Polonya'ya giderken bu ülkeyi bu denli beğeneceğimi düşünmemiştim bile, görmediğim bir ülkeyi sevdiğim dostlarımla gezecek, merak ettiğim bazı Dünya Mirası yerleri görecektim. Ancak ben Polonya'yı çok beğendim ve çok sevdim. Polonya mutlaka gidilmesi görülmesi gereken bir ülke, gezi notlarının tamamını okursanız bana hak vereceksiniz.
Sanırım Avrupa'da bizi en çok, belki de tek seven millet Polonya halkı… 100 seneden fazla bir dönem, 1775 yıllarında, Avusturya-Rusya, Prusya gibi devletler tarafından parçalanarak yok edilmiş ve Polonya diye bir devlet artık yok dendiği yıllarda, Polonya'nın işgal edilmesini ve yok olduğunu kabul etmeyen tek devlet Osmanlı olduğu için Türklere çok saygı ve sevgi besliyorlar, değişik şehirlerdeki her yerel rehberimiz bize bu nedenle teşekkür etti. Özellikle Poznan şehrinde yaşlıca ve tarihe çok meraklı olduğunu söyleyen rehberimizin “önünüzde saygıyla eğiliyorum” sözleri bizleri oldukça gururlandırdı ve duygulandırdı.
Sürgündeki hükümet başkanı Prens Adam Czartoryski'nin İstanbul'da kurduğu Polonya temsilciliğinin başına atadığı, sonradan İslam dinine geçerek Mehmet Sadık Paşa ismini ve rütbesini alan Michal Czajkowski’nin 1842'de Osmanlı İmparatorluğu ile yapılan anlaşmayla, 5000 dönümlük araziyi sonsuza dek kiralayarak bugünkü Polonezköy'ü (Polonya kasabası) kurması da işte bu yıllara dayanıyor.
Simgesi Kartal olan Polonya 2004 yılında, Avrupa Topluluğuna alınmış ancak para birimini değiştirmiyor, para birimi Zlotti. 16 eyaletten oluşmuş, yüzölçümü ve nüfusu ortalama Türkiye’nin yarısı.
Birçok şehirde Parlemento binası önünden geçerken gördüğümüz bazı şeyler dikkatimizi çekiyor ve bizi oldukça şaşırtıyor, örneğin parlemento binasının hemen kapı önünden rahatlıkla geçiliyor, yanında, karşısında halkın yaşadığı apartmanlar var, hatta bazı evlerin pencereleri parlementonun bahçesine bakmakta. Ülkemize kıyaslandığında şaşırtıcı.
Polonya’nın en ünlü içkisi Zubrowka, ülkenin milli içkisi gibi, bu bir çeşit votka. Bu votkanın aromasını “bizon otu” olarak adlandırılan sarı renkteki bir otun verdiği söyleniyor. Ayrıca Zywiec ve Tyskie biralarını denemenizi ve mutlaka dondurma yemenizi de tavsiye ederim.
Bir tarım ülkesi olan Polonya’da patates ve lahana oldukça çok kullanılmakta, mantıya benzeyen hamur yemeği “pierogi” çok yaygın, çorbaları haşlanmış yumurtayla tüketmek de Polonya mutfak kültürünün bir parçası. Et oldukça çok tüketiliyor, ama koyu Katolik halkın en çok tercih ettiği et türü domuz. Ördek ve tavuk da oldukça lezzetliydi.
Polonya'nın kısa tarihçesi
2. Dünya Savaşı bittikten sonrada Sovyetler’in hegemonyasında uzun yıllar kominist rejim altında yaşamışlar ve bağımsızlıklarını ancak 1993’de almış. İlk seçimler bile Sovyet baskısı altında olmuş ancak halkın dik duruşu ile Leh Valessa Cumhurbaşkanı seçilmiş. Halk uzun süre yeni durumdan pek de memnun kalmamış zira birçok hizmetin, (sağlık, eğitim gibi) parasız olmasına alışmışlar, şimdi bu hizmetler için para ödemek durumunda kalmak, işsizlik, parasızlık, fuhuşun başlaması onları tedirgin etmiş, ama özgürlüklerini kazanmış olmaları hep umutları olmuş. 1996’da Nato'ya girmeleriyle Sovyet tehdit tamamen ortadan kalkınca biraz toparlanma olmuş, 1998’de de Avrupa Topluluğu müzakereleri başlamasıyla yapılaşma başlamış, fabrikalar açılmış. Şu anda ülkede huzur var, zengin fakir arasındaki makas azalmış, güney bölgesi daha zengin olmasına rağmen kuzeyde çok fakir değil.
Başkent Varşova ve Gezilecek Yerleri
Varşova, Chopin'nin kenti. Dolayısıyla havaalanının adı da Frederick Chopin. Şehirdeki birçok yaya geçidi piyanonun tuşları şeklinde, yol kenarındaki çiçekler sol anahtarı şeklinde ekilmiş. Havaalanından şehre giden yol oldukça geniş, 3 gidiş geliş, ortalarında geniş bir yeşil alan bırakılmış, kaldırımlar da geniş olunca hem otolar hem yayalar için ferah caddeler oluşmuş.
Gezimize Dünya Mirası listesinde yer alan Old Town'dan (Stare Miesto) başlıyoruz.
2. Dünya Savaşında tarihin gördüğü en büyük bombardımanı yaşamış, neredeyse taş üstünde taş kalmamış, tamamen yıkılmış, sonrasında resimlere bakılarak yeniden yapılandırılmış ve eski haline getirilerek şehrin kalbi olmuş.
Eski şehre gelirken gördüğümüz bir park dikkatimi çekiyor, bir zamanlar bir saray olan bina bombardıman sırasında tamamen yıkılmış, şehir yeniden yapılandırılırken buraya tekrar bir bina yapılmamış ve sarayın oldukça büyük bahçesi park olarak düzenlenerek Varşova halkına sunulmuş.
Bu parkın Old Town tarafından girişinde bir anıt, sürekli yanan bir meşale ve başında 2 asker bulunuyor. Polonyalılar bu meşale yandığı sürece Polonyanın bağımsızlığını asla kaybetmeyeceğine inanmışlar.
Hafta sonu arabaların giremediği geniş parke taşlı yollar yayalara ve sokak müzisyenlerine kalıyor, her köşede bir gösteri, müzik dinletisi, cafeler, restoranlar, sonsuz kehribar ve hediyelik eşya dükkanları ile cıvıl cıvıl yollar, meydanlar, barok tarzındaki evler, şehri ikiye bölen Vistül nehri ve üzerindeki köprüler, aslen Polonyalı bir Musevi olan Roman Polanski’nin, birçok Oscar ödülü aldığı ‘Piyano’ ve Steven Spielberg’in yönettiği 'Schindlerin Listesi' filmlerinde gördüğümüz mekanları ile her an hareketli, kalabalık ve cıvıl cıvıl.
Old Town geniş yollarla bağlantılı birkaç meydandan oluşmakta, her meydanın bir adı ve hikayesi var. Burada alışveriş yapabilir, cafelerde Polonya birası yudumlayarak çok hoş zaman geçirebilirsiniz, şansınız varsa size vişneli badem likörü de ikram edebilirler.
Yeni Şehir (Nowe Miasto) gezimizde Kral yolundan ilerliyoruz, Cumhurbaşkanlığı sarayı yanı sıra birçok saray göze çarpıyor, çeşitli ülke büyükelçilikleri de yine bu caddeye sıralanmışlar. Caddenin diğer yanında ise ucu görünmeyen büyük bir park yer almakta, Avrupa’nın en büyük parkı.
Dünyanın tüm büyük şehirlerinin merkezinde halkın nefes alabileceği, dolaşacağı, spor yapacağı büyük bir park bulunduğunu biliyoruz, örneğin Londra'da Hyde park, Amsterdam’da Voldenpark, New York’da Central park gibi.
Varşova’daki bu park da yemyeşil, onbinlerce asırlık ağaçları, binbir renkteki çiçekleri, dost sincaplar ve sülünler ile muhteşem bir park, 'banyolar' anlamına gelen Lazienski Parkı.
İçinde küçük kafeler ve eski krallara ait Saraylar, 1683 yılında Osmanlıyı Viyana kapılarından çeviren Haçlı ordusu başkomutanı III. Jan Sobieski heykeli ve sarayı, göletler bulunmakta. Park'da her pazar halka ücretsiz Chopin konserleri veriliyor, çimenlerin üzerine atılmış şezlonglar ve önüne kurulmuş ufak sahnelerde ise çeşitli sanatçılar günün belli saatlerinde yine halka ve turistlere mini konserler vererek parkta nefes almaya gelenlere bir de ruhun gıdası müzik sunmakta.
Parka girince ilk olarak görkemli bir heykelle ölümsüzleştirilen Chopin heykeli karşımıza çıkıyor. Kuzey Doğu'da yeralan ormanlar ve 3.000 civarı göllerden oluşan Masura bölgesine bakarak ünlü mazurkalarını bu bölgeden aldığı ilhamla bestelediğini anlatmak istercesine gözleri o yöne bakmakta. Varşova’da bir değil birkaç park var, her park bizleri kıskandıracak kadar büyük ve güzel, şanslı insanlar.
Bir mimarlık fakültesi talebesinin projesi olan Kütüphane binası da oldukça ilginç, çatısı bir botanik bahçesi gibi dizayn edilmiş, seyir terasından şehri, cam bölmenin üzerinden geçen bir köprüden ise binanın içini görebiliyorsunuz, görülmeye değer.
Almanlar hem geldiklerinde hem giderken (1935-49) şehri bombalamış, en son giderken ise herşeyi özellikle de gettoyu yerle bir etmişler.
600.000 nüfuslu Getto’da ayakta kalan tek bina olduğu gibi korunmuş, cephesine büyük boy ölen insanların portleri asılmış, ana kapıdaki zillerde hala binada oturmuş olan Yahudi isimleri duruyor, ancak binanın satıldığını ve yerine yeni bir binanın yapılacağını öğreniyoruz, acaba o günleri unutmamak için korunmalı mıydı, en azından bir bölümü, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Meşhur Piyano filminin bazı sahneleri bu binada çekilmiş - Alman askeri gelir, binadaki bir daireye girer, herkesin ayağa kalkmasını emreder, ancak kötürüm olan büyükbaba kalkamaz, sinirlenen subay bu işe yaramaz diyerek yaşlı adamı pencereden aşağı atar... unutulmayacak sahnelerden biri. Binanın yakınında bir de soykırım anıtı var.
Şehir meydanında Varşova'nın sembolik yapılarından, eski Sovyet Lider Stalin ülkeyi terkederken Polonya ile dostluğunu göstermek için bir anı bırakmak istemiş, halka metro ya da yüksek bir saat kulesi mi istediklerini sormuş, halk metro istediği halde Stalin, belki de herkes görsün diye, bu 230 metre ile şehrin en yüksek yapısı olan saat kulesini yaptırmış.
Şimdi Bilim ve Kültür Sarayı olan binayı geziyoruz, sarayın kapalı seyir terasına çıkarak 4 bir yanından tüm şehrin panoramik manzarasını, Vistül nehrinin ikiye böldüğü güzel şehri, gezdiğimiz yerleri, parkları ve Old Town’u izlemek oldukça keyifli.
Eski Şehir’e yürüme mesafesindeki otelimiz Radisson Blu’dan çok memnun kaldık. Varşova’da kaldığımız 2 akşam yemek yediğimiz Dom Polski Restoran (özellikle restoranın dekorasyonu, masa düzeni, yemeklerin sunum ve lezzeti müthiş) ve Honoratka Bazyliszek Restoranı (çok otantik ve duvarlara yapılmış figürler çok hoş) tavsiye edebilirim.
Varşova Gdansk Arası Gezilecek Yerler
Malborg Kalesi
Çok beğendiğimiz Varşova'dan Gdansk'a doğru yola çıkıyor ve yolda bir Dünya Mirası olan Malborg Kalesine uğruyoruz. Kale küçük tuğlalarla yapılmış dünyanın en büyük kalesi.
Kuzey Avrupa’ya konumlanan Töton Şövalyeleri, 1274 yılında Malbork’a gelerek Nogat Nehri kenarına inşa ettikleri bu devasa kaleye Meryemin Kalesi anlamına gelen Marienburg adını verirler, kalenin ismi daha sonra Lehçe ‘Malborg’ olarak değişmiş.
21 hektarlık bir alanda kurulmuş Malborg kalesini uzun yıllar boyunca Töton Şövalyeleri yönetmiş.
Nehir trafiğinden aldıkları vergilerle ticarette ciddi bir tekel olmuşlar ama durum o denli kötü bir hal almış ki, Töton Şövalyeleri güvenli seyahatler yapabilmek için yakın şehirlere sürekli ihtişamlı kaleler yapmak zorunda kalmışlar.
Gece boyunca yürüyerek alınacak mesafelere göre kaleler inşa etmişler. 1457 yılında kaleyi Polonya kralına satıp Malborg’u terk etmişler.
Kaleye eski çağlardaki ve filmlerde gördüğümüz gibi, bizlere ortaçağı yaşatırcasına asma köprüden ama bir değil, tam üç köprü geçilerek giriliyor.
Kalede pek çok bina, avlu, köprü, mahzen, kilise, şövalyelerin yaşadıkları mekanlar, kıdemli şövalyenin misafirlerini ağırladığı yemek odaları ve içinde kehribarın hikayesini ve çok değerli, gerçek sanat eseri olan örnekleri de sunan bir müze bulunmakta.
1997 yılında Dünya Mirası listesine alınmış.
Westerplatte
Gdansk şehrine girmeden yol üzerinde bulunan, 2. Dünya savaşında Almanların deniz tarafından gelerek ilk kurşunu attıkları, atılan bu kurşun ile savaşın resmen başladığı yere uğruyoruz.
Almanya’nın Polonya’yı işgali, böylece barut fıçısını ateşlemesiyle II. Dünya Savaşı Ağustos 1939 tarihinde 04:45 de resmen başlamış oldu.
Bugün sadece müze olarak kullanılan iki kışla kalıntıları, iki ahşap ev ve 25 metre yükseklikteki büyük bir anıt bulunmakta.
Anıtın karşısında ise anlamlı bir cümle, büyük harflerle bir dua, temenni olarak yerini almış. “BİR DAHA SAVAŞ OLMASIN”