This city that I believed was my past,is my future, my present;
the years I have spent in Europe are an illusion,
I always was (and will be) in Buenos Aires.
Jorge Luis Borges
(Bu şehrin geçmişim, geleceğim ve şu anım olduğuna inandım. Avrupa’da geçirdiğim yıllar bir yanılsamaydı. Hep Buenos Aires’teydim ve hep Buenos Aires’te olacağım)
Tüm Amerika kıtasında, Kuzey Amerika’daki ışıltılı ABD şehirleri de dâhil en çok görmek istediğim kent kesinlikle Buenos Aires’ti. Dolayısıyla THY’nin 13+1+3 saatlik uçuşuna katlanmak pek de zor olmadı (İstanbul-Sao Paulo 13 saat, Sao Paulo’nun Guarulhos Havalimanı’nda uçak içerisinde bekleme 1 saat ve ardından Buenos Aires’e uçuş 3 saat).
Gece yarısına doğru indiğimiz Buenos Aires’in, resmi adı Ministro Pistarini Uluslararası Havalimanı olup da herkesin Ezezia dediği havalimanından direkt otelimize geçtik.
Aracımız Buenos Aires şehir merkezine doğru ilerlerken aklımda bir sürü imge beliriyor; anımsadığım ilk dünya kupası,1978’den kalma “Argentina-Argentina!” sesleri, Kempes-Maradona- Messi, yıllar önce Antalya’da bir sinemada kötü ses düzenine rağmen keyifle izlediğim Madonna’lı Evita, Emanuel Ginobili ve Luis Scola, en iyi yabancı film Oscarlı “Gözlerindeki Sır” (http://www.imdb.com/title/tt1305806/) filminin Buenos Airesli savcısı Benjamin Esposito ve tango yapan insan siluetleri… Havalimanından otele giden yolda ise bu imgelerden sadece Messi’li reklam panoları var!
Otelimiz Bristol şehir merkezinde yer alıyor. Hatta o kadar merkezinde ki şehrin simgelerinden “Obelisco” 67,5 metre yüksekliğiyle penceremin hemen dışarısında… Dünyanın en geniş caddesi 9 de Julioile Corrientes Caddesi’nin kesiştikleri noktadaki bu dikilitaş, şehrin kuruluşunun 400. yılı anısına 1936 yılında inşa edilmiş.
Obelisk ile ilgili ilginç bir not: 1973 yılında Isabel Martinez de Peron’un başkanlığı döneminde Obelisk’in üzerine takılmış halka şeklindeki tabelada haraketli bir yazı bulunuyormuş; “El silencio es salud”. “Sessizlik Sağlıktır” anlamına gelen bu mottonun, görünürde çok gürültü çıkartan motosiklet kullanıcılarına yönelik olduğu iddia edilse de Arjantinliler bunun politik görüşlerini kendilerine saklamaları konusunda bir uyarı olduğunun farkındalarmış.
Meraklısı için Kısa Buenos Aires Tarihi
Conquistator Francisco Pizarro 1506’da Perulu İnkaların kaderini sonsuza kadar değiştirmek üzere Güney Amerika’ya ayak basarken, aynı günlerde İspanyol Aristokrat Pedro de Mendoza da yanındaki 1600 kadar yerleşimci ile birlikte bugünkü Buenos Aires topraklarına çıkar. Mendoza bölgedeki yerli Querandiler ile uzlaşmak isterse de başarılı olamaz. Yerlilerden yiyecek temin edemeyen yerleşimciler ilk 18 ayın sonunda sayılarının üçte ikisini kaybederler. Geride kalanlar ise Paraguay’a göç edip bugünkü başkent Asuncion’u kurar (Oysa Pizarro yaklaşık 200 adamıyla çıktığı Peru topraklarında Avrupa’dan getirdiği çiçek hastalığının da yardımıyla neredeyse yerli merli bırakmamıştı!).
Sonraki deneme 1580 yılında… Bu kez Paraguay’dan nehir yoluyla Juan de Garay önderliğinde gelir yerleşimciler ve şehri yeniden kurarlar. Artık ihtiyaçları, Asuncion’dan nehir yoluyla gelmektedir. Mendoza’nın ilk gelişinde Avrupa’dan getirdiği atlar, pampalarda hızla çoğalmışlardır ve bölge de tarıma son derece elverişlidir (Bu arada pampa; Güney Amerika’ya özgü, otluk steplere verilen isim).
Fakat şehrin sonraki iki yüzyıl boyunca büyümesi pek hızlı olmaz. Çünkü pampalar tarım için son derece elverişli olsa da gümüş yoktur. Oysa İspanyollar, altın ve gümüş diyarı And’lardan doğup Buenos Aires’e ulaşan nehre, ilgilerini çeken değerli madenleri bulacakları inancıyla Plata, yani gümüş ismini vermişlerdir.
Daha sonra gelişen teknoloji sayesinde (buharlı gemiler, demiryolu, gelişen soğutma sanayii vs.) pampaların zenginliği Avrupalıların ilgisini çeker. Ne de olsa lezzetli Arjantin bifteklerinin tadına Avrupa’da sofralarında bakmışlardır. Ardından yatırımlar başlar ve yatırımlar sayesinde ortaya çıkan iş olanakları Avrupa’dan göçmen akınına yol açar. Bu da Buenos Aires’in dünyada pek çok şehre nasip olmayacak bir hızla büyümesini sağlar. 1900’lü yılların başlarında, başta İtalyanlar olmak üzere Avrupa’dan gelen göçmenler, şehri yaklaşık 1 milyon nüfusla Güney Amerika’nın en büyük şehri yaparlar.
Bugün gelinen noktada Buenos Aires, yaklaşık 13 milyonluk nüfusuyla Güney Amerika’nın Sao Paulo’dan sonra gelen ikinci büyük şehri ve kesinlikle kültürel başkenti…
Şehrin ismi Rio de la Plata’nın yani Plata Nehri’nin denize döküldüğü topraklara ilk kez ayak basan İspanyol ve Portekizli denizcilerin koruyucu azizlerinden (Patron Saint) geliyor; Nuestra Senora de Santa Maria del Buen Aire… Buenos Aires, “iyi rüzgârlar, güzel havalar” anlamına geliyor.
İlk İzlenimler
Buenos Aires’teki ilk günümüze, yarım günlük ve fazlasıyla turistik olan şehir turu ile başladık. Şehrin önemli binalarına ya da anıtlarına çoğu zaman aracın penceresinden şöyle bir baktığınız, rehberin söylediklerini dinlemek yerine sokakları izlediğiniz türden bir tur… Bir de üzerine, yerel rehberimiz Sonia pek de sevimli değildi. Sürekli Arjantinlilerin ne kadar zeki ne kadar eğitimli olduklarından, diğer Güney Amerika halklarına göre ne kadar ileri olduklarından söz edip duruyor.
Buenos Aires ile ilgili ilk izlenimim; geniş bulvar ve caddeleri ve mimarisiyle adeta bir Avrupa şehri. Güney Amerika’nın entelektüel başkenti olduğunu fark etmeniz sadece dakikalarınızı alıyor. Sinema, tiyatro, müzikal, sergi afişleri her yerde...
La Bombonera Stadyumu
Minibüsten ilk indiğimiz noktada uzaklardan, Boca Juniors’un maçlarını oynadığı lakabı “La Bombonera” yani “Çikolata Kutusu” olan stadın fotoğraflarını çekiyoruz. Önemli bir yer… Malum, Armando Diego Maradona futbola burada başladı (Küçük bir not: Boca Juniors taraftarları tribünlerde zıpladıkça stat hafiften sallanırmış ve denirmiş ki: “La Bombonera no tiembla, late!” yani “La Bombonero titremez, ritim tutar!”).
La Bombonera’nın duvarlarındaki resimlerden biri de takım renklerinin seçilme öyküsü… Bir zamanlar Boca Juniors’un renkleri siyah-beyazmış, fakat aynı renklere sahip olan bölgede bir takım daha varmış. İki takım siyah-beyaz renkler için maç yapmışlar. Fakat Boca Juniors maçı kaybetmiş. Bunun üzerine başkanları limana girecek ilk geminin renklerini takım rengi olarak seçmeye karar vermiş ve limana ilk giren de bir İsveç gemisi olmuş...
Caminito Yolu
Sonraki durağımız La Boca, ismini Riachuelo (veya Matzanza) Nehri’nin ağzına yerleşmesinden almış. La Boca İspanyolcada “ağız” anlamına geliyor. Çoğunluğu İtalya’nın Cenova kentinden gelen göçmenler tarafından kurulan bu semt, rengârenk binaları ile meşhur…
Semtin içerisindeki araç trafiğine kapalı yol “Caminito” fazlasıyla turistik… Rengârenk binalar ya hediyelik eşya dükkânı ya da restoran… Girişteki küçük meydanda, birkaç Peso karşılığında sizinle fotoğraf çektirmeye istekli hatta ısrarcı olan tango kostümleri içerisinde kadın ve erkekler ve “çakma” Maradonalar mevcut.
1882 yılında uzun süren bir grevin ardından Bocalılar, Arjantin’den ayrıldıklarını ve bağımsızlıklarını ilan etmişler. Hatta Cenova bayrağı bile asmışlar. Tabii ki bu başkaldırı uzun sürmemiş, fakat bölge zaman içerisinde “La Boca Cumhuriyeti” diye anılır olmuş.
Açıkçası La Boca çok da etkilendiğim ya da Caminito’yu adımlarken keyif aldığım bir yer olmadı, ama Buenos Aires’e kadar gelmişken görmek lazım…
Plaza de Mayo
La Boca’dan Plaza de Mayo’ya geçiyoruz. Yani bir anlamda şehrin kalbine...
Meydandaki önemli yapılar; Buenos Aires Metropoliten Katedrali ve “Casa Rosada” yani Arjantin Devlet Başkanı’nın idari ikametgâhı Pembe Saray… Diğer bir ismi de Casa de Gabierno olan sarayın balkonundan Evita, Peron, General Galtieri ve hatta Maradona kalabalıkları selamlamış.
Plaza de Mayo deyince tabii ki “Madres de Plaza de Mayo”yu da anlatmalı… Yani Plaza de Mayo Anneleri… Arjantin yakın tarihiyle Türkiye yakın tarihi arasında benzerlikler var. Arjantin’de de 1976-1983 yılları arasındaki dikta döneminde, bizde olduğu gibi pek çok rejim karşıtı gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolmuş. Oğullarına ne olduğunu öğrenmek isteyen anneler de 1976’dan itibaren “Madres” yani Anneler Hareketi’ni oluşturmuşlar. Haftada 1 gün beyaz eşarplarını takıp toplanıyor ve birbirlerine destek olup seslerini duyurmak istiyorlarmış. Tıpkı bizim Galatasaray Lisesi önündeki Cumartesi Anneleri gibi…
Şilili kadınların ellerinde yitirdikleri oğullarının ya da kocalarının fotoğraflarıyla tek başlarına dans ettikleri benzer protesto hareketini, tabii ki Sting’in “They Dance Alone” şarkısı sayesinde biliyordum ama gelmeden kısa süre öncesine kadar Madres de Plaza de Mayo’yu duymamıştım açıkçası.
Özgürlük uğruna çok acı çekmiş insanoğlu, dünyanın hemen hemen her coğrafyasında...
La Recoleta Mezarlığı
Bugünkü şehir turunun son durağı, ünlü La Recoleta Mezarlığı. Burası Arjantin’in önemli şahsiyetlerinin ve zenginlerinin oldukça gösterişli mezarlarının bulunduğu bir yer. Farklı mimari stillerde inşa edilmiş, heykellerle süslenmiş bir sürü mezar var. Birkaç eski Arjantin Devlet Başkanı, şairler, yazarlar ve bir hayli pahalı mezar yerlerini satın alabilecek kadar zenginlerin mezarlarının bulunduğu La Recoleta’nın şüphesiz en önemli konuğu Eva Maria Duarte de Peron, yani bildik ismiyle “Evita”.
Turun sonunda öğle yemeği için otele yürüme mesafesinde Corrientes Caddesi’ndeki La Churrasquita Restoran’a gidiyoruz. Meşhur Arjantin biftekleriyle tanışma zamanı…
La Churrasquita'da Bife de Lomo ile Tanışma
“Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” diyen Yahya Kemal misali Borges de “Avrupa’da geçirdiğim yıllar bir yanılsamaydı, daima Buenos Aires’te oldum ve olacağım” demiş ama bana sorarsanız Buenos Aires sanki Paris…
İşte bu Güney Amerika’daki Paris’e çok benzeyen şehirde -ki Güney Amerika’nın Paris’i demiyorum, en sevmediğim tanımlamalardan biridir bilmem nerenin Paris’i lafı- şehir turundan sonra ilk kez La Churrasquita Restoran’da Bife de Lomo ile tanıştım. Ne de olsa dünyada yıllık kişi başına et tüketiminin en yüksek olduğu ülkedeyiz ve meşhur Arjantin bifteklerinin tadına bakmalı artık…
Önce başlangıç olarak Empanada geliyor. Seyahatimiz boyunca gittiğimiz hemen her restoranda başlangıç olarak yediğimiz Empanada, bizim çiğ böreğin benzeri. İçerisinde genellikle kıyma, biber, domates, soğan, paprika vs. var. Annemin çiğ börekleri kadar olmasa da oldukça lezzetli…
Bife de Lomo ise sığır filetosu demek… Büyükçe bir tabakta “Et mi istemiştiniz? Alın size et!” der gibi kocaman ve kalın bir parça filetoyu önünüze koyuveriyorlar. Genellikle tabakta sadece et var (zaten çoğu zaman et parçasının büyüklüğünden tabakta yer de kalmıyor). Bazen yanında püre veya kızarmış patates ile servis ediliyor. Ama restoranlarda genel kural; etin yanında bir şey istiyorsanız sipariş verirken belirtmeniz. Bife de Lomo lezzetli mi peki? Evet, gerçekten lezzetli… Arjantin’de geçirdiğimiz 15 gün boyunca Gut hastalığı olmaktan korkacak kadar et yedim. Genellikle ya Bife de Lomo veya biraz daha yağlı olan dana biftek Bife de Chorizo...
Empanada
Bife de Lomo
Bife de Chorizo
Maalesef gurmelik yanım hiç yok, yoksa Arjantin’de et üzerine anlatılacak çok şey var. Olur da www.loplopculer.com'dan Semih Diken’in yolu Buenos Aires’e düşerse, harika gezi ve gurme sitesinde uzun uzun anlatacaktır. O zamana kadar size başka bir site; "Gringo in Buones Aires" isimli linkte Buenos Aires’te yenebilecek en iyi 5 tip sığır eti önerisi var. Bife de Lomo 5. sırada yer alıyor, Bife de Chorizo ise 1. sırada…
Bu arada birkaç faydalı bilgi de vermeli; Arjantin para birimi Peso. Resmi kura göre 1 Amerikan Doları 5 Peso civarında. Fakat dışarıda bu oran 7 Peso’ya kadar çıkıyor. Sokaklarda “Cambio, cambio” diye bağıranlar var, onlarda 1 Dolar’ı 7 Peso’ya bozdurabilirsiniz. Ayrıca pek çok mağaza, restoran veya kafede Dolar ile de alışveriş edebilirsiniz. Kur yine 7 Peso ve eğer ellerinde varsa para üstünü Dolar olarak veriyorlar. Yalnız bu 1’e 7 oranı sadece Buenos Aires’e özgü. Patagonya’da resmi kur geçerli yani 1 Amerikan Doları yaklaşık 5 Peso…
Orta halli bir restoranda Empanada ile başlar, üzerine bir Lomo veya Chorizo alır, yanında bir bira içer ve yemeği de dondurma ile sonlandırırsanız size maliyeti yaklaşık 100-150 Peso arasında olacaktır. Yemekte bize katılan, tango sevdasına Antalya’dan kalkıp 2 aylığına Buenos Aires’e gelen bir dostum bir keresinde 65 Peso’ya, masaya 1 kilo et geldiğini anlattı bu arada…
Antikacılarıyla Ünlü San Telmo
Yemek sonrası bir süre sokaklarda yürüdükten sonra bir taksiye atlayıp San Telmo’ya geçiyoruz.
Rough Guide serisinden Arjantin rehberine göre San Telmo, şehrin geleneklerinin koruyucusu olarak bilinmesiyle gurur duyuyormuş… Buenos Aires’in bu en eski Barrio’su (yani semti) yıkık dökük cepheli kolonyal stildeki evlerle çevrili ve Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında dolaşmaktan keyif alacağınız bir semt. Bölgede restoran ve kafelerin yanı sıra pek çok sayıda sanat galerisi de dikkat çekiyor. Bir de antikacılar; San Telmo antikacıları ile ünlü… Pazar günleri bölgenin merkezindeki Plaza Dorrego yakınlarında, Feria de San Telmo denilen bir de antikacılar pazarı kuruluyormuş.
San Telmo’daki bir kapalı pazarda -Marcado de San Telmo- antikacıların arasında dolaşmak oldukça keyifliydi. Eski fotoğraf makinelerinden taş plaklara, vintage erotik kartpostallardan eski film afişlerine kadar pek çok şey sergileniyor bu dükkânlarda…
Plaza Dorrego, San Telmo'nun merkezindeki restoran, kafe ve barlarla çevrili hareketli küçük bir meydan… Turistlerin ilgisini çektiği kadar Buenos Airesliler için de bir buluşma merkezi. Akşamları canlı müzik ve Tango gösterileri ise tabii ki olmazsa olmaz…
Plaza Dorrego
Buenos Aires'ten Graffiti Art
San Telmo gerçekten gezilmesi keyifli olan bir bölge… Ama ben en çok graffitileri sevdim. Tüm Buenos Aires’te graffitiler çok güzel ama sanki San Telmo’da bölgenin dokusuna daha bir uyuyorlar.
Nuestro Tango
San Telmo sonrası otele uğrayıp oradan akşam yemeği için El Querandi Restoran’a geçtik. Yemekte bir de Tango gösterisi vardı; “Nuestro Tango” yani “Bizim Tangomuz” isimli gösteri, başlangıcından bu güne Tango tarihini anlatan keyifli bir gösteriydi. Şahsen Tangodan pek hazzetmesem de gösteriyi ilgiyle izledim. Sanırım çok fazla turistik olmayan bir gösteriydi...
Tigre
Ertesi sabah ziyaret ettiğimiz Tigre; Buenos Aires’e 28 km mesafede Parana Deltası’nda yer alan turistik bir bölge… Ayrıca hali vakti yerinde Buenos Airesliler için de hafta sonlarını geçirdikleri bir sayfiye şehri.
Tigre ismini Latin Amerika’da “tigres” olarak bilinen jaguarlardan alıyor. 20. yüzyılın başlarına kadar deltada bu jaguarları görmek mümkünmüş. Burası dünyanın denize ulaşmayan tek büyük deltasıymış. Parana Nehri, denize değil ama Arjantin ve Uruguay arasındaki Rio de Plata’ya -Plata Nehri’ne- akıyor.
Deltadaki sayısız su kanallarının oluşturduğu adacıklarda müstakil evler ve bu evlerin de üzerinde yer aldıkları adacıklarla birlikte birer ismi var. La Maga (sihirbaz) ya da La Lila (leylak) gibi bu isimler bir kez konuldu mu bir daha değiştiremiyorsunuz, kötü şans getireceğine inanılıyor.
Kanallar arasında keyifli bir tekne turu yaptık ve bol bol da fotoğraf çektik tabii ki…
Tekne gezisi sonrası bir yarım saat Tigre sokaklarında dolaştık. Dolaşmak dediysem minibüsümüz gelene kadar bir yarım saat bulunduğumuz bölgedeki, daha çok ev eşyaları ve aksesuarları satan dükkânlar arasında gezindik. Hava çok sıcaktı ve bir an önce Buenos Aires’e dönmek istiyordum. Bu şehirde kalan son saatlerimizi Tigre’de harcamak pek cazip gelmiyordu açıkçası...
Yeniden Buenos Aires'teyiz
Tigre dönüşü San Isidro bölgesinin kolonyal tarzı evlerini seyrederek Buenos Aires’e ulaştık ve doğrudan öğle yemeğine geçtik. Öğle yemeği yediğimiz restoran; “Almacen y Restaurant Suipacha”, yemeklerinden çok dekorasyonu ile anımsayacağım bir mekân…
Suipacha'dan
Obelisk’e ve dolayısıyla otelimize yürüme mesafesindeki restorandan çıktıktan sonra akşama kadar serbestiz. Akşam yemeği için saat 20.00’de San Telmo’da Plaza Dorrego’da buluşacağız (önceki yazımda popüler buluşma yerlerinden olduğunu söylemiştim değil mi?).
Sömürgeci İspanyolların Güney Amerika’da belki de yaptıkları tek iyi şey inanılmaz bir düzen içerisinde planladıkları şehirler… Buenos Aires de bunlardan biri… Şehir haritasını açtığınızda cadde ve sokakların adeta bir ızgara ya da kareli kâğıt gibi yerleştirildiğini görüyorsunuz. Bu yüzden haritanız varsa eğer, bu şehirde kaybolmanız pek olası değil. Bir de Buenos Aires’te cadde ve sokakların numaraları değil, isimleri var. Yaşamının oldukça uzun bir bölümünü “56” ve “3808” numaralı iki ayrı şehirdeki, iki ayrı sokakta geçirmiş biri olarak bu tarz şehirleri hep sevmişimdir. Numaralar yerine isimler çok daha özel yapıyorlar verildikleri o caddeleri, sokakları… Tabii ki o şehri de…
Corrientes Caddesi’ndeki restorandan çıktıktan sonra Puerto Madero, yani deniz yönünde 4 blok yürüyüp Florida Caddesi’ne ulaştık (Bu arada deniz değil, nehir; deniz derseniz sizi düzeltebilirler… Plata Nehri yaklaşık 290 km uzunluğunda 220 km genişliğinde bir ağızla Atlas Okyanusu ile birleşiyor. Yani Buenos Aires denizden bir hayli uzakta… Her ne kadar nehir kenarına geldiğinizde karşınızdakinin bir deniz olduğunu düşünseniz de karşınızdaki Rio de Plata…).
Florida Caddesi (Calle Florida) araç trafiğine kapalı, genellikle şık mağazaların yer aldığı bir cadde… Caddenin tarihi, şehrin ilk kurulduğu 1580’li yıllara kadar gidiyormuş. O günlerdeki Rio de Plata Nehri’nin kıyısından tepeye doğru çıkan bir patikadan bugünkü haline ulaşmış.
Corrientes Florida Caddesi’ni neredeyse tam ortasından kesiyor. Corrientes Florida kavşağından kuzey yönünde caddeye dalıp insan kalabalığına karışıyoruz. Birkaç blok ilerledikten sonra hedefimiz karşımızda; Galerias Pacifico…
Galerias Pasifico isimli alışveriş merkezi ilk olarak 1889’da, Paris’teki ünlü “Le Bon Marche” mağazası model alınarak inşa edilmiş. Ardından 1896’da bir bölümü Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi -Museo Nacional de Bellas Artes- olarak düzenlenmiş. 1945’de bina elden geçirilmiş ve 5 farklı sanatçının yaptığı 12 fresk ile yeniden dekore edilmiş.
Binanın tarihinde karanlık bir dönem de var; 1987 yılında bir film ekibi binanın bodrum katında çekim yaparken gizli bir bölme keşfetmiş. Bölme incelendiğinde 1976 ile 1983 yılları arasındaki Askeri Cunta döneminde binanın bodrumlarının işkence merkezi olarak kullanıldığı ortaya çıkmış.
Bina uzun yıllar terk edildikten sonra 1991 yılında Galerias Pasifico ismiyle renove edilip yeniden açılmış. Bu renovasyon sırasında alışveriş merkezine yeni freskler de eklenmiş. Alışveriş merkezi dediysem, bizdeki o çok popüler “AVM”lere kıyasla küçücük bir yer… Ama hem tarihi hem de o muhteşem freskleriyle bizimkilere fark atar.
Askeri Cunta dönemini anımsatan bir fresk... Ya da unutturmayan!
Galerias Pasifico’nun zemin katındaki kafede bir kahve içimi soluklandıktan sonra yeniden Florida Caddesi’ne dönüp bu kez geldiğimiz yöne yürüyoruz. Sonraki hedef Plaza de Mayo’ya 8-9 blok var.
Florida Caddesi’nde bir de dondurma molası veriyoruz. Via Flaminia isimli dondurmacının dondurmaları nefis gerçekten…
Plaza de Mayo’dan Mayo Caddesi’ne -Avenida de Mayo- sapıp Cafe Tortoni’yi buluyoruz. Cafe Tortoni 1858 yılında açılmış ve tüm Arjantin’deki en eski kafe… Burası bir dönem, dünyaca ünlü Tango şarkıcısı Carlos Gardel ve yazar Jose Luis Borges gibi Buenos Aires entelijansiyasının önde gelenlerinin takıldığı bir mekânmış.
Cafe Tortoni’nin kapı komşusu ise Tango Müzesi; Museo del Tango. Ücretsiz olarak gezebileceğiniz bu müzede tango tarihinden afişler, ünlü tangocuların kullandığı ayakkabılar ve aksesuarlar ya da eski plaklar sergileniyor. Tango sevdalıları için birebir…
Cafe Tortoni'nin bir köşesinde yer alan balmumu heykeller… Kafenin ünlü müdavimleri; Borges, Gardel ve Şair Alfonsina Storni…
Tango Müzesi’nden
Plaza Dorrego
Cafe Tortoni’de bir kahve içtikten sonra düştük yollara… Önce Belgrano Caddesi’ne kadar birkaç blok, ardından da Belgrano’nun Paseo Colon Caddesi ile kesiştiği kavşağa kadar birkaç blok daha yürüdük. Oradan da yaklaşık 10 blokluk uzunca bir yürüyüşle hava kararmaya yüz tutmuşken buluşma saatimizden hemen önce San Telmo’nun kalbi Plaza Dorrego’ya vardık (bu verdiğim isimleri ve rotamızı daha anlamlı kılmak için sanırım sizlere bir Buenos Aires haritası linki vermeliyim; http://www.orangesmile.com/destinations/img/buenos-aires-map-big.gif).
Akşam yemeği Plaza Dorrego’ya çok yakın El Desnivel Restoran’da idi. Bizdeki ocakbaşı restoranları andıran El Desnivel’de, menüde Chorizo vardı.
Restoran çıkışı otele gidiyoruz. Yarın erken kalkacağız; Iguazu’ya uçuyoruz…
Otele girerken yağmur yağdı yağacak… Dünyanın en geniş caddesi 9 de Julio’daki diğerleri gibi, bizim otelin de kapısı içeriden kilitli ve güvenlik görevlisi müşteri olduğumuzu anladıktan sonra ancak açıyor kapıyı… Kıssadan hisse; yolunuz düşerse, dünyanın en geniş caddesi bile olsa geceleri buraları pek tekin değilmiş demek ki...
Buenos Aires’e daha çok zaman ayırmalı şüphesiz… Ancak tur programı çok yoğun… Kim bilir? Belki yolum bir daha düşer bu şehre; kalanını o zaman yazmak üzere diyorum o halde…