Hikaye 1984’te Dalyan’a ayak basan bir İngiliz kadınla başlıyor. Adı June Haimoff, İngiltere’de jet sosyetinin içinden geçmiş, farklılıkları sevmiş, müzik ve dans eğitimi almış, 1984’ten sonra ise hayatını Dalyan’ın kaplumbağalarına ve doğasına adamış.
June Haimoff ne yapmıştır? Nasıl başlamıştır bütün bu sonuçları doğuran olaylar peki?
Haimoff Dalyan’a geldiğinde buranın doğasından fazlaca etkilenmiş ve burada geçirdiği günlerde Caretta’ların farkına varmış. Olaya biraz derinlemesine baktığında ise Carettaların tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir tür olduğunu, Meksika kıyılarından Türkiye’ye uzanan bir yolculuk yaptıkları gerçeğini görüp pek çok bilgi toplamış. Fakat June Haimoff’u harekete geçiren şey Carettaların yuvası ve doğal güzelliğin mekanı olan Dalyan’a yapılması planlanan oteller olmuş. Dilekçeler, şikayetler, direnmeler ve görüşmelerden sonra ise dünyanın gözünü Dalyan’a çevirmeyi başarmış. Dilini bile bilmediği topraklarda giriştiği bu kavagada ona yörede tek ingilizce konuşabilen Abidin Bey arkadaşlık etmiş.
Fakat bu kadar şeyi kolay elde etmediğini belirtmek istiyorum Haimoff’un. Bu mücadele sırasında köpekleri zehirlenmiş, ölüm tehditleri almış, dönmek istemiş, kalmak istemiş buna rağmen bırakmamış peşini! Sonuç mu?
Sonuç dünyanın tükenmek üzere olan türlerinden birini hala topraklarımızda barındırıyoruz. Hala Dalyan'da ormanlar kök salıyor, zirvelerde kartallar uçuyor, çatılarda leylekler yuva yapıyor. Yolların kenarlarını nar ağaçları, çiçekler ve böcekler süslüyor. Buranın yerli halkı yapılması planlanan otellerde tuvalet temizlemek yerine, küçük dükkanlarla geçinebiliyor; çünkü doğa severler, turistler, üniversiteliler, araştırmacılar buraya hala akın ediyor. Hala topraklarda bitkiler yetişiyor, nar suyuyla ünlenmeye devam ediyor Dalyan. Kim derdi ki; bir kadın gelecek ve buranın güzelliği devam edecek her şeye rağmen diye. June Haimoff şu an 90 yaşında ve Türk vatandaşlığına geçmiş ömrünün büyük kısmını buraya adamış, bu tutkuya gıpta etmemek oldukça zor değil mi?
Peki June’dan sonra günümüze kadar neler oldu? Burada bulunan ve dünyanın izlediği, yumurtlamaları televizyonlarda yayınlanan Caretta carettalar nasıl canlılar? Ne ile beslenirler, ne yaparlar?
Yapılan araştırmalar Carettaların milyonlarca yıldır dünyada olduklarını gösteriyor. Ağırlıkları 150 kiloya boyları ise 1 m’nin üzerine çıkabiliyor. Carettalar uzun çiftleşmelerinden sonra geceleri sahile çıkıp 100-120 arası yumurta bırakıyorlar ve ardından tekrar denizin sularına geri dönüyorlar. Fakat burada küçük bir anektod var. Carettalar doğdukları sahillere gelip yumurta bırakıyorlar, yani bizim Akdeniz kıyılarında gördüğümüz bu güzel kaplumbağalar hayata gözlerini gene burada açmışlar. Bana çok cool geldi işin aslı.
Peki yumurta yuvalara(ocaklara) bırakıldıktan sonra ne oluyor?
Yumurtalar birkaç aylık kuluçka dönemini geçtikten sonra bebek kaplumbağalar kabuklarını çatlatıp topraktan dışarı çıkıyorlar ve hemen denize yöneliyorlar eğer ortamda ay ışığından başka ışık olursa bebekler yönlerini şaşırıyorlar ve ölüyorlar. İşte bütün mesele burada başlıyor. Bu bebekler eğer hemen denize yönelmezlerse yemek oluyorlar, hızlıca gitmezlerse gene yemek oluyorlar, sansar, tilki,köpek gibi hayvanlar da cabası. Denize ulaşanlar için de dert bitmiyor, hayatta kalma çabası son sürat devam ediyor. Burada da çeşitli düşmanlar ve şartlarla boğuştuktan sonra hayatta kalan yoluna devam ediyor. Birkaç tanesi hayatta kalıp ergin bir kaplumbağaya dönüşebiliyor.
Ve bu hayatta kalan kaplumbağaların ergin hale gelip üremesi içinde on yıllar geçmesi gerekiyor. Bu canlıların yaşam alanları insanlar tarafından istila edildiği ve pek bilgi sahibi olunmadığı için yumurtladıkları sahillerde sayıları neredeyse her yıl düşüyor. Fakat gururlanarak söylüyorum ki Dalyan Hariç! June Haimoff’u tekrar anıyoruz bu durum için.
Dalyan’da bu konuda ciddi yapılanmalar ve güzel oluşumlar var. İlk olarak Kaptan June’un vakfı var. Gönüllü çalışanlar, gelip bilgi alanlar, pek çok insan yavaş da olsa burayı öğreniyor. Fakat daha önemlisi hemen İztuzu’nun yanıbaşında Deniz Kaplumbağaları Araştırma Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER) bulunuyor. Pamukkale Üniversitesi’nin katkılarıyla kurulan bu merkez sayesinde, üzülerek söylemeliyim ki biz insanların hataları ve duyursızlıkları tedavi ediliyor çoğu zaman. Ağları ve kancaları yutan kaplumbağalar, sırf birileri teknesi azıcık daha yavaş gidecek diye ücretsizce dağıtılan pervanelerin etrafını sarmaya yarayan saç levhayı almadığından, yüzgeçleri kopan kaplumbağar ve insanlar tarafından yaralananlar burada su tanklarının içinde tedavi ediliyor. Beni en çok üzen 60 yaşlarında Neslihan adında ki bir Caretta’nın bir balıkçı tarafından kafasına vurularak yaralanmış olması oldu. Neslihan şu an kötü durumda, bir travma geçirmiş kafasında sargı bezi var, dalamıyor, iç ve orta kulak ağır zarar görmüş durumda, kalıcı hasar olacak maalesef. Kaplumbağa'ya üzülmenin yanında ekmeğini denizden çıkaran insanın denizden gelene duyduğu nefret de düşündürüyor biraz. İnsan olmak zor tabii...
Şimdi burada açığa kavuşturulması gereken bir nokta var; bu canlılar sadece yengeç ve balık yiyorlar, belki vahşice gelecek ama biraz da yosun yiyorlar! İnsanları değil! Zaten insanların içine girmek gibi bir niyetleri yok, kedi gibi başlarını okşamanızı beklemiyorlar. Bu hayvanlar gece karanlıkta yumurtluyor yahu! Neden bu korkmak ve şiddet?
Merkezde bulunan pek çok tankta hasta ve yaralı kaplumbağa var ve sadece Caretta caretta da değil yeşil kaplumbağa dediğimiz gene kocaman dev cüsseli Chelonia Mydas’ta bulunuyor burada. Akdeniz kıyıları çeşitlilik açısından gerçekten çok zengin.Araştırma merkezinin hemen karşısınnda Kaptan June’u, kaplumbağaları ve Dalyan’ın habitatını öğrenebileceğiniz renkli bir kulübe var. Biz burada tatlı bir kadınla tanıştık. O da buraya ömrünün bi kısmını vermiş. Bize anlattığı gibi buraya gelen herkese hiç üşenmeden, yorulmadan her şeyi paldır küldür anlatıyor. Anlattığı şeylerin içinde beni en çok etkileyen şu cümleydi; ‘buraya yıllar önce geldiğimizde kanala gidip suya girdik, ayaklarımızın etrafına balıklar, yılan balıkları geldi insandan korkmayı bile bilmiyorlardı o zamanlar.’ İnsandan korkmayı bilmemek şu günlerde oldukça garip geliyor kulağıma.
Dalyan’ın kanalı habitat olarak çok zengin bir alan, fakat tekneler belli uzunluk kıstaslarına uymadıkları ve güçlü motor kullandıkları için bozulmaya başlamış burası da. Yıllar içinde çamurun sertleşmesiyle oluşmuş alanlar ve buradaki metrelerce uzun sazlıklar, motorların yarattığı güçlü dalgalar yüzünden dağılmaya başlamış. Doğal olarak burada bulunan hayvanların yuvaları yok oluyor yavaş yavaş.
Bir de bunların yanında Dalyan’da turistlerin en eğlenceli aktivitelerinden biri olan mavi yengeç salarak Caretta caretta çağırmak işleri fena halde batırıyor. Farkında olmasak da burada doğaya müdahale edilip vahşi yaşam hayvanı ele alıştırılıyor. Kaplumbağalar iki gram et yemeye çalışırken yüzgeçlerini kaptırıyorlar, insanların el çırpıp bu devasa yaratıkları görmek istemesini anlıyorum ama bunu araştırma ve rehabilitasyon merkezinde yapmalarını öneriyorum.
Buranın bir de masmavi yengeçleri var adı da kendi gibi dosdoğru ‘mavi yengeç’ fakat avlana avlana onun da sonu gelmeye başlamış. Artık o eskiden bulunan büyük yengeçleri göremiyorsunuz, etrafta küçük maviler kalmış bir tek.
İnsan üzülmeden edemiyor, kendi yurdum insanı dururken denizleri, ülkeleri aşıp gelen yabancı bir kadın Türkiye’de çevre vakıflarının açılmasına analık yapıyor, koskoca ilçeyi betonlardan, hükümet pudralı insanlardan kurtarıyor. Eline sağlık demekten başka seçenek kalmıyor.
Bir de küçük bir bilgi; tekne turuna çıkacağınız zaman Dalyan’da teknelerin ‘Kaptan June Deniz Kaplumbağaları Koruma Vakfı’ amblemine sahip olup olmadığına dikkat edin. Sahip olanlar motorlarını güvenli hale getirip sınıra uyanlar çünkü. Bu şekilde yavaş da olsa insanlar doğruya teşvik edilebilir.
Sözü çok uzatmış olsam da amacım burada yitip gitme tehlikesinde olan ve ileriki nesillerinde mutlaka görmesi gereken harika canlılar ile onları bugüne taşıyan insanları anlatmaktı. Size kocaman gözleri, hantal vücutlarıyla bakan kaplumbağalar var burada. Bizden farklı ya da daha az yaşamayı haketmiyorlar onları tanıyın ve tanıtın. Mevlana’nın ‘Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir’ sözünü hatırlatmadan da geçmek istemiyorum.
Çocukların kedi, köpeklere taş atmadıkları, sineklerin kanatlarını kopararak oynamadıkları ve anne-babaların ‘dokunma o hayvana mikrop kaparsın!’ demedikleri günleri görmek dileğiyle.