Adını önündeki toplardan alan Topkapı Sarayı, 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi oldu. Eski kentin akropolünün bulunduğu Sarayburnu üstündeki tepede, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478’de yaptırılan Topkapı Sarayı, yeni yapıların da eklenmesiyle 25 padişahın saltanat sürdüğü geniş bir saray kompleksi haline gelmiştir zamanla.
Doğuda görülen görkemli saray yapılarına itibar etmeyen Osmanlı sultanları, daha çok yatay bir biçimde yayılan ve birden çok yapıdan oluşan bu tarzı yeğlemişlerdi. İmparatorluk büyüdükçe saray da büyümüş, ancak iç çekişmeler karşısında sürekli güvende olmak kaygısıyla koruyucu duvarlar arkasına çekilen sultanlar, iç mekânlarda kendi dünyalarına uygun düzenlemeler geliştirmişlerdi. Bir dönem 4-5 bin kişiye ulaşan saray nüfusu, giderek yeni yapılara ihtiyaç gösteriyordu.
Günümüzde 700 bin metrekarelik bir alanı kaplayan Topkapı Sarayı, dış görünüşüyle biraz hayal kırıklığına uğrattığı ziyaretçilerinin gönlünü, içinde barındırdığı zenginliklerle almasını bilir. Ana kapıya yaklaşırken kendini gösteren 18. yüzyıldan kalma barok mimarisiyle meydan çeşmelerinin etkileyici örneklerinden sayılan III. Ahmet Çeşmesi, bunun ilk işaretlerindendir. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın başmimar Mehmet Ağa’ya yaptırttığı çeşme 5 kubbeli kurşun kaplı çatısıyla dikkat çeker. Renkli mermerlerle çevrilmiş yüzlerinde çeşmeler, yuvarlatılmış köşelerinde ise sebiller vardır. Saraya ilk giriş, kuleleriyle simgeleşen Fatih döneminden kalma Bab-ı Hümayun’dan yapılır.
Bu arada, sol tarafta, biraz kıyıda görünen Aya İrini Kilisesi, tarihsel gezintiyi yine Bizans yıllarına doğru çekip alır. Önceleri bir pagan tapınağının bulunduğu yerdeki eski kilisenin üzerine, Konstantin tarafından kurulan ve “kutsal barış” anlamına gelen Aya İrini, Ayasofya’nın inşasının sürdüğü 5 yıl boyunca patriklik merkezi olarak kullanıldı. Ancak kilisenin adı Hristiyanlar arasında bile barışı sağlamaya yetmedi. 346 yılında, bu avluda Ortodokslarla Ariusçular arasında çıkan kanlı çatışmada 3 bin kişi öldü. Kutsal barışın bedeli ise 532’deki Nika ayaklanmasında 30 bin kişinin canı olacaktı.
Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nin de girişi olan ikinci kapı Orta Kapı ya da Babüsselam adıyla anılır. Zamanın önemli idam infazları bu kapının arkasındaki ikinci avluda yapılır, kapının sağında yer alan ibret taşları üstüne konulan kesik başlar halka gösterilirdi. İkinci avlunun sağ tarafında saray mutfakları ve porselenlerin sergilendiği yapılır yer alır. Dünyanın en zengin Çin porselen koleksiyonu buradadır. Sol tarafta ahırlar ve biraz ilerde özellikle Batılıların ilgisini çeken gizemli Harem’in giriş kapısı var.
Üçüncü kapı olan Babüssaade yani Mutluluk Kapısı, sarayın özel bölümlerine geçit verir. Tabii o zamanlar, sadece üst düzey devlet adamları kullanabilirdi bu kapıyı; öyle ki at üzerinde bu kapıdan geçmek sadece padişaha mahsustu. Günümüzde özel törenlerin, mehter gösterilerinin yapıldığı bu kapının önü, tahta çıkma, bayramlaşma gibi özel günlerde törenlerde sahne olur, sefere çıkan ordu komutanına padişah, Sancak-ı Şerif’i burada teslim ederdi.
Özellikle Osmanlı’nın son yıllarında sık sık ayaklanan yeniçerilerin karşısına, padişah yine burada çıkar, onları dinlerdi. Kapının hemen arkasındaki Arz Odası, devlet sorunları hakkında görüş belirleyen divan üyelerinin sadrazamla birlikte bu görüşlerini padişaha arz edip, onun onayını istedikleri makamdı. Biraz ilerde zarif mimarisi ile dikkat çeken yapı, meydan çeşmeleri yaptırdığı gibi saraya bir kütüphane kazandırmayı da bilen III. Ahmet’in eseridir.
Bu bölümde ayrıca padişaha hizmet edecek görevlilerin eğitildiği Enderun-u Hümayun, minyatürlerin ve hatların sergilendiği bölümlerle hazine dairesi yer alıyor. Tahtlar, aralarında ünlü kaşıkçı elmasının da bulunduğu mücevherler ve diğer değerli eşyaların oluşturduğu Osmanlı hazinesinin başından geçen ilginç bir serüven var. II. Dünya Savaşı yıllarında, olası bir işgale karşı 86 parçadan oluşan hazine toparlanıp, Anadolu’nun içlerinde bazı mağaralara saklanmış. Savaş tehlikesi geçtikten sonra bir süre de Ankara’da Merkez Bankası kasalarında tutulan hazine 1963’te askeri konvoyla getirilip Topkapı Müzesi’ne teslim edilmiş. Sarayın dördüncü ve son avlusunu köşkler süslüyor. IV. Murat’ın Bağdat ve Revan seferleri anısına yaptırdığı köşkleri, Sofa ya da Mustafa Paşa Köşkü ve Topkapı Sarayı’nın son padişahı Abdülmecit döneminden Mecidiye Köşkü. Peygamberden ve ilk halifelerden kalma Kutsal Emanetleri de burada Hırka-i Saadet dairesinde görmek mümkün.
Topkapı Sarayı ve çevresindeki 700.000 m²’lik alanda kasırlar, köşkler, devlet daireleri, koğuşlar, camiler, mutfaklar yer alır ve nüfusu 5 bini bulan saray halkı yaşardı.
Harem
Kocaman mutfaklarında binlerce kişi için yemekler pişirildiği, Divan’da görüşülen memleket meselelerinin Arz Odası’nda padişaha sunulduğu, kapı önlerinde törenler düzenlenip seferlere çıkıldığı ve sık sık kafalar vurulup yine kapı önlerinde ibret için sergilendiği, ahırlarında eşkin Arap atları beslenen, bahçelerinde mor sümbüller ve laleler büyütülen sarayda; kadınların tek yaşam alanıydı Harem.
Bu kadınlar, padişahların eşleriydi, cariyeleriydi, valideleriydi. Kadın olmayan harem sakinleri koruma ve gözetim görevlisi haremağalarıydı ama onlar da hadım edilmiş erkeklerdi; bir de belli bir yaşa gelinceye dek haremin bir bölümünde yaşayan şehzadelerdi. Arabalar kapısı; dolaplı kubbe; şadırvanlı taşlık; sarayın dış görünümünü zenginleştiren küre; karaağalar mescidi; kızlarağası dairesi; kadınefendiler taşlığı; I. Ahmet’in okuma odası; çiftekasırlar; hünkâr hamamı; III. Murat’ın has odası; hünkâr sofasından sonra haremin en önemli bölümünü oluşturan valide sultan daireleri ile tam 400 odalı bir saray içinde saraydır, harem. Ama aynı zamanda karanlık merdivenleri, loş avluları, basık tavanlı bölümleri ile çok can sıkıcı bir yerdir de…
İlk kez III. Murat zamanında yapımına başlanan harem bölümü, her padişahın yeni bölümler eklemesiyle bugünkü haline gelmiştir.