diyarı’’ demek… Atlar Diyarın’da at binmeden dönülmezmiş, diyerek birçok güzel atın arasından beni etkilen beyaz olanını seçiyorum. Her ata bakıcısı ismiyle hitap ediyor. Beyaz atım, Aybala da bana düşüyor. Yaklaşık bir saat sürecek olan Aybala’yla maceramız başlıyor. Binince biraz ürkmeme rağmen hafifçe yelesini okşuyorum. Birbirimize alıştıktan sonra yavaşça çiftlikten uzaklaşıyoruz. Dar patika yollarda ilerlerken kendimi kırk yıllık at sürücüsü gibi hissediyorum. Ara sıra gelişen endişelerden de sıyrılınca yolculuğun sonuna kadar bütünleşiyoruz. Bir at nasıl dizginlenir, nasıl inilir-binilir ilk deneyimimi de burada yaşıyorum. Arada sağlı sollu asma bahçelerinden yer yer yükselen kayısı ağaçlarının arasından tepelere çıkıp dar geçitlerinden geçerek geniş bir alana yayılan Göreme’nin açık alanlarında, gizli güzellikleri Aybala’yla keşfediyoruz. Bir saati tamamladığımızda günlerce üzerimde kokusunu taşıdığım, yol arkadaşım Aybala’yı özleyeceğimi düşünerek vedalaşıyorum.

At turundan sonra atv turu daha bir maceralı geçiyor. Düz yolda gitmenin dışında her türlü çılgınlığı deniyoruz. Çılgınlıklar üst üste biniyor. Çamurların içine hızlı girişler, yükseklere tırmanışlar, çukurlara dalmalar, düz yolda yapılan hız... O vadi senin bu vadi benim dolaşıyorken, arada soluklanma ve fotoğraf molasıyla iki buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Güzel anların sarhoşluğuyla tekrar tesise dönüp bizim için hazırlanan yöresel yemeklerden oluşan lezzetleri tadıyoruz. Yörenin meşhur güveci hazırlanmış bizi bekliyor. Yanında çorba, salata ve yöreye ait pideleriyle mideler bayram ediyor. Üstüne de içtiğimiz kahvenin ardından heyecanlı saatlere geri dönerek bu sefer günbatımına doğru yol alıyoruz.

At, atv derken yorgun bedenimize geri dönüp adım adım Kızıl Vadi’ye doğru ilerliyoruz. Yaklaşık bir saat sürecek trekking turumuzu programa rehberimiz koyuyor. Ruh mutluluktan sarhoş, beden yorgun, ikisi birbirinden ayrı telden çalarken; geniş vadinin arasında yürüyor ve benliğimizi buluyoruz. Dar ve bir o kadar dik patikada yol alıyoruz. Ara sıra güzellikleri yaşamak için molalar versek de hedefe doğru ilerliyoruz. Hedefimiz bugünlük güneşi yolcu etmek. Daha ileriye doğru yavaş yavaş süzülüyoruz. Yorgun bedenler isyan etmeden Haçlı Kilise’ye varıyoruz. Hazır güneş de güne veda etmemişken kahve molası verip biraz yorgun bacaklarımızı dinlendiriyoruz. Kısa molanın ardından yavaş yavaş yitip giden gün ve güneş, ardında kızıllığa dönüşen vadideki renkleri bir arada seyretme fırsatını yakalıyoruz.

Günün sona erişiyle birlikte yorgun bedenlerimizdeki sızıları dinlemeden kendimizi aracın koltuğuna atıyoruz. Her yanımızda ağrı var ama mutluluktan olsa gerek hiçbir şey hissetmeden otele varıyoruz. Toz, toprak, at kokusu sinmiş üstümüze. Yorgunluğu sıyırıp üzerimizden atınca geriye mutluluk kalıyor. Yaklaşık yarım saatlik bir hazırlığın ardından bir anda sihirli değnek değmiş gibi Kül Kedisi’nden Sindirella’ya dönüşüp Türk Gecesi için rezervasyon yaptırdığımız mekâna varıyoruz.Yerimize yerleşince hemen gösteri başlıyor. Açılış sema gösterisiyle başlayıp ardından yurdumuzun dört bir yanından yayılan folklor gösterisinin bitiminde geceyi dansözlü şovla kapatıyoruz. Sonra sahne sırası bizde. Yorgun bedenler bizimki değilmiş gibi ruhumuzla müzik aynı ritimle buluşup kendinden geçiyor. Sabah balon turu olmasa geceyi Türkü Bar’da tamamlamak var! Otele gelip dinleniyoruz.

Sabah daha gün aymadan biz ayaktayız. Uçuşu gerçekleştirecek firmanın aracı kısa süreli gecikmeyle otelin önüne yanaşıyor. Balon turuna katılacak herkes aynı salonda toplanıyor ve verilen numara sırasına göre yavaş yavaş balona doğru gidiyor. Her balon yaklaşık on iki ila yirmi kişi alıyor. Peri bacalarının arasında geniş düzlüğe belli aralıklarla dizilmiş balonlar yavaş yavaş şişerek uçmaya hazırlanırken balonlardan birine yerleşiyoruz. İki yanında yeni yeni şişmeye başlayan balonlardan sıyrılarak yükseliyoruz. Daha önce bindiğim için deneyimliyim. Nedenini bilmediğim tatlı bir heyecan bedenimi sarıyor. Ve etrafta yükselen, yükselmeye çalışan yüzlerce balon farklı renklerle bir cümbüş oluşturuyor. Onlardan birinin içinde olduğumu düşününce yüzümde, heyecanla birlikte tatlı bir tebessüm yayılıyor. Etrafımızda uzaklaştıkça küçülen balonlarla beraber arasından sıyrılmaya çalıştığımız derin vadide yükseliyoruz. Yeni doğmakta olan güneşe doğru sanki dokunacakmış hissiyle hem yükselip hem yakınlaşmak, ayrı daha da ayrı bir duygu içine sürüklüyor.

Şanslıyız rüzgar yok, hava da uçuşa müsait. Önce hafif yayılan kızıllığın ardından bir anda "pat’’ diye yuvarlak tepsi gibi Güneş doğuyor. Yaklaşık bir saatlik süreye sığdırdığımız maceramız da bir boş arsada son buluyor. Kalkışı gibi inişi de zahmetli olan balon turunun sonunda patlayan şampanyalarla mutlu anı kutluyoruz.

Balon turundan sonra tekrar yöresel kahvaltımızı yapmak üzere otele geri dönüyoruz. Birbirinden farklı lezzetleri tadıp güne ayınca Göreme Açık Hava Müzesi’ne doğru yol alıyoruz. Günümüzün bir saatlik bölümünü burada geçiyoruz. Burası aynı zamanda açık alan müzesi. Müzede ilk Fresko örneklerinin uyandırdığı hayranlık sürerken birbiriyle iç içe yaşamış insanların dini ritüellerinin beşiği yerleşkeden ayrılıp bir başka zamana yayılan ve çeşitli saldırılara karşı kendilerini ve sahip olduğu her şeyi koruma dürtüsüyle geliştirdiği, bu yörede birbirinden bağımsız onlarca yer altı şehrinden biri olan Derinkuyu’ya geliyoruz.
Öğle saati biraz da açlık hissiyle yakında yerel halktan kadınların maharetli elleriyle yoğurup şekillendirdiği birbirinden lezzetli gözlemeler ve yanında köpüklü ayranla açlığımızı bastırıyoruz. Buraya gelince havasından, suyundan, taşından ya da toprağından mı bilinmez müthiş bir yeme ihtiyacı duyuyoruz.

Karın tok, beden de dinç olunca yaklaşık altmış metre derinlikten yeraltı şehrine doğru karanlık, mistik yolculuğumuz başlıyor.  Bu yörede yaşayan insanlar zaman zaman saldırılara uğramış. Korunmak amacıyla geliştirdikleri yüzlerce şehirden biri olan Derinkuyu’da, yeryüzünde yerleşim olduğu kadar yerin altında da yaşanılan düzenin aynısı korunmaya çalışılmış. Bizim bir saatten fazla durmaya dayanamadığımız, hatta ürktüğümüz yerde insanlar zor şartlarda günlerce, aylarca her türlü zorluğa göğüs gererek yaşamış.

Yeraltı şehrinden sonra çömleklerin merkezi Avanos’a geliyoruz. Diğer yerlerden farklı bir coğrafyada yer alan Avanos, yörede çıkarılan ustaların elleriyle şekillendirdiği çömleklerin de merkezi. Kızılırmak kıyısına yayılan alanda eski mimari korunurken bazıları da zamana yenik düşüyor. Merkezde yer alan çömlekçide, ustanın kısa süreli şovunun ardından bizim kızlar sırayla denemeye, yeni çömlek üretimine başlıyor. Zamanımız azalırken Mardin’den esintileri algıladığım yapıların arasında, dar yollarda ilerliyorum. Kimisi yıkılmak üzere, kimisi korunmaya alınmış binaların arasında dolaşırken geçmişe ait izleri arıyorum. Bir dokunsam her birine, üzerine sinmiş ne hikâyeler çıkar. Hayat bu işte! Biraz nehre doğru ilerliyorum. Orada daha bir kalabalık var. Tıpkı yörenin bir parçası gibi aralarına karışıyorum. Hava da bizden yana güzelliğini sunuyor. Nehirde dolaşan kazlar, ortadaki adacığı sahiplenmişler. İki farklı bölgeyi araya serpilmiş köprüler bağlıyor. Gün yavaş yavaş bitiyor. Son tercihimi hamamdan yana kullanıyorum.

Çocukluğumdan beri uğramadığım hamama, Göreme’de gidiyorum. Kapadokya hamamlarıyla da ünlü. Yaklaşık bir saatin nasıl geçtiğini anlamadan maskeden masaja kadar her türlü dokunuşla gezinin bütün yorgunluğundan sıyrılıp dönüyorum. Geriye güzel anlar, yaşanılanlar kalıyor. Bir daha ne zaman gelinir bilinmez ama her gelişim ayrı heyecan yaratıyor. 

serap selçuk

Yazar Hakkında

serap selçuk

Yazar Gezgin ve blogger 1968 yılında Niğde'de doğdu 1987-1991Ankara Üniversitesi Fizik Mühendisliği eğitimi gördü.