Uzun sürecek olan tren yolculuğumuzda, hem de Doğu Ekspresi ile 54 adet istasyondan geçmek ve Kars’a ulaşmak! Çıldır Gölü, Ani Antik Kenti’ni keşfetmek! Sadece Ankara’dan Karsa gidiş en az 25 saat sürecekti. TCDD’nin sitesinde tüm detaylarıyla istediğim bilgilere ulaştım. Çocukluğumda sıkça bindiğimiz kısa mesafelerdeki kara tren anıları canlanıyor belleğimde!
Saltukova ve Zonguldak arasındaki istasyonlarda teyzelerim ve dayılarım yaşardı. Tatillerde kuzenler ordusuyla kara trende ebecilik, saklambaç oynaya zıplaya, annelerimizin ikazlarına, kondüktörün azarlamalarına aldırmadan özgürce trenlerde cirit atardık. Hala şaşarım, kara trenlerde çocuk dikkatsizliğimizle sağ salim yaptığımız yolculuklara! Çok seneler önce Ankara/İzmir tren yolculuğu da yapmıştım. Cennet yurdumun her köşesinde saklanan sürpriz görüntüler hala belleğimdedir. Şimdiki tren yolculuğu ise memleketimin bir ucuna doğru… Alışık olmadığım bu uzun yolculuğun tedirginliğiyle dönüşüm için, Kars’tan Ankara’ya uçak biletimi alıyorum.
Tren yolculuğunda ve eksi 30 derece olduğunu öğrendiğimiz Kars’taki gezimizde pratik olsun diye termal giysiler ve sadece orta boy bir sırt çantasıyla Ankara Garı’ndaki ekspresimizi buluyor ve heyecanla fotoğraf sanatçısı arkadaşım Canan ile iki kişilik 7. vagon 19-20 numaralı yataklı vagonumuza çantamızı koyuyoruz. Minik, temiz, yataklı vagon odamızda küçük bir buzdolabı, lavabo ve dolap var. Sonra lokanta kısmında yer kalmaz telaşıyla hemen 2 masaya eşyalarımızı koyuyoruz. Selami gelemediği için camın ardından bize el sallıyor. Tren kendine has düdüğü ve kalkış sesiyle çalışıyor ve start veriyor.
İnternetten güzergâhımıza bakıyorum; Kırıkkale, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum ve Kars. Küçük istasyonlarla beraber toplam 54 istasyon var. 1928 km yol. İnternette TCDD sitesinde her istasyonda saat kaçta varacağımızın ayrıntılı bilgisi var. Akşamın karanlığında dışarıdaki manzarayı pek seçemesek de gözümüzü dışarıdan alamıyoruz. Gruplar çoğunlukta; kuş gözlemcileri grubu, fotoğraf grupları. Sonra menüye bakıyorum; zeytinyağlılar, mezeler, et yemekleri, vb. “En İyi Zincir Restoran Ödülü”ne layık görülmüş Ray Restaurant. İstediğiniz içecek de mevcut.
Trenin takur tukur sesleri eşliğinde 4 kişilik gurubumuzla geziye dair sohbetler, planlar yapıyoruz. Diğer masanın tamamını kaplamış olan fotoğraf makinelerimiz her an çekime hazır bekliyor. Lokantada gurupların kimileri kâğıt oynuyor, kimileri tavla oynuyor, kimileri kitap okuyor, kimileri de sohbet ediyor. Herkes sakin, uykulu, neşeli ve sabırlı görünüyor. Trenimiz bir maraton koşusu yapıyor sanki. Kendinden emin yorulmadan yol alıyor. Saatler hızla geçip gidiyor ve biz aynı merak ve sabırla yol alıyoruz. Ertesi gün güneşin doğuşunu yakalamak için erken kalkmak gerektiğini düşünerek, istemeyerek de olsa yataklı vagonumuza geçiyoruz. Vagonların sorumlusu kondüktörümüz nöbetçi asker gibi ayakta. Vagondaki koltuklar bir hamleyle yatak oluyor. Trenin ritmik sesinden başka ses yok. Bazen raylardan çocuk çığlığını andıran sesler duyuluyor. Sanırım metal sürtünmesinden oluyor. Uyku tutmuyor nedense. Ara sıra camdan bakarken ıssız yollarda tek tük ışıklı evlere rastlıyorum. İçinde yaşayanların hikâyelerini hayal ediyorum.
Saat 04.00 Sivas İstasyonu. Büyük istasyonlarda 20-25 dakika duran trenimiz burada da aynı şekilde duruyor ve depolarına su dolduruyor. 30 Ağustos 1930’da Ankara-Sivas hattı ve Sivas İstasyonu açılmış. Her istasyonun bir öyküsü var aslında. Cumhuriyet’in “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” ülküsü Anadolu’yu kalkındırmanın bir adımıydı. Keşke ülkemizin her yerine demir ağlarla ulaşabilsek, trafik canavarı da her sene binlerce canı almasaydı.
Gecenin karanlığında; sarı renkli istasyon binalarının ışıklarının yansımasıyla oluşan gizemli görüntü bir tablo gibi karşımda duruyor. Rembrandt’ın nereden geldiği belli olmayan ışıklarıyla ünlü tablolarından birini çağrıştırıyor bana! Tren kalkıyor ve yine pembe panter çizgi filminin müziğine benzettiğim ritmik sesler aynı tempoda devam ediyor. Trenden sabahın ilk ışıklarını görememe endişesi beni sarıyor ve uykuya dalıyorum, saatimi kurarak…
Gecenin loş ışıklarından sonra sabaha doğru güneşin ilk ışıkları vuruyor içeri. Her saatin ışığı içeriyle kucaklaşınca başka bir atmosfere bürünüyor tren. Demirdağ ve sonrasında Divriği’deyiz. Tren kısa bir mola veriyor. İnenler oluyor. Bozkırın yalçın kayaları, dağları, zaman zaman peri bacalarına benzeyen çıplak, bir o kadar heybetli, estetik silueti fotoğraf çekmeyi kışkırtıyor. Elimizde makinelerimiz trenin en arkasındaki büyük camın ardında hazır bekliyoruz. Yakalayabildiğimiz görüntüler makinenin kara kutusunda peşi sıra diziliyor. Bazen büyülü görüntülerin şaşkınlığıyla, gözümüzün önünden kaçıveriyor, bu kadrajları da belleğimizde saklıyoruz. Belki belleğimde sakladığım bu güzellikler bir zaman gelir tuvalde can bulur diye teselli buluyorum. Sarp kayaların arasından sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış sürü halinde uçan ve güneşin taze ışığıyla simurg kuşu gibi sihirli bir ışıkla parlayan kuş sürüsü kaçırdığım görüntülerden bir tanesi. Çocuk afacanlığıyla trenle yarışan bir kangal köpeğin, karlar üzerindeki dansını kaçırmadım hele şükür. Tren onlarca zaman tünelinden geçercesine dağların içinden edalı ve heybetli süzülerek geçiyor.
Doğu Ekspresi’nde; eski demiryolcu ailelerin tatil için tren seyahatini neden seçtiklerini dinlemek, fotoğrafçılık bölümünde okuyan gençlerle ve gruplarla sohbetler, ekspresin daimi çalışanlarının sürekli arşınladıkları bu uzun, ince, karlı ve meşakkatli yolu nasıl içselleştirdiklerine ve nasıl keyifle çalıştıklarına tanıklık etmek… Trenin kompartımanlı, pulman, örtülü kuşetli, yataklı, yemekli bölümlerini ve yük vagonunu keşfetmek. Yolcuların evlerindeki kadar rahat oturuşları, yatışları, namaz kılışları, çocukların birbirleriyle oyunları, çocukça keşifleri, memleketimden insan manzaraları. Lokantanın her damağa uygun tatları ve içeceklerini yudumlamak gibi yapılacak ve görülecek çok var Doğu Ekspresinde. Saatlerin nasıl geçtiğini fark etmiyoruz bile. Geçtiğimiz güzergâhlarla ilgili anıları ve yaşantıları olanlar paylaşıyor bildiklerini. Tren büyük bir aile gibi sanki…
Kar manzaraları başladı nihayet. Karasudan sonra, Aşkale’de devam ediyor. Kandilli’de Kars’tan dönen Doğu Ekspresiyle karşılaşıyoruz ve insiyaki olarak el sallıyoruz. Erzurum istasyonunda duruyoruz. İnen yolcular “cağ kebabı ve kadayıf dolmasını yemeye ve Erzurum evini ziyaret etmeye davet ediyor. Kara kışa kafa tutan bu soğuk memleketin sıcak insanlarına el sallıyoruz. Bembeyaz bir coğrafyadayız. Kar kristalleri pırıl pırıl parlıyor. Zamanımızın nasıl geçtiğini anlamadan trenin kara meydan okuyuşunu izleyerek yol alıyoruz. 6 istasyon daha geçerek, Sarıkamış’a varıyoruz. 1914 yılında binlerce şehidimizin donarak öldüğü hüzünlü, acılı bölge. Minnet duygularıyla ruhları şad olsun, yıldızlar üzerine yağsın evlatlarımızın demekten başka ne yapabiliriz.
Nihayet Kars’a varıyoruz. Saat 19.00. Bu uzun, ilginç yolculuğu bitirmenin mutluluğuyla Cananla kucaklaşıyoruz ve sırt çantamızı alarak trenin emekçilerine teşekkürler ederek, trenden iniyoruz. Akşamın karanlığında bembeyaz giysisini giymiş Karsa adım atıyoruz. Göz açıp kapayıncaya kadar süren tren yolculuğumuzun bu kadar keyifli süreceğinden emin olsaydım eğer, dönüşümde de yine Doğu Ekspresiyle dönerdim. Uçaktan kuşbakışı karlar diyarını görmek de ilginç olacaktır umuduyla teselli ediyorum kendimi.
K’ların kenti, güneşin ilk doğduğu ve karın ilk yağdığı topraklar olan Kars’tayız. Kars Öğretmenevi’nde odalarımıza yerleşiyoruz. Turizm İl Müdürlüğü’nden gerekli broşürleri alıyoruz. Broşürde ayrıntılı bilgiler, gezilecek yerlerin planı mevcut. Kars broşüründen gözüme takılanların bir kısmını paylaşmak isterim: “Kars adı M.Ö. 130-127 tarihleri arasında Kafkas dağlarının kuzeyinden Dağıstan’dan gelerek bu havalide yerleşen Bulgar Türklerinin “Velentur” boyunun “Karsak” oymağından gelmektedir. Kaşgarlı Mahmut Kars kelimesi için: “deve veya koyun yününden yapılan elbise ve karsak derisinden güzel kürk yapılan bir hayvan, bozkır tilkisi” denmektedir. "Türkiye’de bundan daha eski “Türkçe” isim taşıyan bir şehrimiz daha yoktur. Yazılı tarih dönemleri Kars bölgesinde Urartularla başlamaktadır. Kanuni Sultan Süleyman 1534’te yaptığı sefer sonucunda Kars’ı Osmanlı egemenliği altına aldı. 1807’de Kars’ı işgal eden Ruslar 1829’da imzalanan Edirne anlaşması ile geri çekildi ve 1855 Kars zaferiyle şehre GAZİ unvanı verildi. Art arda Rus, Ermeni, İngiliz işgallerine uğrayan en son Moskova anlaşmasından 7 ay sonra 13 Ekim 1921’de Kafkasya’daki Sovyet hükümetleri ile Türkiye arasında Karsta yeni bir anlaşma imzalanıp, Kars’ın ve Artvin’in bugünkü sınırlarının taraflarca bir kez daha onaylandığını ifade ediyor.”
Kars, Doğu Anadolu Bölgesi’nin en soğuk ikliminde yer alıyor. Kaldığımız sürede eksi 30’ları bile gördük. Ancak kuru bir soğuk. Uygun kıyafetlerle rahatsız edici gelmedi bize. İrili ufaklı gölleri var. Çıldır Gölü, Karzak, Aygır, Çenklice, Turna gölleri… Şifalı suları bol olmasına karşın, bundan yeterli yararlanmamaktalar. Umarım en kısa zamanda tesisler yapılır ve turizme açılır. Nüfusun % 70’i tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor.
Türkiye'nin Kafkasya’ya açılan kapısı konumundaki bu şehir, Kafkas Üniversitesi'nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve bir öğrenci kenti durumuna gelmiş. Ayrıca şehir merkezine 6 kilometre uzaklıkta güzel bir havalimanı var. Bunun dışında kara ve demiryolu ağlarıyla ülkenin diğer yerleşim birimlerine ulaşımda da bir sorun yok.
Kars Çayı, kentin güneybatısından geçiyor. Kent aynı adlı ovanın üzerinde kurulmuş. Kars çok farklı etnik guruplara ev sahipliği yapmış. Şimdilerde Azeriler, Kürtler, Terekemeler (Kafkas kökenli),Türkmenler ve yerli halktan oluşuyor. 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşlarının ardından, Ruslar tarafından Karsa yerleştirilen malakanlar uzun yıllar burada kaldıktan sonra, 1962'de son malakan ailesinin de göç etmesiyle artık yoklar. Ancak izlerini bırakmışlar burada. Peynircilik, değirmencilik, bahçe ziraatı, arıcılık, hayvancılık ve tarımda, yöreye büyük katkılarda bulunmuşlar. Patates, ayçiçeği ve lahanayı ilk olarak üretmişler. Çay semaverini getirmişler.
Eskiden malakanların köylerinin yaylası olarak kullandıkları Zavot, şimdi adı Büyük Boğatepe olan köyde Türkiye’nin tek peynir eko müzesi var. Benim gibi bir peynir sever, bu köyü göremedi ne yazık ki. Kars ve çevresi sadece kışın değil, bahar aylarında da ziyaret edilebilecek bir yer. Komşuları olan Wiktor üzerinden, malakanların ustalıkları, çalışkanlıkları, eşitlikçi, savaş karşıtı, barışçıl bir toplum olduklarını anlattı bize peynir aldığımız dükkân sahibi. Babasının, dedesinin, gravyer peynirini malakanlardan öğrendiğini anlattı. Tarık Akan’ın oynadığı “Deli Deli Olma” filminde görmüştüm malakanları. Tolstoy malakanlara düzenli olarak yardım etmiş, ‘Diriliş’ adlı romanının gelirini malakanlara bağışlamış. İlginç bir etnik gurup! Ben sevdim bu malakanları. Keşke Kars’ta kalsalardı. Uygarlıklar ve kültürler beşiği Anadolu yüzyıllarca ev sahipliği yapmış farklı kültürlere. Topraklarımız kucağını açmış ve daha renkli yeşermiş doğa. Biz bunun kıymetini bilememişiz…
Kars gezimize Kale İçi Mahallesi’nden başlıyoruz. Dik yamaçlı bir tepe üzerindeki kale şehrin simgesi durumunda. Mağrur görünüyor. Kaynaklara göre, Merkez kale dışında surlar 27.000 metre uzunluğunda 220 burçtan oluşmuş. Kalenin uzunluğu doğu-batı istikametinde 250 metre, kuzey-güney istikametinde yaklaşık 90 metreymiş. Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra tahribata uğramış ve orijinal özelliğini yitirmiş. Şehrin merkezine 2 km uzaklıkta. Kale İçi Mahallesi’nde tarihi yapılar konuşlanmış. Kars Kalesieteklerinde, tarihi evler, dış kale surları, camiler, hamamlar, tabyalar, saraylar, köprüler şehrin kalbi gibi! 46 adet olan, ancak 10 tanesi gezilebilen Kars tabyaları için ayrı bir gezi turu programı var ilgilenenler için. Tipik bir Ermeni mimarisi örneği olan Ermeni Kilisesi (Havariler Kilisesi), şimdilerde Kümbet Cami, Lala Mustafa Paşa tarafından yaptırılan Hasan-ı Harakan adında Anadolu evliyasına yaptırdığı; Evliya Camii-Hasan-ı Harakani Türbesi, üç tonoz kemerli Taş Köprü, Mazlumoğlu ve Topçuoğlu hamamları görülmeden geçilmez.
Yine aynı mahallede bulunan Tanzimat Devri aydını, yurt sever şair, yazar Namık Kemal’in çocukluğunun geçtiği ev şimdilerde halk aşıklarına tahsisi edilen Kültür Evi olmuş. Kalenin eteğinde Beylerbeyi Sarayı’nı da Lala Mustafa Paşa yaptırmış. Kalenin dört bir yanını dolaşıp ve fotoğraflarla belgeliyoruz. Kalenin arka kısımlarında Üniversitenin mesire yeri ve çok sayıda eski binalar var. İlgisizlikten yıkılmaya yüz tutmuş, bu yapılar onarılsa, turizme kazandırılsa. Şehre bu kadar yakın yerdeki eski harabe binalar bağımlılara mesken olmuş. Tehlikeli yerler haline gelmiş. Orada rastladığımız 2 polis bizi gezdirdi.
40 yıl Karsta mesken tutan Ruslar, Baltık mimarisini buraya yansıtmışlar. Ruslardan kalan binaların çoğu devlet dairesi olmuş. Estetik ve alımlı görünüyorlar. Şehir bu binalarla özgün bir siluete bürünmüş. Akşam karanlığında ışıklandırılmanın çok yakıştığı bu binaların eşliğinde dolaşıyoruz. Bir ara yüzlerce karga Alfred Hitchcock’un “Kuşlar” filmindeki gibi üzerimizde gürültülü sesler çıkararak dönüp durmaya başlıyor. Sonradan öğreniyoruz ki bu kısım şehrin daha alçak kısmında kalıyormuş, kargalar için daha ılıman oluyormuş. Akşamları şehrin tüm kargaları burayı mesken tutuyorlarmış. Sürprizlerden birisi de aynı yerdeki (Yusufpaşa Mahallesi) Cheltikov Oteli idi. Işıklandırmalar içinde harika görünüyor. Otelin içine giriyoruz. İçi de sade ve rahat. Ruslar zamanında Cheltikov ailesinin eviymiş. Sonra hastane, doğum evi, memleket hastanesi, zirai donatım binası ve hekim evi binası olarak kullanılmış. Birçok uygarlıkların yaşadığı Kars’ın kültürel dokusu da buna paralel. Örneğin; Karsta her yıl düzenlenen Aşıklar Bayramı! Geçmişi Dede Korkut hikayelerine ve Manas destanına dayanan sözlü gelenekler aşıkların anlatımları ile yayılmış. Kars’taki aşıklar heykeli de bunun bir kanıtı. Halk oyunları davul, zurna, balaban, tar, tulum, mey, tütek, garmon, akordeon ve klarnet gibi zengin enstrümanlarla oynanıyor.
Karsın atmosferine dinginlik katan karlar eşliğinde şehri geziyoruz. Azeri Camii farklı mimarisiyle ilgimizi çekiyor. Fethiye Camii biraz değişime uğratılarak (eski kilise) camiye dönüştürülmüş. Muhteşem bir mimariye sahip. Bazı binalardaki çatılardan sarkan buzlar beni çocukluğuma getiriyor. Biz çocukken Bartın’a ne çok kar yağardı. Boyumuzu geçerdi. Çatılardan buzlar sarkardı. İnternetten ve yerel araştırmalarımız sonucu alışveriş yapılacak yerleri buluyoruz. İsimlerini verirsem diğer esnaflara haksızlık yapmış olurum. Eski kaşar, gravyer, kaşara göre daha yağlı olan kaşar göbeği, kara kovan, kekik, çiçek balı, kurutulmuş kaz, kaynatılmış tereyağı, Iğdır kayısısı, sımışka (siyah renkli ve iri ay çekirdeği) Kağızman cevizi, işlenmiş buğday yarma, kurutulmuş taze otlar ve kışlık salça, reçel, erişte. Bunlar bizim alabildiklerimiz. Kargo ile evlerimize göndermeleri için (elimizdekiler yolculuğumuzda yük olmasın diye) adresimizi veriyoruz. Kilim ve halıları da meşhur. Karsın meşhur K’ları çok. Kar, kaşar, kaz, kale, kayak merkezi, kaz çoban köpeği (tescillenmiş), Kuyucuk Gölü (212 çeşit kuşu barındıran). Kars'ta yaşamış köklü uygarlıkların miras bıraktığı tarihin izini sürmek için Kars Müzesi’ni görmek gerek. Kars Müzesi günümüzde arkeolojik, etnografik ve taş eserlerin sergilendiği önemli müzeler arasında yer alıyor. Müzede girişteki panoda, müzede çocuklarla yapılmış etkinlik resimleri var. Eğer sürekliliği varsa bu çalışmaların, takdire şayan.
Kars’ta kiraladığımız araba ile çevresini keşfediyoruz. Bembeyaz karlı yollarda güzel görüntülere dayanamayıp fotoğraf çekmek istediğimizde molalar veriyoruz. Şansımıza yollar açık. Ara sıra karlarla dans eden tilkileri görüyoruz uzaktan. Karsın meşhur kazları yok etrafta. Kaptan anlatıyor bize; kazlar yazın yetişirler, kışın yenirler. Kazın ayağını, başını, iç organlarını, kanatlarını yeriz. Tüylerinden yastık yaparız. Kilometreler boyunca Kars’ın coğrafyasının izini sürerken, yollarda sürpriz bir şekilde karşımıza çıkıveren yerleşim yerleri empresyonist ressamları kıskandıracak kadar güzel tablolar oluşturuyor. Bu güzel köylerden birisi de Doğruyol köyüydü. Köyün doğal karataşlarından yaptıkları mezar taşları hepsi bir heykeltıraş titizliğiyle yontulmuş. Ayrıca renklendirilmiş. Köyün mezarlığı açık hava müzesi gibi! Yok oluşun ürpertisini hissetmiyorsunuz mezarlıkta. Köprüsü ve altından akan deresi, evleri bizi mest ediyor. Akçalar Köyü’ne beyaz ne kadar yakışmış.
Kars lezzetleri; hangisinden başlamalı… Tabiî ki kaz yemeklerinden. Karsa gitmeden internette araştırdığımızda, kadın girişimci Nuran Hanım’ın ve kızlarının kazevi hep karşımıza çıkmıştı. Uğramadan olmazdı! İyi ki uğramışız. Kaz evinde, kazlarla ilgili bilmediğimiz çok şeyi öğrendik. Kars yavrusuna “bilik” deniyor. Alarm hayvanı olarak görülen kazlar hırsızı ele veriyormuş. Kazlar iyi bir hafızaya sahiplermiş. Kaz eti kültürü Kafkaslara özgü bir gelenek. Dayanıklı bir hayvan. Yaşam süreleri 20-60 yıl arasında değişiyor. Kaz etinde kolesterol düşük, protein ve enerji oranı fazla. Kazlar yabancı ot mücadelesinde de kullanılıyor. Atasözlerimize de girmiş: “Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez”. “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür”.
Kars’ta kaldığımız sürece tattığımız yemekler hepsi birbirinden lezzetliydi. Lokantalarda tattığımız ve gördüğümüz yemekler şunlardı: kaz yemeğinin farklı çeşitleri, ortasında soğan soslu hangel (mantı), kuzu etinden piti, Kars ketesi, tereyağlı ve peynirli döğmec, pişi, mafiş, lalanga, nezik, feselli, un çorbası hörre, ayran aşı, evelik aşı, kesme aşı, ısırgan aşı, haşıl, guymak, umaç helvası, koyut tatlısı (dövülmüş buğday)… Taş kafede bir dinlenme molası. Soba semaverde çay keyfi. Akşam olunca da keşif yürüyüşlerimizde, Kars’ın silueti bir başka güzel görünüyor.
Kars’tan Çıldır’a gitmek için sabahın ilk ışıklarıyla kaptanımız Cenk’le buluşuyoruz. Çıldır, 2012 yılı itibariyle 19.075 olan nüfusuyla Türkiye’deki en küçük il merkezi olan Ardahan ilinin bir ilçesi. En eski Türk yerleşimlerinden biri. Çıldır Oğuz Han’ın Çavuldur boyu adının, (Çaldur) fonetik bir değişikliğe uğramış biçimi. İlçe merkezi, ortalama 1950 metre yükseklikte düz bir alana kurulmuş, köyleri ise kısmen düz ve kısmen de engebeli bir arazi üzerine yerleşmiş. Terekeme (Karapapak)ve Ahıska Türkleri çoğunlukta burada. Geçim kaynağı hayvancılık ve tarım. Çıldır Gölü 120 kilometrekare. Kars’ta yine güneşli bir gün. Yol boyunca eşsiz beyazlık ve dinginlik meditasyon etkisi yapıyor. Hele bu beyazlıklar üzerinde dans eden tilkileri ve az da olsa kuzgunları görmek! Uzaklardan karlar içinde kaybolmuş köylere rastlamak…
Çıldır’a gelmişiz. Gölü arıyoruz. Beyazlık karayla bütünleştiği için gölü hemen görüvermek zor. Göl, beyaz bir deniz, bembeyaz bir çöl gibi. Doğanın beyaz bir gelinliği sanki. Gerçekten bu manzara ve sessizlik ruhu dinlendiriyor. Doğanın saflığı huzur veriyor insana. Çıldır, Doğu Anadolu’nun ikinci büyük gölü. Göl içerisinde balık üretme çiftliği, kenarlarında az ayıda tesisler ve çevresinde çok sayıda yerleşim yerleri var. Göl, 100 çeşit bitki türüne ev sahipliği yapmakta. Göl üzerindeki 4 ada; Karabaş Martı ve Van Gölü Martısı üreme noktaları bulunmakta. Neredeyse Aralık ayından, Nisan ayına kadar gölün metrelerce buz tuttuğunu söylüyorlar. Gölün etrafını arabayla önce bir keşfediyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir tesisin önünde iniyoruz. Tek katlı mütevazı bir tesis. Gölün etrafında az sayıdaki tesislerden biri. Çıldır Gölü ve çevresinin her mevsimde başka güzel olabileceğini ve buraları bahar aylarında da ziyaret etmeyi hayal ediyorum. Eylülden sonra da kuş göçleri kaçırılmayacak fırsat ilgilenenler için. Çıldır gölünde hafta sonu Çıldır festivalinin yapılacağını, ata sporumuz cirit gösterisinin, atlı kızaklarla yarışların da olacağını, kaçırmamamız gerektiğini söylüyor kaptanımız. Festival yazın da yapılıyormuş. Keşke kalabilseydim ve yörenin geleneklerini çoğunu görebilseydim.
Çıldırlı Tekin Akçay atlı kızağıyla, bizi buz tutmuş gölde dolaştırıyor. Atlı kızakların yöresel adı zanka. Faytonun kızak hali sanki. Daha konforlu olsun diye turistlere yönelik değiştirmişler kızağı. Yörede kullanılan eski atlı kızakları fotoğraflarda görebildim sadece. Renkli, süslü tahtadan yapılmış. Otantik ve naif bir el sanatı. Buz tutmuş gölde, süslü atların çektiği kızakla dolaşıyoruz. Atlar renkli kumaş, renkli yün ve boncuklarla süslenmiş. Yolcularını beklerken kilim ve battaniyeye sarmışlar üşümesinler diye. Uslu uslu bekliyorlar. Sahiplerine ekmek kapısı! Kızaklı atlarla buz tutmuş gölde gezmek çocukluğumun oyunlarına götürüyor beni: Bartın’da öküzlerin çektiği tahta arabalara bindiğimizdeki heyecanı, kızaklarla evimizin sokağının başından sonuna kadar kendimizi salıverdiğimiz kış oyunlarını. Çocukluk insanın ana yurdu dememişler boşuna. Burada doğup büyüyen çocukları düşünüyorum; belleklerinden hiç gitmeyecek bembeyaz düşlerini ve bembeyaz oyunlarını! Tekin Bey, atlı kızağı durdurup biraz önce balık tutulan yeri bize gösteriyor. Tırmıkla nasıl balık avlandığını anlatıyor. Kırılan buz tabakasının olduğu yer yeni buzlanmaya başladığı için gölün maviliklerini görebiliyoruz. Yeni balık tutmak üzere kırıldığı için, henüz şeffaf bir buz tabakası oluşmuş, buz kalınlaşmamış daha.
Ülkemizin her bölgesi farklı sürprizleriyle selamlıyor bizi. İnsanların bu güzellikleri keşfetme isteğinin çoğalmasını, eşsiz coğrafyamızın yanında, Anadolu insanımızın emeğini, yaratıcılığını, misafirperverliğini daha çok kişinin görmesini isterim. Turizm gelirinin de bunu hak eden yöre inanlarına kalmasını… Arkadaşım, gezgin ruh Tuba; Çıldır’a 2 km uzaklıktaki Şeytan Kalesi'ni görmeden gelme demişti. Ancak yüksekteki bu yere yürüyerek çıkılacağı için, bu mevsimde ulaşmanın zorluğunu söylüyor kaptanımız. Vazgeçiyoruz.
Bu eşsiz göl turundan sonra; tesislerdeki soba başında önce ısınıyoruz. Afiyetle, turşusu ve salatası yanında çok lezzetli sarı göl (sazan) balığını yiyoruz. Balıkçılar, Eskimo usulü keser ve tırmık yardımıyla buzu kırıp, ağları göle salıvererek bu balıkları avladıklarını anlatıyorlar. Her zaman rast gitmediğini, gölde; sarı göl balığının yanı sıra, aynalı sazan, kayabalığı, kızılkanat, tatlı su kereveti, şafak, tatlı su kefali, tahta balığı, ot sazanı ve Asya sazanı da yetiştiğini söylüyorlar. Balıkçılar her sabah gün ışığıyla gölün ayaz soğuğuna aldırmadan, ekmek parası için buz yollarına düşüyorlar. Bizde bin bir emekle, riskle tutulan bu balıkları afiyetle yiyoruz! Sizlerde tadın derim bu lezzetli balıkları, sıcacık sobanın yanı başında, doğanın bembeyaz giysileri eşliğinde. Soba başında çayınızı doğanın gelinliğini seyrederek yudumlayın Gölde yürüyün, atlı kızağa binin ve Çıldır’a mutlaka gidin diyorum.
Ertesi gün Kars’a 42 km uzaklıktaki Ani antik kentindeyiz. Bu topraklar, 24 farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış. İlk kazı faaliyetlerinin, 19. yüzyılda Rus arkeologlar tarafından başlatıldığı, İpek yolu duraklarından birisi. Girişi çift kaleli olan bu kent dünya miras listesine aday! Ani harabelerinin bulunduğu yerdeki Arpaçay, Türkiye ile Ermenistan topraklarını birbirinden ayırıyor. Ani yerleşimindeki yapılar; Urartular, İskitler, Persler, Emeviler, Abbasiler derken uzun yıllar farklı kültürlerin imzası olmuş, büyük bölümü Gürcü ve Ermeni krallıklarından, 9 ila 10. yüzyıldan kalma. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 40 yıl Rus egemenliğine geçen antik kent, 1921’de Ruslardan geri alınmış ve Türkiye topraklarının bir parçası olmuş. Yapılar İslami dönemlerde Selçukluların, İlhanlıların veya Osmanlıların eline geçtikten sonra çift isimle anılıyor. Bu acılı coğrafyayı gezerken hüzünleniyorum. Defalarca saldırılar, depremlerden dolayı kentin az bir kısmı kalmış. Yıllarca bir arada yaşamış iki komşu ülke, menfaat güçleri, kötü politikalar yüzünden halklarını birbirine düşürmüş, acıları, dramları yaşamış. Geçmiş hesaplarını halledemediği için şimdilerde kapılarını birbirine kapatmış durumda. Türkiye'nin Azerbaycan'la birlikte Ermenistan'la olan sınırlarını kapatması Ermenistan ekonomisini olumsuz yönde etkilediği için, Ermenistan bu sınır trafiğinin yeniden açılmasını talep ediyor, ancak Türkiye Ermenistan'ın işgal altında bulundurduğu Azerbaycan topraklarını terk etmediği sürece sınırı açmayacağını ilan ediyor. Barış dileklerimi yineleyerek, birbirine düşmanların bile beyaz sayfa açmasını umarak yine barış diyorum!
Şehir; Kale, Şehristan ve Rabat” olarak üç bölüm. Şehir suru, 8 kadar kilise ve bir cami, Ani'de halen ayakta duran eserlerin en önemlileri. Rehberimiz Cemal Bey eşliğinde mağrur ve hüzünlü bir coğrafyanın izini sürüyoruz. Kentin merkezindeki Büyük katedralin(Fethiye Cami) bilinen adlarından sadece bazıları: Azize Meryem Katedrali/Beşik Kilisesi, şehrin en büyük yapılarından biri. 1001 yılında Yunan haçı planında yapılmış olan katedral, 1064’te Alparslan tarafından camiye çevrilmiş. Tigran Honents Kilisesi 1215 yılında inşa edilmiş. Eğimli yamaçta terk edilmişliğine rağmen, görkemli görünüyor. Bilinen adları: Nakışlı kilise, Boyalı Kilise, Sırlı Kilise. Gerçekten içine girince hala resimlerin izini sürebiliyorsunuz. İçeride İncil ve Tevrat konulu sahnelerin yanı sıra, Hıristiyanlığı Ermeniler arasında yayan Aziz Krikor Lusoraviç’in hayatı ile ilgili çok sayıda sahnenin yer almasının tek örnek olmasıyla önem kazanan kilise. Bakireler Manastırının bilinen adları ise: Kılar Manastırı, Kutsal Rahibeler Manastırı, Kusanac/Kusanats Vank. Yüksek duvarlarla çevrilmiş, ufak sayılabilen diğer yapılara göre günümüze iyi biçimde ulaşmış. Altı yapraklı yonca planındaki Abukhamrents Kilisesi yamaçta yer almakta. Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş, 2 katlı Selçuklu Sarayı tahmini 12.yüzyılda bitirilmiş. Kentin ortasında Arpaçay’a bakan yamaçtaki Manuçehr Camii 1086 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. Bu mimari yapılar ayakta kalabilenler.
Zamanında 100.000 insanı barındırmış bu şehir, İpek Yolu boyunca Kafkasya, Orta Asya ve Çine kadar uzanan bir ticaret ağının önemli duraklarından biri olmuş. Kayalık üzerinde yükselen konumu, sokakları, bitişik evlerin taş kalıntıları, aşağıda Arpaçay ve bu harabelerle bile görkemli görünen Ani Antik Kenti. Ermeni mimar ve kalfaların yaptıkları önemli eserler ve İstanbul mimarisine katkıları yadsınamaz. Anideki Ermeni binalara bakınca benzeşimler kolayca anlaşılıyor. Kendine has mimarileri var. Pembe, kırmızı, siyah, turuncu renkli taşlar kullanılması, binaların çoğu taştan yapılması, kiliselerde tavanların hep tonozlu olması, yapıların dışında fark ettiğim asimetrik çıkıntılar, bölmeler. Mimarların gözüyle çok daha fazlasıdır. Benim gözlemim naif bir gözlemden ibaret. Ani onarılmak istiyor, güzelleşmek istiyor, barış istiyor, acılarıyla yüzleşmek istiyor, dünyaya açılmak istiyor. Bu gizemli ve hüzünlü kenti arkamızda bırakarak, barışa, dostluğa özlem duyarak Kars'a dönüyoruz.
Kars gibi beyaz örtüler içinde gezdiğim İzlanda’da; karlarla kaplı, şelalelerle bezenmiş volkanik dağlarını görmek, Blue Lagoon’un şifalı sularında yüzmek, pafin kuşlarıyla burun buruna gelmek, volkanik coğrafya ve Atlas okyanusunda trolle balina keşfine çıkmak bana ilginç gelmişti. Ancak Doğu Ekspresiyle Kars yolculuğumda; eşsiz yurdumun farklı bölgelerini keşfetmek, yumuşak bir coğrafyadan sert coğrafyaya geçişin tüm detaylarına tanık olmak, çıplak-heybetli dağların arasında birdenbire karşılaşıverdiğim simurg masal kuşunu arayan kuş sürüleri, uzun süren yolculukta karşılaştığım farklı insan profilleri, Kars ve köyleri, karlarla dans eden tilkiler, buz tutmuş Çıldır Gölü’nde süslü atlı kızaklarla gezmek, köydeki özgün mezar taşları, Kars Ani Antik Kenti, benim için İzlanda gezimden daha fazlasıydı!
Haydi, Doğu Ekspresi yolcusu kalmasın!