İber Yarımadasında, Avrupa'nın en batısı, tek komşusu İspanya olan Portekiz'in ikinci büyük, en güzel şehri. İstanbul'dan Porto'ya, 4,5 saatte varıyoruz. Saatlerimizi 2 saat geri alıyoruz. Porto, Portekizce ‘de liman anlamına geliyormuş. Havalimanı çok temiz ve şirin. Porto’ya İlk ziyaretimdi. Benim her zaman düşündüğüm şehirler vardır, Porto onlardan birisiydi. En büyük şairleri Fernando Pessoa'nın şiiri çınladı kulaklarımda.
''Ey tuzlu deniz! Tuzunun ne kadarı, Portekiz’in gözyaşları?''
Burada sıcak ve güzel insanlar yaşıyor. Erkek, kadın, yaşlı, çocuk bir millet bu kadar mı sevimli olur? Kendimi ülkemde hissettim. Bizlere de çok benziyorlar. Portekizlilerle Türkleri bir masaya oturttuğunuzda tip olarak hangisi Türk hangisi Portekizli ayırmanız zor olabilir. Dur durak bilmeden gece gündüz Portekiz kıyılarını döven Atlantik okyanusunun kıyısında bulunduğu için okyanus kültürü var. Onlar "Atlantik Okyanusunun" adamları ve kızları.
Birbirine bitişik kutu gibi evler, daracık sokakları, rengârenk çiçekli saksılarıyla dolu pencereleri, ferforje balkonları ve sokak lambaları, minnacık Fransız balkonlar ve balkonlardan sarkan çamaşırlar… Üzeri fayans ve çini kaplamalı evler arasından geçiyorsunuz. El yapımı desenli fayanslar diyebilirim. Portonun kimliğini yansıtan bu evler içinde yerli halkın yıllardır yaşadığı ve hala barındığı evler var. En güzel köşelerde ferah görünümlü kalabalık kafeleri, bol güzel ağaçları var. Eski Porto’nun çapraşık sokakları rahat nefes almamı sağladı.
Sıcaklar tüm Avrupa’yı kavururken Porto’da yağmur yağıyordu yazın ortasında. Orada bulunduğum günlerde temmuz ayı olmasına rağmen hava oldukça serindi. Gökyüzü bulutlu, gri bir şehirdi adeta. Hava nemli, nehrin karsısındaki üzüm bağları koyu yeşildi. Beni en çok büyüleyen, çıkmayan daracık sokakları oldu. Azulejo kaplı, süslü dış yüzeyleri, kapılarıyla renkli, taş ağırlıklı eski Porto evleri. Evlerin yüzleri mutlaka çiniyle kaplanmış, o yüzden çok renkli bir görüntü çıkıyor ortaya. Şehir özgün ve renkli bir görünüm içinde. Portolular bizim mantolama tekniği yerine eskiden beri yalıtımı Azulejo tekniği ile yapmışlar. İlk kez duyduğum bir terimdi. Azuleio.
“Azulejo, Portekiz ve İspanya'ya has bir seramik çalışması. Zaman içinde Portekiz kültürü'nün tipik yöntemi olmuş. Özellikle Portekiz'de kiliselerin iç ve dış cephelerinde, saraylarda, evlerde ve hatta tren ve metro istasyonlarının deklarasyonunda da kullanılmış. Sadece görünüm amaçlı değil, evlerin ısı kontrolünü sağlaması gibi amaçlar için de tercih edilmiş.”
Rehberimiz önceden, şehri gezmek isteyenlere; yanımıza bir çift spor ayakkabı ince bir mont almamızı ve biraz da kondisyon gerektiğini belirtmişti. Çünkü bol yokuşlu bir şehir porto.
Sao Bento Tren İstasyonu dış görünüşü görkemli. İçerisine girdiğiniz zaman bir resim galerisi gibi olan istasyonun duvarlarında; çeşitli hikâyeler, tarihi ve dini olaylar, porto sembolleri resmedilmiş. 20.000 adet azulejo tekniğiyle yapılmış fayansları, çini ustası meşhur Jorge Colaçoya ait işlemeler, desenli yer döşemesi ile farklı bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim. Tarihi yapılar oldukça iyi korunmuş.
Bireysel izlenimlerime dayanarak, eski Porto’nun çok hoşuma gittiğini söylemek isterim. Porto Meydanında Portolu kızlar ellerinde beyaz balonlarla “Bekarlığa Veda Partisi” yapıyorlardı. Katılmamak olur mu? Çapraşık bir kent dokusu var. Hüzünlü bir gecekondu şehrine benziyor. Barok, Gotik, Bizans, biraz da Arap tarzı dini yapıları, minyatür tablolara benzettim.
Porto, ilk bakışta kocaman köprüleriyle dikkat çekiyor. Geleneksel sandallarıyla şehri ikiye ayıran Douro Nehri ve Douro Nehri'nin üzerindeki köprülerden birisi. I. Dom Luis Köprüsü'nden yürüyerek karşı yakaya geçebilirsiniz.
Douro nehri kıyısına ışığı düşen tüm o binaları izledikçe tarih çarpıyor yüzünüze. Ve Douro Nehri karşı kıyısında onun muadili Porto’nun karşı kıyısı, şarap mahzenlerinin konuşlandığı, daha nezih mekanların olduğu yer Villa Nova de Gaia gülümsüyor yüzünüze. Gün batımı ve gece manzarası muhteşem. Eski yapıları ve tarih kokan sokakları müthiş. Gün batımında aldığı ışık şehri adeta bir kartpostala dönüştürüyor. Braga’ya sadece kırk beş kilometre.
Nehrin sonuna kadar giderseniz Atlas Okyanusu ile buluşuyorsunuz. Ve buluştum…
Cabo Da Roca Avrupa kıtasının en batı noktası. Araçtan inince okyanusa doğru hızla ilerliyorsunuz. Burası çok dik bir yamaç. Rüzgar esiyor. Saçlarınızı dağıtın. Bu dik yamacın üzerinde bir deniz feneri bulunuyor. En uç noktaya üzerinde Haç bulunan taş bir anıt yapılmış. Buraya gelen tüm turistler gibi fotoğraf çektim. Dik yamaçların kıyısında gözünüzün görebildiğince uçsuz bucaksız okyanusu izliyorsunuz. Dalgaların kayalara vuruşunu seyredip, dalgaların sesini dinlemek ruhuma iyi geldi.
Tuna Nehrinin, Buda ve Peşte diye şehri ikiye ayırdığı Budapeşte kenti gibi, Douro nehri de burada şehri Porto ve Gaia diye ikiye ayırmış. Eski Porto şehri UNESCO tarafından "Dünya Miras Listesi"ne alınmış.
Görülmeye değer, havası hasta edici, yazlık ve kışlık giysilerin aynı anda kullanıldığı bir şehir. Ton baliği, levrek, sardalye, uskumru… Her yerde balık köftesi. Yanında bir kadeh şarapla ikram ediliyor. Şise mantarı olarak bildiğimiz mantardan üretilen, çanta, cüzdan, ayakkabı şemsiye, anahtarlıklar satılıyor. Horoz da Porto’nun simgesi.
Porto’nun olmazsa olmaz horoz figürlü magnet, renkli metal üç boyutlu horoz figürleri, figürlü şişe mantarı, önlükler, Porto manzaralı çanta, yerel işlemeli örtüler ve kartpostallarımızı aldık.
Keşfetmenin tadı başka. Gece olunca, nehir kenarındaki sokaklardan birinde oturup suya yansıyan şehrin ışıkları içinde yolculuk yapabilirsiniz. Tabi yine, aynı sokakta bir dolu küçük restoran ve kafe var. Burada enfes Porto şarabı içilip son derece makul fiyatlara balık ve deniz ürünleri yenilebiliyor. Hemen her restoranda deniz ürünleri olması, kurutulmuş balık satan dükkânlar ülkede denizin kültüre olan etkisini gösteriyor. Her yemeğin öncesinde zeytin geliyor masaya. Kahvaltıda zeytin alışkanlıkları yok.
Özellikle gün batımında Gaia’da kıyıda yürüyüş yapın. Ben öyle yaptım. Akşam inanılmaz güzel görünüyor köprüleriyle, manzarasıyla ve ara sokaklarında dolaşın. Bir hayali gerçekleştirmenin tarif edilemez hissi içerisinde ayrıldım Porto’dan. Yine Fernando Pessoa'nın sözü geliyor aklıma "Her birimiz, kendi kurduğumuz hayaliz sadece..."
Lizbon’a yaklaşık 300 km uzaklıkta. Lizbon’a giderken, yemyeşil tepeler ve uzum bağları insani o kadar çok etkiliyor ki, yolculuğun nasıl geçtiği anlamadım Çok daha güzel bir şehir olmasına rağmen Lizbon’a pek ısınamadım, O çok abartılan Fado müzğini canlı dinledim. Fado, 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanmış bir Portekiz halk müziği türü. Fado'nun tam bir çevirisi olmamakla beraber, kelime anlamı kadere veya alın yazısına yakınmış. Yalnızca bir müzik değil bir hissi de dinleyiciye geçiriyor.
Gittiyseniz bir daha gidin, gitmediyseniz ilk durağınız olsun romantik şehir Porto. Tüm efsanelerin gerçek olduğu okyanus havası sizi kucaklıyor. Unutulmaz görseller belleğinizde yerini alıyor.