Çölün İncisi Palmira

Palmira, nam-ı diğer “çölün incisi”... Ama Araplar bu kente Tedmur diyorlar. Biz Palmira’ya Homs’tan 3 saatlik bir otobüs yolculuğu sonrası ulaştık. Eğer otobüsle gelirseniz ve akşam saatleriyse sakın şaşırmayın, ineceğiniz yer tam anlamıyla in’in cin’in top oynadığı bir yer olacak. Gece saat 23:00 gibi Palmira’ya vardık. İndiğimiz yerde garaj falan yok. Yol kenarındayız. Dışarıda ise bir kaç kaçak taksici var. Bu taksicilerden biri 2 yerli yolcunun valizlerini tam yerleştirmişken, bizi görüp, turist olduğumuzu anlayınca, yerleştirdiği valizleri geri boşaltıp, bizi aldı taksiye. Tabii tarife de farklı bize... Ama gecenin bir vakti pazarlık olayına girip, yolda bırakılma riskini göze alamadık ve atladık taksiye.

Palmira biraz daha iç kısımda kaldığı için buraya gelen turist sayısı daha az. Toplam nüfusu sadece 60.000 kişi. Doğal olarak otel sayısı da az olduğundan şoförümüz 10 dakika içinde oteli buldu. Otele girdik ve rezervasyonumuz olduğunu söyledik. Resepsiyondaki çocuk ingilizce bilmese de ne dediğimizi anlamış olacak ki, bize beklememiz gerektiğini anlatmaya çalıştı. Neyi bekliyoruz derken “Muhammed”i dedi. Hayda... Niye Muhammed’i bekliyoruz ki şimdi? Neyse 15 dakika sonra beklenen Muhammed geldi. Bedevi kıyafetleri içinde gelen Muhammed’le tam nasıl anlaşıcaz derken, süper bir İngilizce ile bizimle konuşmaya başladı. Meğerse İsviçre’de okumuş.

Asıl olay bundan sonra başlıyor tabii... Otelin sahibi olan Muhammed, biz gecikince gelmeyeceğimizi düşünerek bizim odayı başkasına vermiş. Eee iyi de ne yapacağız şimdi? Muhammed ilginç bir öneri ile geldi. “Hiç çölde Bedevi çadırında kaldınız mı?”, Annemin gözleri faltaşı gibi açılmışken ablam hemen atladı. “Hadi, ne dersiniz? Hayatımızda bir daha ne zaman böyle birşey yaşayacağız ki?” Aslında fena da bir tecrübe olmaz.

Bu arada Muhammed öyle bir anlatıyor ki, “güzel bir tecrübe olur sizin için. Kalın şilteler ve bolca battaniye var, geceleri ateş yakıyoruz, ay ışığı ve yıldızlar... Sabah çölde kahvaltı, ardından da deve ile çölde gezi...” Alternatif olarak da “Yanda arkadaşımın oteli var, orası daha pahalı ama benim hatam olduğundan aradaki farkı ben öderim.”

Annem, çöle çok sıcak bakmasa da, bu mevsimde çölde akrep ve yılan olmayacağına ve çarşafların temiz olduğuna annemi ikna ederek, “Hadi gidelim”de karar kıldık. Yanımıza yeterli içecek de aldıktan sonra düştük çöl yollarına.

Biraz ilerleyip, etrafta hiç ışık kalmayınca grubun şüphecisi annem “Bunlar organ mafyası falan olmasın?” gibi teorilerini dile getirmeye başladı. Hakkaten ya öylelerse, bu saatten sonra yapılacak bir şey var mı? Yok, olmamalarını umabiliriz sadece.

Annemi biraz rahatlatmak için Muhammed’e sorular sorarak aslında nasıl biri olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Muhammed, İsviçre’de Fransız dili ve edebiyatı öğrencisiymiş. Okul tatile girdiğinde Palmira’ya geliyormuş. Daha önce parfüm işiyle uğraşıyormuş, sonradan ise tamamen otelciliğe yönelmiş.

Karanlığın içinde bir yerde durduk. Hııı, demek ki burada elektrik yok. El fenerleri ile aydınlatıyorlar çevreyi. Evet karşımızda devasa bir çadır var. Geceleri de çöl epeyce soğuk, nasıl ısınacağız? Çadırın içine girdik. İçeride küçücük bir lamba var, etrafı zar zor görüyoruz. Çadır en az 80 metrekare vardı. Yatak mı? Yerdeki şilteler... Tuvalet derseniz, her yer sizin... Yok yok, belki ben ve ablam kalırdık ama ebeveynlere fazla macera geldi. Sonuç olarak yeniden şehre geri döndük ve diğer otele yerleştik. Tabii bu maceradan sonra annem, gerçek bir yatak ve otel odasına kavuşunca çarşaf kontrolünü bile esnek tuttu.

Ertesi gün sabah kahvaltı sonrası şoförümüz bizi almaya geliyor. İngilizcesi çok kötü değil, anlaşabiliyoruz.

Çölün İncisi olarak da bilinen Palmira, eski Hicaz yolunun üzerinde olduğundan tarihte kervanların uğrak yeri olarak kullanılmış. Bölgedeki en eski yerleşim yerlerinden biri, MÖ 19.yüzyıla dayanıyor. MS 273 savaş sırasında oldukça zarar görmüş, daha sonra tekrar yapılanmış. 17.yy’da yaşanan su problemi nedeniyle terkedilmiş. Bu nedenle “hayalet şehir” ünvanını almış. Çok farklı uygarlıklar geçmiş buradan, hepsinden de kalıntılar duruyor.

Şoförümüz bir yapının önünde duruyor. Burası eskiden hem toplu mezar olarak, hem de gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Burada ölüleri mumyalayarak koyuyorlarmış. 4 kat olarak yapılmış toplu mezarlardan birine girdik. Karşılıklı 2 duvarda her biri yaklaşık 40-50 cm genişliğinde. 2 metre derinliğinde oyuklar var. Oyuklarda da ölüleri yerleştirebilmek için sıra sıra yukarıdan aşağı çentikler yapmışlar. Cesetler çürümesin ya da belki kokudan kurtulmak için diğer duvarlarda da delikler mevcut. Burası 4 katlı olduğundan aynı zamanda gözetleme kulesi olarak da kullanılmış.

Ardından Üç Kardeşler mezarına gidiyoruz. Burada merdivenlerle aşağı iniyoruz. T şekilli bir mahzen gibi bir yer. Burası diğer toplu mezarlara göre daha bir süslü ve daha az zarar görmüş. Bu üç kardeşten biri “Achilles”... “Achilles” karakterini, Truva filminden de hatırlarsınız. Duvardaki taştan kabartmaların orjinallerini resmetmişler. Öndekinin kadın kıyafetleri giydiğini net olarak görüyoruz. Efsaneye göre Achilles’e, aslında daha küçükken bir kahin tarafından savaşta öldürüleceği söylenmiş. Bunun üzerine annesi onu topuğundan tutup, ölümsüzlük suyuna batırmış ve oğlunun erkek olduğu anlaşılmasın diye belli bir yaşa kadar kadın kıyafetleriyle dolaştırılmış.

Bu tapınağın hemen dışında yerde oldukça büyük bir çukur açılmış. Aşağıda bir büyük mezar ve yerin altındaki gördüğümüz odayı başka bir odaya bağlayan taştan bir kapı dikkatimizi çekiyor. Yolun karşısındaki vahanın altının böyle mezarlarla kaplı olduğunu söylüyor şöförümüz. Bize gösterdiği bu mezarın ortaya çıkışı ise hayli ilginç. Eskiden asfalt yol bu mezarın üstünden geçiyormuş, fakat seyir halindeki bir yolcu otobüsünün ağırlığı nedeniyle, yol çökmüş ve bu mezar ortaya çıkmış. Kazada ise 17 kişi ölmüş.

Ardından biraz daha arabayla ilerliyoruz ve şoför bizi çöldeki antik kalıntıların bir ucunda bırakıp, ileride belli belirsiz görünen tapınağı göstererek, “1 saat sonra tapınağın önünde buluşuruz” diyor. Bu bölge çok geniş bir alana yayılmış. Yürüyünce ve içinde dolaşınca insan, ne kadar devasa ve ne kadar büyük bir alana kurulmuş bir şehir olduğunu daha iyi anlıyor. Ama maalesef değeri tam olarak bilinmiyor. Binlerce yıllık taşların, tarihi eserlerin çoğu zaman üzerine basa basa geçiyorsunuz. Burası daha gelişmiş bir ülkede olsa, tarihi eserlerin çevresine iki taraflı bir barikat kurulur ve her tarafa “dokunmak yasak” diye tabela konulurdu.

Antik kent içerisindeki amfitiyatro ise neredeyse hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş. Bazı önemli organizasyonlara da ev sahipliği yapıyormuş.

Tiyatronun hemen arkasında ise büyükçe bir tapınak var.

Orayı da bitirdikten sonra şoförle buluşuyoruz, sıradaki yer Maan kalesi. Arabayla yukarı çıktıktan sonra bize yarım saat süre veriyor. Manzara hakikaten mükemmel. Yukarıdan şehre bakınca, palmiranın çok düzenli olduğu göze çarpıyor. Bir tarafta eski şehir, harabeler, bir tarafta ise yeni şehir. Kalenin içine gelirsek, pek bir özelliği yok. Memlüklüler tarafından yapılmış. Asıl olay bizi kale dışında bekliyordu. Suriyeli bir kaç genç kız dans ediyorlardı. Bu dans, bizdeki halay ile hoptek arası bir şey... Yani el ele tutuşup dans ediyorlar, ama ayak hareketleri hoptek gibi... İzlemek için biraz duruyoruz. Bu arada kızlardan bir tanesi annemi kolundan çekip halayın içine katıyor, bir başka kız da ablamı çekiyor... Annem ve ablam ayak uydurmaya çalışsalar da, olmadı. Bizimkiler bu işi kıvıramadı.

Şehir turunun ardından otele dönüyoruz. Develerle yapacağımız yolculuk için Muhammed bizi otelden almaya geliyor. Annem ve Babam daha önce yaptıkları için istemediler. Biz de ablam ile birlikte gidiyoruz. Bir gün önceden develer ayarlanmıştı. Neyse iki deve hazır bizi bekliyor. Deveye bindiğim gibi yanımdaki çocuk “hold” diyor, iyi de nereyi? Önce öne, sonra arkaya savrularak kalkıyoruz deveyle…Neyse ki bana “hold” diyen çocuk beni bırakmıyor ve yularından tutup beni öyle gezdiriyor. Sakin başladık, sanırım deveyle de iyi anlaştım. Babam bana kamerayı vermişti, ama çekmek pek mümkün değil tabii. Çocuk, aşağıdan “hold” der demez deveyi koşturmaya başlıyor. Gerçekten attan çok farklı, ayağını koyabileceğin üzengi yok, tutunabileceğin tek şey semerin önündeki küçük demir çubuk. Koştuğu zaman öyle bir hoplatıyor ki, altı üstü 50 kiloyum, deveyle tüm irtibatım kesiliyor, yapabileceğim tek şey tekrar devenin üstüne düşmeye çalışmak… Biraz sağa ya da sola düşersen, yerdeyim iki seksen. Neyse ki düşmedim. Yolda giderken deve, yandaki bahçelerden sarkan ağaç dallarına falan saldırıyor, çok ani hareketler yapıyor. Çocuk da hakim olmakta zorlanıyor, ah o ip o çocuğun elinden bir kurtulursa, bittim. Bu şekilde bir saate yakın gezdikten sonra duruyoruz ve bu keyifli yolculuk tamamlanıyor.

Otele dönünce Muhammed bize çay ikram ediyor, fakat o kadar şekerli ki, içmek biraz zor. Meraktan soruyoruz, neden bu kadar şekerli olduğunu. “Aslında bu çok da şekerli değil, eskiden insanlar çölde yolculuk ederlerken yanlarına pek fazla yiyecek alamazlarmış, o nedenle hem biraz tok tutsun hem de enerji versin diye bolca şekerli çay içerlermiş, bu da eskiden kalma bir adet” diye açıklıyor Muhammed.

Biz otelden ayrılmadan önce bir türlü bedeviler gibi başımıza saramadığımız şalları Muhammed ablamın kafasına sararak gösteriyor. Bir de bize Palmira’dan hatıra olarak İpek bir şal hediye ediyor. İyi dilekler ile buradan ayrılıyor ve çay bahçesi tadındaki otogar gidiyoruz.

Buradan Şam’a gitmek için biletlerimizi alıyoruz. Ancak biletlerde koltuk numarası yok. Muavin uygun gördüğü yere oturtturuyor.Yol boyunca manzara süper, daha doğrusu sadece çöl, ama uçsuz bucaksız, her yer sapsarı… Yaklaşık 3 saat süren yolculuk sonrası Şam’a ulaşıyoruz.

*** BU YAZI GÖKÇE YILMAZ’IN “GEZİMANYA SURİYE – LÜBNAN” ADLI KİTABINDAN ALINTIDIR. KİTABIN GELİRİ TÜRKİYE OMURİLİK FELÇLİLERİ DERNEĞİNE BAĞIŞLANMAKTADIR.

GÖKÇE YILMAZ

Yazar Hakkında

GÖKÇE YILMAZ

 1982 yılında İstanbul’da doğdum. İlk ve orta öğretimini Sinop’ta gördükten sonra, lise eğitimi için İstanbul’a yerleştim.