Roma’nın içinde ufacık mini minnacık bir ülke Vatikan... 1929 yılında Laterano Antlaşması ile bağımsızlığını kazanan şehir, dünyanın en büyük kilisesine sahip bir krallık… Kral da tahmin edebileceğiniz üzere Papa 1. Francis… Ülkede papanın sözleri yasa hükmündedir ve yasama, yürütme, yargının da başı papadır.
Yaklaşık 900 kişinin yaşadığı ülkeye turist olarak gelenlerin sayısı her sene milyonları aşıyor. Ben de Roma’da dolaşırken “Via Condotti”den bir taksiye atlayıp yüksek duvarlarla örülü izole devleti ziyarete gittim. Via Condotti demişken; kendisi Roma’nın şüphesiz ki en lüks caddesi… Zira bu caddede yıllık maaşınızı bir elbiseye yatırmak pek mümkün… Via Condotti’den yaklaşık 2-2,5 km uzaklıktaki Vatikan’a gidebilmek adına taksiye 10 € ödemiştim. Buralarda bir kural var ki taksilerdeki valizlerinizden de sanki yolcuymuş gibi para alıyor İtalyanlar… Ancak ne disko gibi taksilere ne de içinde arabesk söyleyen şoförlere rastlıyorum. Kısa bir yolculuğun ardından da şoför bey St. Peter's Meydanı’na bırakıyor beni.
Hemen arkamda gördüğünüz parmaklıklar İtalya ile Vatikan’ı birbirinden ayıran sınır… Papa’nın konuşma yaptığı vakitlerde parmaklıklar kaldırılıyor ve meydan 200 bin kişiye ev sahipliği yapabiliyor. Sorgusuz sualsiz meydana dalıveriyorum ancak dikkat edilmesi gereken husus, ülkenin gümrüğünün kilisenin kapısı olmasıdır. Meydanda özgürce dolaşabiliyorsunuz lakin kiliseye girerken didik didik aranıyor ve kıyafetinizin uygunluğuna bakılıyor.
Meydanda, Mısırdan getirilen ve kimin tarafından dikildiği bilinmeyen bir de obelisk mevcut… Aynısından antik dünyanın 7 büyük kentinde var. Tabii ki Roma’da pek çok dikilitaş bulunuyor ama şüphesiz ki en eskisi buradadır. Üstüne de bir haç yerleştirilmiş olan obelisk aynı zamanda bir güneş saati işlevi de görüyor. 284 sütunun çevrelediği meydanda 96 tane aziz heykeli var(mış). İki de çeşmenin bulunduğu meydandan papanın yüzü suyu hürmetine besmele çekip suyumu içtim. Bir ferahlama, aydınlanma geldikten sonra bazilikanın yolunu tuttum. Bazilikayı, kiliseden ya da katedralden ayıran fark ise temelde papa tarafından onurlandırılmış olması şartı…
Fotoğrafta görülen tahta bloklar ülkenin caddeleri adeta… Karşıdan karşıya yanlamasına geçmek adına, “snake” oynar gibi bir sağa bir sola gitmeniz gerekiyor. Bazilikaya giriş de aynı bu şekilde koridorlardan geçerek sağlanıyor.
İçeri girebilmek için alkol, kesici delici alet ve evcil hayvanın olmaması gibi pek çok uyarı var. Ancak benim unuttuğum bir nokta var ve o da şu ki çantamda İsviçre’den aldığım çakı bulunmakta… İkinci bir Ağca vakası yaşanmaması adına “xray”den geçerken çantamı diğer turistlerin çantalarının arasına sıkıştırmak suretiyle çakının kamufle olmasını sağlamıştım ki o sırada İtalyan polisi sıcaktan bunalmış halde, geçen turist kızlara bakıyordu. Bu kadar gereksiz atraksiyon yaşadıktan sonra (fotoğrafta ne kadar belli olmasa da) 138 metrelik dev bazilikaya ilk adımı atmıştım.
Bu “no filter” fotoğrafta görüldüğü üzere bazilika tam bir sanat harikası! Rönesans-Barok tarzında inşa edilen yapının mimarı da “Michelangelo”… Gerçi Mimar Sinan daha güzelini yapardı diye düşünüyorum. 6 senede Selimiye gibi bir şaheseri yapan zihniyet, 120 yılda tamamlanan bazilikaya kim bilir nasıl mucizeler katardı. 1506 yılında tamamlanan mabette pek çok Rönesans sanatçısının imzası var. 150’den fazla papaya da mezar olan yer, aynı zamanda bir kabristan ve bu da kutsallıkta kombo yapmasına olanak sağlıyor.
Her bir yandaki heykellere, mezarlara, fresklere, işlemelere bakarken birden çanlar çalıyor ve ilahiler söylenmeye başlıyor. Saat 17.30 olduğu zaman Vatikan’da akşam ezanı okunuyor. Ancak makamı biraz değişik sanıyorum. O işin latifesi tabii : ) Vatikan’da ayin saatleri şu şekilde:
Pazartesi-Cumartesi: 08.30, 10.00, 11.00, 12.00, 17.00
Pazar ve Kutsal Günler: 08.30, 10.30, 11.30, 12.10, 13.00, 16.00, 17.30
Daha fazlasına ulaşmak isterseniz http://goo.gl/nJ6aJ2 adresinden istediğinizi bulabilirsiniz.
Fotoğrafı çektiğim yer bariyerlerin arkası… Zira kutsal emanetler bulunduğundan kilisenin belli bir kesimine girmek yasak. Ancak böyle bariyerler ardından, Hindu görevlilerin eli kolu arkasından izlenebiliyor. Kutsal emanetlerden kastım, karede gözüken Baldaken ki kendisi 32 metrelik bronz bir yapıdır. Bu yapının altında Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan ve aynı zamanda ilk papa olan Aziz Petrus’un mezarı bulunmaktadır. Arkadaki ışıldaklı yer ise akşam ayininin düzenlendiği yer olan Cathedra Petri ya da Türkçe adıyla Peteri’n koltuğu… Bu koltuk neredeyse yarım milenyum yaşında ve papalar törenleri buradan yönetiyor(muş). Ben de sizinle beraber neler öğreniyorum bakın…
Kilisenin iç kapasitesi yaklaşık 20 bin kişi ve 200-300 kadar Hristiyan, sembolik olarak kutsal emanetlerin olduğu yerdeki bu ayine katılabiliyor. Ben de bu fırsat kaçmaz deyip Hindu görevliye yaklaştım ve çok uzaklardan burayı görmek için geldiğimizi belirterek beni ayine alması için rica ettim. Önce bir tipimi süzdü ve sanırım beni papaz çocuğuna benzetmiş olacak ki yol verdi.
Baldaken’in önündeki sıralara, etraftan gördüğüm gibi çöktüm. Her tarafta kardinalleri koruyan güvenlik görevlileri, elleri kınalı ve başı kapalı rahibeler, dua eden ve istavroz çıkaran yüzlerce insanı gördükten sonra ne kadar ciddi bir ortamın içine girdiğimi ve kendimi de ne denli riske attığımı fark ettim. Ayin devam ederken ve ben de ayindeki ritüellere biat ederken koro devreye giriyor, Latince ilahi söylemeye başlıyordu. Fotoğrafta da görülen “crepuscular rays” yani “tanrı ışıkları” olarak çevirebileceğimiz ışık huzmeleri her delikten içeri sızıyor ve düştüğü yer bakımıyla İsa Mesih’in yüzünü aydınlatıyordu.
Bu sırada huşu içinde saf saf ortalığı gözlerken aklıma çantamdaki çakı geldi. Neticede bir Müslüman olarak Hristiyan âleminin kalbine yanımda bir çakıyla ayine katılmıştım. “İslamophobia”nın Avrupa’ya tekrar yayılması ve tüm dünyada manşet olmak için aramda sadece 20 metre vardı belki de…
Fakat ben doğru yolu seçmiş ve birer birer zamm-ı sureleri okumaya başlamıştım. Yarım saat süren “efkaristiya” ayinin ardından bu sefer kutsama işlemine geçilmişti. Efkaristiya ise basitçe ekmek ve şarap ayini demekti ve mezhep gözetmeksizin hatta Yezidilerde bile kutsal sayılıyordu. Her sıradan birkaç kişi, kardinalin yanına gidiyor ve yine kardinal tarafından altın kâseden alınan ekmeği ağzına atıyordu.
Ekmek diye verdikleri de bu yani… Vakfıkebir ekmeği beklemeyin sakın. Kardinalin yanına vardığımda ekmeği ağzıma koymuş ve istavroz çıkararak dua etmişti. “Sakrament Ekmeği” adı verilen bu çerezcik, ayinler için özel yapılıyor ve kâğıttan da pek bir farkı yok. Dikkatimi çeken bir başka husus ise ayinde şarap bulunmamasıydı. E tabii adamlar da haklı… Her gelene bir fırt çektirseler ülke ekonomisi dibe vurur sanıyorum. Bazilikayı dolaştıktan sonra kubbeye çıkıp, panoramik olarak hem Vatikan’ı hem de Roma’yı izleyebilirsiniz. Kubbeye ister 7 € verip asansörle, isterseniz de 5 € verip merdivenlerden çıkabilirsiniz. Baba-oğul-kutsal ruh triyosunda geçen dakikaların ardından dışarı çıktığımda ise palyaço kılıklı adamların etrafta dolaştığını gördüm. Kente sirk geldiğini düşündüm önce… Ama o uhrevi ortam dağılıp kafam yerine geldikten sonra bunların İsviçre muhafızları olduklarını hatırladım.
1506 yılından beri 110 kişilik bir ordunun koruduğu Papalık mertebesi, gelenekler bozulmasın diye orduyu olduğu gibi bırakmış. Fotoğrafta “bronz kapı”nın önünde mızrakla nöbet tutan askeri görüyorsunuz ki yolun devamı da Papa’nın odasına çıkıyor. Tarihte papalık devletine başkaldırmayan tek ülke İsviçre olduğundan muhafızlar 500 senedir papayı koruyorlar. Bu şirin ölüm makinelerini de selamladıktan sonra Vatikan Müzesi’ne gitmek adına yola çıktım. Müzeye ulaşmak için yaklaşık 15 dakika kadar ülke etrafından yürümek gerekiyor ki duvarları izleyerek kolayca bulabilirsiniz.
20 metre yüksekliğindeki bu duvarlar, ülkeyi bildiğimiz yaşantıdan soyutluyor adeta… İçeride papa ağzında purosuyla golf oynayıp mojito mu içiyor acaba diye düşünmedim de değil hani… Duvarlar bu kadar kalın ve yüksek olunca insanın aklından onlarca şey geçiyor ister istemez…
Öğleden sonra 16.00’ya kadar açık olan müzeye giriş ücreti 8-15 € arası değişiyor. Tabii ben akşam 19.30’da gittiğimden, doğal olarak kapalıydı. Roma’da ve internetten edindiğim bilgilere dayanarak müzeyi yılda 4 milyon kişi geziyor ve papaların seçildiği Sistine Şapeli’nin de özel bir yeri var. Şapel’i görememek çok dokunmuş olsa da olaya iyi yanından bakarsak Roma’ya bir daha gelmek için bir nedenim vardı. Ben de müzenin karşısındaki merdivenlerden inerek ve “Via Candia” Caddesi’ni geçerek yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından “Cipro”dan metroya bindim. “Spagna”da indiğimde gece çökmeye başlamıştı ve günün yorgunluğunu atmak adına serinleyen havada İspanyol Merdivenleri’ne kurulup, Roma’nın tadını çıkardım.
Siz siz olun; St. Peter’s Bazilikası’nı görmeden, Vatikan’a bağış yapmadan, Sistine Şapeli’ni gezmeden ve ölmüşlerinizin ruhuna bir Fatiha okumadan dönmeyin derim. Bu arada diğer yazılarımı okumak isterseniz blogum olan http://www.gezistan.com adresine beklerim. Esen kalın…