Yine bir seyahat başlıyor uzaklara, taaaa Nepal’e...
17 Nisan 2014 - 17.20
Sonunda bekleme salonundayım, uçak 18.00’de… Aşkım bana havaalanına kadar eşlik etti. Havaalanı felaket sıcak.
Atatürk Havalimanı’na geldikten sonra sallana sallana iç hatlardan dış hatlara geçtim. Bunu yapmamın nedeni; dönüşte iç hatlardan dış hatlara geçiş için 1 saat 20 dakika zamanım olması ve bakalım yetişebilecek miyim hesabıydı. Baktım rahat rahat yetişebiliyorum “Rahat ol, Rüştü!” deyip devam ettim. Baktım Nepal uçağının kalkışı için fazla zaman yok, geçtim pasaport kontrolden ve biniş kapısına yöneldim. Amma sonlara atmışlar bizim uçağı, koridorlar git git bitmiyor… Bu arada Katmandu uçağından önceki birçok uçuşta bir şey yazmazken, bizi kapıya gitmemiz için uyaran yazıyı gördüm. Kapıya yaklaştığımda da sürpriiiiiiz bizim uçakta 4 saat gecikme yazısı belirdi. Herhalde yanlış görüyorum deyip biniş kapısına ilerlemeye devam ettim. Biniş kapısına geldiğimde orada görevli olan ufaklık bir delikanlı bu uçağın her gün böyle gecikmeli kalktığını söylemez mi? Hadi bakalım! Bekleme eziyeti başladı…
Esnemekten çenem düştü. Saat de daha 20.45! Uzun yıllardır THY uçuşlarında böylesi bir gecikme yaşamadığım için, şimdi beklemek daha da zor geliyor.
Of, offfff ki ne of!
18 Nisan 2014 - 18.00 - Katmandu [15.15 - Türkiye]
Beklemelerle beraber 15-16 saat sonunda Katmandu’ya ulaştım.
Uçakta zar zor, sardırdığı için, “Kitap Hırsızı” adında bir filmi uyur uyanık izledim. Biraz da uyanık kalma isteğim, karnımın acıkmış olması ve yemek servisini kaçırmak istemememdendi. Bu filmi izlemek gerek… Sonunda pek doyurucu olmayan bir ikram oldu. Şirket zenginledi servisler fakirledi herhalde! Sonrasında neredeyse inene kadar oram buram ağrıyarak uyudum, uyandım.
Uçak büyük, yolcu fazla olunca vize kuyruğu da çok oluyor tabii… Biraz beklemeli de olsa 1 aylık vizeyi 40 dolara alıp havaalanının dışına çıktım. Gözlerim Furwa’yı ararken, uzaktan gözleri ışıl ışıl parlayarak gülümseyen bir yüzle bana el salladığını gördüm. Sarıldık birbirimize… Atlayıp bir taksiye otele gittik. Otele yerleşip malzeme ve giysi ayırımını yaptık. Benim hurç, neredeyse yarı dolu olarak otelde kalacak. Yine ne kadar çok gereksiz şey getirmişim… Gerçi bazıları elenmese de olurdu ama bakalım… Bu gidişle etkinlik dönüşünde, götürdüğüm giysiler kirden kazık gibi olacaklar herhalde. Boşveeer!
Lukla’ya yarın uçacağımızı söyledi, Furwa. Şaşırdım! Sazlı sözlü hoş geldin yemeği ve ertesi gün Katmandu turundan hiç söz etmedi. Ben de dönüşte yaparız diye önemsemedim. Sabah 04.00’te Lukla’ya uçmak üzere gelip beni otelden alacağını söyleyerek bıraktı gitti.
Çoooook yorgunum… Anlayacağın pek yazmak gelmiyor içimden. Yorgunluktan olsa gerek. Hem yemek yiyor hem yazıyorum. Furwa beni otelde bıraktıktan sonra çıkıp Thamel’de ilk kafama yatan lokantaya girdim. “Chicken Fried Rice” yiyorum; içinde sebze ve tavuk parçaları olan kavrulmuş pirinçten yapılmış bir pilav. Porsiyon da bayağı fazla… Karımcığım olsa şimdi yanımda, bu pilav ikimizi de doyururdu. Çoğunu yemeğe çalışıyorum; dura dura, yaza yaza… Çoğunu yemeğe çalışıyorum diyorum, zira bu tür etkinliklerde pek yemem ve hızlı zayıflarım. Bunun sonucunda da güçten düşüyor insan tabii… Bu sefer yemek için biraz zorlayacağım kendimi.
Ha, bu arada Nepal telefon kartımı aldım. Kart, yüklenen kontör dâhil 2800 rupi (30 dolar). Sanırım beni 1 ay idare eder (ancak 20 gün yetti). Bakalım! Tabii hemen aşkımı aradım, özlem giderdik : )
19 Nisan 2014 - 07.20
Tilki uykulu bir geceden sonra sabah 04.00’te kalktım. Son toparlanmaları yaptıktan sonra lobiye indim. Fazla beklememe gerek kalmadan önce taksi geldi, ardından Furwa… Atladık doğru havaalanına.
İç hatlar yolcu salonu her zaman olduğu gibi çok hareketli… Çantaları teslim edip bekleme salonuna geçtik. İşler aksamadan yürüyor. 06.30’da kalkan uçağımızda dağların görüntü vermediği kapalı bir havada (neyse ki bizim rota açık), 30-40 dakika sonra Lukla’ya alkışlar arasında indik. Yolcuların çoğu İtalyan’dı, dolayısıyla alkışlar… Yolda, Lukla yakınlarına geldiğimizde biraz aşırı sarsma şakası yaptıktan sonra kaptanlar, gayet başarılı bir şekilde bizi hedefimize ulaştırdı.
Normalde çantalarımızı kapalı bir alandan alırken, bugün oraya sokmadılar. İçinde Furwa’nın da arkadaşlarının bulunduğu en az 13 tane ceset gelmiş Everest Ana Kamp’tan… Dün Khumbu Icefall yine yapacağını yapmış ve bir sürü şerpayı yutmuş. Bu gelen cesetler çöküntüden çıkarılabilenler… Daha bir sürü kayıp varmış (bunlar ilk gelen bilgiler olduğu için her zaman olduğu gibi yanlışları var!).
Bu rotadan Everest’e tırmanmak için insanlar neden ısrar eder, bir türlü anlamam… Tamam, belki Nuptse ve Lhotse için başka başlangıç rotası olmayabilir ama Everest için (ki bu rotayı kullananların büyük bir çoğunluğu Everest için oradalar) kuzeyden, Tibet’ten neden tırmanmazlar ki? Belki de Çin’den izin alma konusu daha problemlidir, ondan mı acaba?
Yine karmaşık duygular içindeyim… Bir türlü anlamlandıramıyorum bu ruh halimi! Uçaktaki genç İtalyan grubunun heyecanı görülmeye değerdi. Belki de ben bu heyecanı kaybettim! Bilmem ki! Belki yanımda birilerini getirseydim böylesi bir ruh haline düşmezdim. Onların heyecanı bana da yansır ve o duygularla daha keyifli bir etkinlik yapardım. Hele canımcığım yanımda olsa olay bitmişti : ) Bundan sonra 7 binlik, 8 binlik denemeleri mutlaka yanımda bir dostla yapmalıyım. Bir başınalık kötü be!
Furwa taşıyıcıları havaalanında ayarladı. Bu adamlar her şeyi el yordamıyla yapıyor gibi geliyor bana. Benim gibi her şeyi aylar öncesinden programlayan biri için bunlar biraz can sıkıcı tabii ama takmamaya çalışıyorum.
Lukla’da kahvaltı için durduk. Ha, bu arada, uçaktan inince birkaç saniye nefes almada zorlandım ama hemen düzeldi ve rahat nefes almaya başladım. Neyse kahvaltıya dönelim. Bu etkinlikte yeme-içme, yatma-kalkma, yol masrafları her şey anlaştığımız şekilde paketin içinde… Böylesi etkinliklerde ben çok az yerim. Şu anda örneğin sadece zencefil çayı içiyorum kahvaltıda. Benim az yemem sonucunda Furwa kârını arttıracak. Olsuuuuun! Hiç önemli değil. Zaten öyle atla deve bir şey kazandıkları yok…
Bugün yolumuz kısa… 3 saatlik bir yürüyüş sonucunda Phakding’e ulaşıp bu gece orada konaklayacağız. Daha ileriki günlerde Furwa’ya, “Yarınki Namche Bazaar yürüyüşümüz bu kadar uzunken; biraz daha fazla yürüyüp yarınki yürüyüşümüzü hafifletmek dururken, neden bu kadar kısa bir yürüyüş yapıp Phakding’te konaklıyoruz?” diye sordum. “Aklimatizasyon için” dedi, ama benim pek aklıma yatmadı. Zira Namche için tırmanmaya başlamadan önce Phakding’ten sonra uzunca bir süre yükselmeden yürüyoruz. Fakat grupların çoğu bizim yaptığımız gibi yola devam etmeden önce Phakding’te konaklıyor.
Helikopter trafiği inanılmaz derecede yoğun… Genelde bu sesi Himalayalar’da pek sevmem. Zira ya hasta, yaralı ya da ceset taşıyor olurlar... Gelen günlerde ardı arkası kesilmedi bu trafiğin…
12.00
Bir düzeltme: Facia Khumbu Icefall’da değil, birinci kamp yolunda ya da birle ikinci kamp arasında çığ düşmesi sonucu yaşanmış. Son sayı 15 ölü, yaralı sayısı bilinmiyor ama çok olduğunu söylüyorlar.
Yürüyüşe 8.45’te başladım. Başladım diyorum zira Furwa’yı ulusal parka giriş formalitelerini yapmak üzere bıraktım ve ben yola devam ettim. Adamı ne bekleyeceğim? Zaten uçarak ilerliyorlar dağda… Ben ağııııııır ağır ilerleyerek keyfime bakayım… Bu sene zaten rehbere taviz yok! Benim ayarladığım tempoda ilerleyeceğim ben. O bana uysun…
10.15’te Tardo Koshi’de bir çay molası verdik. O ara tatlı bir güneş tüm benliğimi sarıp sarmaladı. Fırsat olsa orada hemen kestirecektim. Aslında kestirilecek çok da zaman var. Baksana, bugün konaklayacağımız 2600 metredeki Phakding’e 11.45’te ulaştık. Bütün öğleden sonrası boş boş, aval aval geçecek. Fakat dedim ya sistem böyle… İlk gün hafif, sonra ertesinde birden zorlu bir gün… Namche yolu hem uzun hem de dik… Bu akşam iyi uyuyup dinlenmekte yarar var.
Zencefil çayımı içerken tam karşımda bir bölümü bulutlar arasına saklanmış ve burada ilk merhabalaştığımız, heybetli Kusum Kanguru duruyor.
Nedir bu üzerimdeki gariplik? Anlayamadım bir türlü… Tam 10 aydır bu etkinliğe hazırlanıyorum. Haftada 3 gün bayağı sıkı spor, gıdaya dikkat, plânlar plânlar… Eeeee… Ne oluyoruz? Yarın deliler gibi yorulacağım. O zaman belki biraz daha havaya girerim.
Dün gece iyi uyuyamadığım için acayip mayışık bir haldeyim. Yatsan, bu saatte de yatılmaz ki! Yorgun ve isteksiz hissettiğim için gezmek de gelmiyor içimden. Zaten Phakding’te de pek gezilip görülecek bir şey yok. Amaaaaan! Kes Rüştü beeee! Topla kendini…
Üç tane bıcırık gelip yan masama oturdu. Neyse ki onlar birazcık bir gülümseme kondurdu yüzüme. 8-9 yaşlarında bir kız, iki tane de 5-7 yaşlarında erkek çocuklu İngiliz bir aile… Sonradan Tengboche’ye kadar gideceklerini öğrendim. Ne kadar güzel! Bu yaşlarda böylesine müthiş bir deneyim yaşıyorlar. Harika! Aileyi kutlamak gerek…
17.30
Akşam uyuyamama korkusu ile odaya çıkmıyordum ama öyle bir an geldi ki başka çarem kalmadı. 17 Nisan’da sabah yatağımda uyandığımdan beri uçak yolculuklarının yorgunluğu, yetersiz uykuya yenik düştüm sonunda… Esnemekten çenem düştü. Sonunda pes edip odama çıktım ve yattım. Yarı uyur yarı uyanık 16.30 etmişim saati.
Kendimi kötü hissetmemin bir nedeni de yorgunlukmuş meğer… Şimdi biraz daha iyi hissediyorum kendimi. Yemeğimi yedikten sonra büyük olasılıkla daha fazla oyalanmayıp odama gider kitabımı okuyarak uykuya doğru yola çıkarım. Bu geceden sonra daha keyifli olmaya başlayacağımdan eminim…
Önceki yıllarda kaldığım pansiyonlara göre burası bayağı kalabalık… Her kafadan bir ses çıkıyor. Kulağıma ağırlıkla Amerikan ve İngiliz İngilizcesi ile Nepalce çalınıyor. Bu sefer biraz kıskandım konuşanları, bana bir başınalığımı vurguladıkları için… Ama işin komik tarafı, içimden de en ufak bir konuşma isteği gelmiyor. Şu anda ne istiyorum biliyor musun? Oya’mın kucağına yatıp onun hafif hafif başımı okşamasını… Çok mu? Hiç de değil ; )
PHAKDING - NAMCHE BAZAAR
20 Nisan 2014 - 16.15
Kahvaltıyı sabah 07.30’da edeceğimizi belirleyip saatimi 06.30’a kurduktan sonra yattım. Ama gel gör ki yine erken uyandım ve uyku tulumumu terk ettiğim an saat daha 06.10’du. Neyse güne erken başlarız. Hazırlıklarımı tamamlayıp yola çıkışım 07.30’u buldu. Daha iyi… Namche’ye daha erken varırız.
Kahvaltıda Furwa’ya bugünkü yolumuzun ne kadar süreceğini sorduğumda 8- 8,5 saat yanıtını alınca, ben de 1-1,5 saat kendimden ekledim. Böylece varışımızı 17.00-17.30’a bağladım. Acele etmenin hiç mi hiç anlamı yok… Sen buraya keyif almak, rahatlamak için geldin. Zevkini çıkar… Kafama bu saati koydum ya moralimi olumsuz etkilemesin diye pek saate göz atmıyorum. İşi biyolojik saate bıraktım. Vücudumun yıpranma oranı bana hedefime ne kadar kaldığını bildirecektir. Yol uzun ve bol tırmanışlı olsa da çok yıpranmıyorum zira önceki yıllara kıyasla kendimi hiç zorlamıyor ve gayet yavaş yürüyorum. Bu arada yol boyunca da Furwa dadılık yapıyor bana. Bana kalsa Namche’ye kadar bir şey yemeyeceğim ama o daha kısa bir süre önce kahvaltı etmiş olmamıza rağmen başladı hadi öğle yemeği yiyelim demeye… “Nâ-mumkiiin… Gayri-mumkiiin!” diyerek onu yemeğini yemesi için bıraktım ve ben yola devam ettim.
Namche’ye giden yoldaki son köprüyü geçip diğer tarafında Furwa’yı bekleme plânım suya düştü. Adam yemeğini de yemiş olarak, köprüye girdikten az sonra bana yetişmeye başladı. Köprünün ortasına yaklaştığımda baktım karşı taraftan yaklar (Tibet sığırı) köprüye girmek üzereler… Eyvaaaah! Bu yaratıklar lâftan anlamazlar, atarlar adamı köprüden aşağı! Bu yükseklikten uçmak da hiç hoş olmaz hani… Can havliyle koşmaya başladım. Karşı tarafa yaklaştığımda artık bacaklarımda derman kalmamaya yüz tuttu. Son bir gayretle köprünün son metrelerini bitirip yakların yolundan uzağa attım kendimi. Tam zamanında! Ama Furwa ile bir taşıyıcı, yak sürücüsünün engel olamaması sonucu köprü üzerinde iki yakla burun buruna kaldılar. Dur durak anlamıyor namertler!
Furwa iyice bir kenara yanaşarak kurtardı ama taşıyıcının sırtındaki yükün kabarıklığı onun yolu yakın geçebilmesi için açabilecek genişliği sağlamasına engel oldu ve yak taşıyıcının sırtındaki yükü yere devirdi. Neyse ki köprü üstünden aşağı düşmedi. Bu arada iyi ki geriden gelen yakları durdurabildiler ki iş daha beter olmadı. Başkaları da yardımcı olarak yükleri benim olduğum tarafa taşıdılar ve Furwa ile taşıyıcı da benim yanıma gelince köprü yaklara kaldı.
“Dinlenelim”, dedi Furwa. Ama o nokta çok esiyordu. “Biraz daha çıkıp esmeyen bir nokta bulalım, ondan sonra dinleniriz” deyip ben tırmanmaya devam ettim. Az ötede uygun bir yer bulup oturduk. Çantasından bir termos çıkarıp çay verdi. Öyle bir iyi geldi ki! Ama illâ bir şeyler yedirecek ya bir paket bisküvi çıkardı. Benim, “Yok, istemem!” falan filânıma aldırmayıp zorla birkaç tane yedirdi. Aksi takdirde güçten hızla düşeceğimi söyleyip duruyor. Benim de bu dadılık hoşuma gitmedi değil hani! Bu dinlenmeler bana yarıyor mu zarar mı veriyor bir türlü tam olarak doğru değerlendirebilmiş değilim.
Eskisine kıyasla sayılarını arttırdıkları kontrol noktalarından bir diğerine ulaştığımızda Furwa’yı işlemleri yapması için bıraktım ve yola devam ettim. Bir ara yine bir yak gurubu geçti yanımdan… Tam sonuncusu geçtiğinde öyle bir noktaya geldim ki yol çatallaştı. Yakların gittiği yolun aksine diğer patikadan bir grup taşıyıcı indi. Onlara danıştım, Namche yolunun hangisi olduğunu… “Same way, same way!” Tam Türkçesi: “Aynı hesap, aynı hesap!”
Daha ufak ve tozun olmadığı dar bir patika olması nedeni ile o yolu tercih ettim. İyi ki de öyle yapmışım… Aşağı yol berbat, toz toprak… Bir süre sonra birleştiler ama ben bir süre olsun daha keyifli bir patikada yürüdüm. Gerçi arada diğer yolu gözden kaybettiğim sıralarda acaba doğru yolda mıyım kaygısı yaşamadım da değil… Yine bir kontrol noktası… Yine Furwa’yı bıraktım ve devam…
Artık yavaş yavaş, yürümek biraz canımı acıtmaya başladı. Fakat biyolojik saatim daha en az 4 saatlik yolum olduğunu söylüyor. Kendine olumsuz yönde veri yükleme Rüştü! Yapabilirsin ve yapacaksın! Fakat kontrol noktasının olduğu ufak köyün çıkışına baktığımda gördüğüm dik merdivenler çok canımı sıkıyor. Vay be daha 4 saat var! Başladım tırmanmaya… Orta noktalarda çeşme başında çamaşır yıkayan kızların ve çevrenin fotoğraflarını çekmem biraz kafamı meşgul ettiğinden merdivenler daha rahat bitiyor.
Son basamağı çıktıktan sonra tepedeki burnu döndüm ve birtakım binalar belirdi. Yahu ben bunları tanıyorum be! Yok, olamaz! Daha 4 saate yakın yolum var. Ama bu kadar da benzerlik olmaz ki! Aaaa… Şu karşıdaki son buralara geldiğimde onarılmakta olan manastır değil mi? Evet, kesin o… İlerledikçe bina sayısı arttı. Artık içimde hiç şüphe kalmadı. İşte burası… Burası Namche Bazaar! Geldim! Saate baktım, 13.15… Yani yola çıkıştan sonra geçen zaman 5 saat 45 dakika.
Namche; dik bir dağ yamacına çember şeklinde yukarıya tırmanan bir biçimde kurulan, bölgenin en büyük yerleşim yeri… Namche’ye geldim diyorsun ama tırmanış bitmiyor. Kesinlikle, kalacağın otele ulaşmak için daha mutlaka tırmanacağın bir süre var. Bizim otel de tepelerde, ama tırmanış o kadar acıtmıyor zira artık sona geldiğini biliyorsun. Tibet Otel’e yerleşiyoruz. Bizim taşıyıcı bu sene biraz ekâbir çıktı. Önceki yıllarda hep onlar bizden önce yerleşeceğimiz otele ulaşırlar bizi beklerlerdi. Bu kerata bütün etkinlik boyunca bir kere erken gelmediği gibi bazen 2,5-3 saat sonra ulaştı.
Üstümdekiler sırılsıklam… Değişecek tüm malzeme diğer çantada… Sadece polarım var. Üstümdekileri çıkarıp poları giydim. Bir de iyi ki polar beremi de kendi taşıdığım çantada bırakmışım, zira kelimi korumazsam beter bir şekilde üşüyeceğim. Polar da çıplak tenim üzerine giydiğim halde yeterince ısıtıyor.
Furwa benim ekspedisyonumda sonuna kadar benimle olmayacak ve Island Peak tırmanışından sonra beni başka bir rehbere bırakarak Mehmet ile yoluna devam edecekmiş. Pek de hoşuma gitmedi bu durum… Ama cazgırlık yapmayı bilmiyoruz ki! Avrupalı olsa kesin ödün vermez… Biz saf saf “Neyse, böyle de olur!” yaklaşımını tercih ediyoruz. Ama ondan sonra da sinirlenip keyfimizi kaçırıyoruz… İleride söz edeceğim tersliklerin olmasında biraz da bu yaklaşımımızın etkisi var. Herkese önerim; Nepal’e gittiğinizde veya gitmeden önce, yaptığınız programa kesinlikle uyulması konusunda ısrarcı olun, tabii ki olağanüstü durumlar dışında. Örneğin, çığ felâketi sonucunda devletin üç dağa çıkışı yasaklamasından dolayı Mehmet’in Nuptse’ye tırmanışı başka bir seneye kaldı.
Sabah yola çıktığımızda gelen bir telefonla bugünkü notlarımı noktalayayım… Furwa’ya gelen telefonda uzun uzun konuşmasının ardından, bu kadar uzun konuşmasının nedenini anlattı. Ailesi, yalnızca karısı değil, annesi ve kız kardeşleri de bir yandan ağlayıp bir yandan da Nuptse tırmanışını iptal etmesi için yalvarıp durmuşlar… En az 15 ölüm ve bir sürü yaralı olan bir çığ felaketinden sonra bu konuda haklılar tabii... Benden ayrıldıktan sonra Mehmet ile katılacağı Nuptse tırmanışının geçeceği rota, bu çığ felâketinin gerçekleştiği bölge… Aynı yerde bir 2. çığ olasılığı bu mevsimde belki az ama olmaz da değil. Onlara gitmeyeceğini söylemiş ama şimdilik gidecekler gibi görünüyor. Aslında kendisi de huzursuz… Neyse, dilerim her şey yolunda gider de sağ salim dönerler.
Evet, noktayı koymadan önce bunu söylemezsem çatlarım! Yanımdaki masada İngiliz bir aile oturuyor. Anne şifayı kapmış durumda ama yine de şortla oturuyor ve ayakları çıplak! Ben donuyorum. Oğlanlardan büyüğü 13-15 yaşlarında, üzerinde kısa kollu incecik bir tişört, altında şort veeee ayakları çıplak! Küçük oğlan 8-10 yaşlarında, neyse bu uzun paçalı pantolonlu ama o da kısa kollu incecik bir tişört giymiş ve onun da ayakları çıplaaaak! Üstelik de o çıplak ayaklarla buz gibi yerlere basarak geziniyor. Hayatından memnun! : ) Tüm bunların yanı sıra sıkı sıkı giyinen bir baba… İlginç!
21 Nisan 2014 - 14.30
Her zamanki gibi bölük pörçük uykuyla geçen bir geceden sonra sabah 06.00’da uyandım ama 07.00’ye kadar keyif yaptım. Herhalde belli bir yaştan sonra uyku bölünmeleri için bahane bulmak kolay ve bol… Bu sefer de terledim uyandım, yastık çok sertti, falan filân…
Ağır ağır sabah işlerimi halledip aşağıya kahvaltıya hazırlanırken kapı çaldı. Açtım, Rinji (daha sonradan benim rehberliğimi yapacak olan Mehmet’in rehberi) elinde bir kupa çayla kapıda. Çok mutlu oldum. Pek keyifli oluyor bu sabah sabah ayağa gelen çay… İşte başka ekspedisyonlarda bu tarz hizmetleri duyup sana aynıları yapılmayınca insan buruluyor. Bu sefer bazen sallasalar da beni mutlu edecek ufak tefek incelikler yapıyorlar şu ana kadar… Çay faslı bir yana, aslında Rinji’yi kapıda görünce şaşırdım, zira düşünceme göre Mehmet ile çoktan yola çıkmış olmaları gerekti. Mehmet tembellik yapıyor herhalde : )
Ben kahvaltı ederken bizim ekâbir yüzünde gülücüklerle ortaya çıktı. Birlikte sohbet ederek kahvaltımızı bitirdik. Çocuğa ekâbir dedim ama aslında akşam düşünmekten pek uyuyamamış. Çığ felaketi onu da olumsuz etkilemiş. Bugünkü uyum tırmanışımızın başlarında Furwa’ya gelen bir telefonda çığ faciasında 22 ölü ve 3 kayıp ve bir sürü yaralı olduğu yolunda bilgi almış. Bazı ekspedisyonlar tırmanışlarını terk etmiş ve geri dönmeye başlamışlar. Ama önemli bir kısmı hâlâ beklemedelermiş. Hükümetin o bölgede tırmanışları askıya alması söz konusu imiş. İnsan böylesi bir faciadan etkilenmez mi? Ben şahsen tırmanışı bırakırdım. Furwa’ya da bu senelik vazgeçmesini söyledim. Ailesi, eşi bu kadar kaygılıyken ısrar etmenin anlamı var mı?
Tırmanışta kaç müşterisi olduğunu sorduğumda, “Yalnız Mehmet ve ben!” demez mi! Akıllarını kaçırmış bunlar! Tırmanışı yalnız yapacaklarını ve bir ekip içinde olmadıklarını öğrenince benim kaygım iyice arttı. Mehmet hem deneyimli bir dağcı değil hem de böylesi bir zirveyi, Nuptse (7.861 metre) ilk defa deneyecek. Tunç, Mera Peak tırmanışında Mehmet’i geri çevirmiş ve Nuptse tırmanışını duyunca da kesinlikle karşı çıkmış. Bir de şimdi problemli bir dönem yaşanıyor. İnsanların morali bozuk… Yani, tırmanış şerpaları yok. Onun için de bütün malzemeleri kendileri taşıyacak ve teknik gereksinimleri bir başlarına halletmeye çalışacaklar. Yapılamaz mı? Tabii, yapılır ama anlamsız bir risk almanın da hiç mi hiç âlemi yok yani! Everest Ana Kamp’ta buluştuğumuzda kesinlikle vazgeçirmeye çalışacağım. Dönsün gitsin sağ salim evine… Daha 42 yaşında yahu!
Günümüze dönelim… Uyum tırmanışı için yola çıktıktan hemen sonra, daha 100-200 metre yol almış almamışız ben çuvallamaya başladım. 1-2 kere inanılmaz bir şiddetle nefes darlığı yaşadım. İnsaf! Daha başlar başlamaz! 3440 metreden başlıyoruz. Ağır ol, Rüştü! Sakinleş! Sabret! Sen yaparsın… Bu işin üstesinden gelebilirsin. Biraz durdum, nefes tempomu yakaladım ve yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Birkaç dakika sonra da tempomu oturttum ve keyifle tırmanmaya başladım. Ciddi bir tırmanış! Çok dik… Fakat yine de iki büklüm hallere girerek ve nefes tempomu bozarak yerlere eğilip o güzelim zambağın ve Namche’nin fotoğraflarını çekmekten de geri kalmıyorum. Sanırım bizim Fethiye’deki Ölüdeniz gibi dünyada fotoğrafı en çok çekilen yerlerden biridir Namche Bazaar.
Bir önceki Everest Ana Kamp etkinliğimde Namche’de hava yine güneşliydi ama kaldığım 2 gün boyunca çevre dağları bulutlar kapatmıştı ve şu andaki harika görüntüleri benden saklamıştı. Ama bugün hava aşağılarda biraz puslu olsa da yukarılar pırıl pırıl… Otelden çıktığımızda tam karşımızda güneybatıya düşen, tüm heybeti ile bize tepeden bakan Kongde Ri (6187 metre)… Kasabadan biraz çıkıp arkamıza doğuya döndüğümüzde tüm güzelliği ile Kusum Kanguru (6.367 metre). Tibet dilinde bunun anlamı; dağın üç zirvesine gönderme yapan, “Kar beyazı 3 Tanrı” imiş. Bu dağ teknik gerektirmeyen doğa yürüyüşçülerinin tırmanabileceği bir dağ kategorisinde yer almasına rağmen 1978-1998 yılları arasında 22 tırmanış denemesinden sadece 9’u başarı ile sonuçlanmış. Onun kuzeyinde ise Thamserku (6.608 metre) yer alıyor. Bunun da Tibetçede anlamı, “Kar eyeri” imiş. Bazı açılardan bakıldığında atın üzerine koyduğumuz eyere çok benziyor.
Hedef önce Syangboche (3.780 metre)… Yükseklere ulaşımı kolaylaştırıp hızlandırmak ve çevre köylere hızlı nakliyat için yapılmış ama şu anda pek kullanılmayan havayolu pistinin olduğu yükseklik… Şimdilerde kullanılmamasının nedeni Lukla-Namche arasında yaşayan halkın isyanı… Havaalanı yapılmadan önce Katmandu’dan bu güzergâh üzerinden yürüyerek gidiliyormuş dağlara… Hâlâ yürüyenler var ama genelde dağcılar ve doğa yürüyüşçüleri Lukla’ya uçuyor. Oradan devam ediyorlar. Şimdiki havaalanı daha yukarılara inşa edilince tabii Lukla-Namche arasındaki köy halkı ve o bölgeye yatırım yapanlar kazançlarını kaybedecekleri için böyle bir ayaklanmaya kalkışmışlar ve sonunda da istekleri kabul edilerek Lukla’ya havaalanı yapılmış.
Furwa yine beni yakıtsız bırakmıyor. Bir süre tırmandıktan sonra verdiğimiz molada mango çayı içirdi bana. Tırmanış sırasında bir kulak kabarttım bir yerlerden sürekli deklanşör sesi geliyor. Bayağı kafama takıldı! Bakıyorum etrafta Furwa ve benden başka birisi yok. Biraz daha dikkat edince benim sağ işaret parmağımın sürekli deklanşör üzerinde gezindiğini gördüm : ) Yandık! Ülkeme döndükten sonra işin yoksa fotoğraf ayıkla : ) Ama olsun, bu sefer benzer kare filân demeyeceğim ve bol bol fotoğraf çekeceğim. Hedef yanımdaki tüm bellek kartlarını doldurmak : )
Syangboche’de fazla oyalanmadan yola devam ettik. Sırada Hillary Hastanesi’nin olduğu Khunde (3.840 metre) var. Khunde’ye yaklaşırken muhteşem bir seyir noktasına geldik, Mendafu Seyir Noktası… Harika bir manzarası var. Namche çevresindeki hemen hemen bütün büyük tepe ve dağları görebiliyorsun. Arkamdan başlayarak sola doğru (güneybatıdan kuzeybatıya doğru); Khongde, Kusum Kanguru, Thamserku, Kangtega (6.782 metre), Ama Dablam (6.856 metre), Kang Lemo (6.202 metre), Nuptse (7.861 metre), Everest (8.848 metre)[Çooook uzakta ve sadece jet-stream’i görünüyor], Tobuche (6.495 metre) ve kutsal dağ Khumbila (5.761 metre)… Khumbila “Khumbu’nun Tanrısı” demek. Bu dağa artık çıkış izni verilmiyor. Bir kez 1980 öncesi tırmanma denemesi yapılmış ve müthiş bir çığ sonucu bütün ekip yok olmuş. İşte bunlarla uzaktan da olsa kucaklaşmak için buralardayım ben. Onların heybetinin; insanların, bizlerin, aslında ne kadar ufacık ve ne kadar önemsiz olduğunu vurgulaması ve bunu kafamıza kazıması belki de bizi buralara çekiyor. Kendimizi Kaf Dağı’nda görmemizi bıraktırdığı için…
Khunde’deki hastaneye vardığımızda fıstık bir bebekle beraber 6-7 kişi yemeğe gitmiş olan doktoru bekliyordu. Tek katlı hastane duvarlarında, hastane ve yüksek irtifa hastalığı ile ilgili bilgiler içeren afişler ve fotoğrafların yanı sıra bir de bağış kutusu vardı. Ne kadar bağış yapacağımı bilemediğimden bağış kutusuna bir 100 Rupi attım. Hani vardır ya, “Az veren gönülden, çok veren…” Bizimki de işte öyle gönülden oldu.
Khunde ve Khumjung bölgenin en zengin iki köyü imiş. Buralar şerpa köyleri… Tırmanış şerpaları ve rehberler, bu köylerden çıktıkları için otomatikman kazançları da iyi oluyormuş. Ayrıca, hemen hemen her aileden en az bir kişi Amerika ve Kanada’ya göç etmiş, az bir kısım da Avrupa’ya… Bunlar da destekleri ile köyleri kalkındırıyorlarmış.
Khunde’den Khumjung’a (3.780 metre) doğru hafif bir inişe geçtik. Bu köy de aynen Khunde’de olduğu gibi; Edmund Hillary’nin önayak olması, uluslararası finans sağlaması ve en önemlisi de yerli halkın büyük bir istek ve çaba ile çalışmaları sonucu düzenli ve güzel bir köy haline gelmiş. Buraya ayrıca bir de çevre köylerden gelen şerpa çocuklarının eğitimleri için büyük bir okul yapmışlar. Bu okulu ziyaret ettik. Kısa bir tatil ve yeni kayıtların yapıldığı bir dönemmiş. Bir hafta sonra dersler başlayacak ve değişik sınıflarda 300 öğrenci yatılı olarak 10 ay boyunca eğitim görecek. İki aylık uzun tatilleri bizimkinin aksine, kar yağışlarının yoğun olduğu kış döneminde veriliyormuş.
Şu anda içerisi soğuk olduğu için dışarıya çıktım. Mis gibi bir güneş var dışarıda. Rüzgârın esmediği anlarda insanın iliklerini ısıtıyor. Karşımda, sanki elimi uzatsam dokunacakmış hissi verecek kadar yakın görünen ama tepesinde parlayan güneşin soluk gösterdiği inanılmaz heybeti ile ezici Kongde...
Khumjung’tan sonra biraz yolu uzatıp güzel bir manzaraya tanık olmamı istemiş Furwa, fakat o rotanın daha zorlu olacağını söyledi. Okulun hemen yanından doğrudan güneye giden yolun daha kolay olduğunu da ekledi. Önce bir düşündüm, hadi uzun ve zorlu yol dedim ama 15-20 adım sonra, “Şaka yaptıııım! Haydi, kolay yola!” diyerek güneye yöneldim. Bir bakıma iyi ki de öyle yapmışım çünkü inişin çoğu yeri basamaklı idi. Basamaklar da insanın dizlerini bayağı zorluyor.
Khumjung’tan çıkarken de biraz genel kültürümü geliştirdi. Yarın ulaşacağımız Tengboche Manastırı’nın, Nepal’deki en büyük ve Tibet’tekinden sonra da dünyanın ikinci büyük manastırı olduğunu bilmiş bilmiş söyleyince; bunun yanlış bilgi olduğunu Katmandu’daki Boudanath Manastırı’nın Nepal’deki en büyük ve Pangboche Manastırı’nın ise en eski ve çok önemli bir manastır olduğunu söyledi. Tengboche’nin böyle ünlü olmasının nedeninin de zengin ve turistik olmasından kaynaklandığını ifade etti. Tengboche’deki hemen hemen bütün oteller manastıra aitmiş. Bu din dünyanın her tarafında aynı be! Dinin aristokrat kesimi hep zengin, halk fakir…
“Che”nin ne anlama geldiğini bilip bilmediğimi sordu. “Şehir olabilir mi?”, “Ayakizi” demekmiş (Rinji ise bu eki biraz daha genişleterek “boche” yaptı ve anlamını da “Bir noktadan diğerine sıçrayarak ayak izi bırakmak” olarak açıkladı!). Bu da Tibet’ten Nepal’e ilk göç eden Budistlerin liderleri olan üç kardeşten en büyükleri olan Lama Sang Dawa’nın uğradığı ve ibadet ettiği yerlerde bıraktığı ayak izinden kaynaklanıyormuş. Bu kardeşler de önce Tengboche’de değil başka yerlerde manastırlar kurmuşlar. Lama Sang Dawa Pangboche’deki, diğer kardeş Phakding’teki ve sonuncusu da Thame’deki manastırları inşa ettirmişler.
Yine az zorlu bir tırmanıştan sonra inişli yokuşlu bir alanı geçip bizi Namche’ye indirecek basamaklara geldik. Burada, acaba “canımın içine” buraların atmosferini onu çok yıpratmadan nasıl tattırırım düşüncesi geldi zihnime oturdu. Baktım ileride Phakding yolu üzerinde bir köy var. Furwa’ya Phakding yerine Lukla’dan sonra bu köyde konaklanılsa Namche’ye süre olarak uzaklığının ne kadar olduğunu sordum. Çok sıkmadan 4 saat civarında süreceğini söyledi. Uygun gibi görünüyor. “Peki, Namche trek mi yoksa Poon Hill trek mi acemi birisi için daha yapılabilir?” “Kesinlikle Poon Hill!” dedi. Sonra düşündüm… Anımsadığım kadarı ile Poon Hill’de görebileceğin dağlar hem daha fazla hem de en az iki 8.000’lik dağ görebiliyorsun, belki de daha fazla… Hem oralar doğal olarak, buralara kıyasla daha güzel… Bunları düşünürken bile moralim yükseldi ve canımı yanımda duyumsadım. Seneye bunu kesin programa almalı… Önce Poon Hill ardından Pokhara ve Chitwan mükemmel olur.
Çok uykum geldi yaaa! Gidip yatsam mı ki? Saat de 16.00’ya geliyor. 18.30’a yemek siparişimi vereyim ve sonra da odaya çıkıp biraz uzanayım. Haydi bakalım Rüştü…
Sabah 07.00’ye kurmuştum saati ama 06.00’yı biraz geçe uyandım ve uzun uzun keyif yaptım.
Yürüyüş sırasında öğleyi geçince tabii yorgunluk başlıyor o zaman, başlıyorum mızıldanmaya, “Tamam, yeter! Artık dönelim. Ben buraya eziyet çekmeye mi geldim?” Fakat konaklayacağımız noktaya ulaşıp biraz dinlendikten ve güzel bir uyku çekip sabah kalktıktan sonra da “Haydi devam! Kim tutar beni!” diyorum : ) Aslında fizik ve kondisyon açısından çok iyiyim. Ne önceki gibi Khumbu öksürüğüm var ne de yüksek irtifadan dolayı uyku sorunum… Kendimi çok iyi hissediyorum. 3860 metredeyiz ve en ufak bir sorunum yok. Yeter ki ani hareketlerden kaçınayım. O zaman kafam karıncalanır gibi oluyor ve soluksuz kalabiliyorum. O zaman da biraz kaygılanıyorum. Neyse ki 5-10 saniyeden fazla sürmüyor.
Bugünün rahat bir yürüyüş olacağını düşünüyordum. Kahvaltıdan sonra saat 08.00’de yola çıktım. Bugünkü yürüyüşün 4,5-5 saat süreceğini söylemişti Furwa. Bir süre yükseldik ve sonra inişli çıkışlı kolay bir parkur kat ettik. Bir noktaya geldiğimizde artık yaklaştığımızı düşünürken Furwa hedefimizin bizim tarafta değil vadinin karşı tarafında olduğunu söyledi. İyi, ne yapalım! Biraz sonra aşağıda vadide akan nehre doğru inmeye başladık. Düz iniş olsa daha rahat başa çıkacağım ama sürekli basamaklar var. Onlar da dizleri mahvediyor. Yine de keyifli keyifli yürümeye devam ediyorum.
Aaaa… Bu arada önemli bir ayrıntıyı atladığımı fark ettim! Everest Ana Kamp’tan Lukla’ya kadar olan yolun bakım ve onarımı için bağış toplayan ve 5 yıl önce fotoğraflarını çektiğim yaşlı Pasang Lama Şerpa hâlâ görev başında… Daha bir çökmüş ama aynı heyecanla bağış toplamaya devam ediyor. Birkaç kare fotoğrafını çektikten sonra yanına çömeldim birlikte fotoğraflarımızı çektirdim. Tabii 400 rupilik bağışımı da yapıp bağış defterime 5 yıl önce olduğu gibi adımı kaydettim.
Dönelim parkura… Nehre geldik. Köprüyü aşıp karşı tarafa geçtikten kısa bir süre sonra bir çay evinde mola verdik. Köprü uzuncaydı. Altından gürül gürül akan nehir muazzamdı. Ara ara camgöbeği ve turkuaz iken birden köpürerek pamuk gibi oluyor ve suyun şiddetinin yıprattığı, aşınarak pırıl pırıl ve rengârenk olan kayaları okşayarak yoluna devam ediyor. Bu görüntüleri resmetmek gerçekten çok zor…
Ismarladığım ballı limon çayını içerken saatin 11.30’a gelmiş olduğunu gördüm. O zaman 3,5 saat geçmiş demek ki bu da 1-1,5 saat daha yürüyeceğiz demektir. Furwa da aynı düşüncede, zorlanmadan 1,5 saat sürer diyor. Ben kalkmaya yeltenince biraz daha dinlenmemi söyledi. Eh, patron o! Söz dinlemek gerek arada ; ) O arada masada oturan iki İspanyol’a, Valentin’in anısına, lâf attım [ 2012 yılında Annapurna Circuit rotasını yaparken tanıdığım İspanyol bir grubun lideri idi Valentin. Grup da akrabalar ve kız arkadaşından oluşuyordu. Varlıklı bir kişi idi ama ruhen tam bir anarşistti. Tipik Akdeniz insanı, inanılmaz sıcakkanlı… Beni hemen içlerine almışlardı. O dönemde benim hedeflerimden biri Chulu Far East’e tırmanmaktı. Bu nedenle sürekli bana yüksek irtifa hastalıklarına karşı çok tetikte olmamı ve kesinlikle kendimi riske atmamamı söyledi durdu. Belirtiler hakkında bilgiler verdi. Ama maalesef onu tam da bu nedenle 4500-5000 metrelerde kaybettik. Dağların Tanrıları eminim onu en güzel şekilde ağırlıyorlardır : ( ]. Neyse, ben yaşlardaki iki ihtiyarla biraz sohbet ettik. Jose etkinliği organize eden ortak ama tek kelime İngilizce bilmiyor, aslında İspanyolcadan başka bir dil bilmiyor. Manuel de acayip neşeli tatlı bir insan ama onun da İngilizcesi çok zayıf… İşin en komik tarafı da rehberleri olan genç çocuk da hemen hemen hiç İngilizce bilmiyormuş. Bayıldım! Herhalde aralarında bir dil geliştirdiler ; ) İki ihtiyar bu şartlarda koyulmuşlar yola, Island Peak etkinliği yapıyorlar. Nepal’e THY ile gelmişler. Eskiden Qatar veya Gulf Air ile uçuyorlarmış ama THY şimdi çok daha uygun fiyatlarla uçtuğu için onu tercih etmişler. Duymak güzel!
Sohbet güzel ama artık dayanamadım ve onlara veda edip yola koyuldum. Hemen çıkışta yine bir kontrol noktası varmış. TIMS kartı (Ulusal Park’ta etkinlik izin kartı) da Furwa’da… Geri de dönmek istemiyorum. “Yaaa… Rehberimin adını vereyim geçeyim” derken “Tamam, devam edebilirsin!” demez mi? Hayrola derken baktım aşağı doğru bakıyor. Ben de bakışlarımı o tarafa çevirince baktım Furwa elinde TIMS kartını sallıyor. Ben de gülerek ona el salladım ve yola devam ettim.
Keyfim inanılmaz gıcır : ) Ağır ağır ben bu yolu, hatta tüm etkinliği tamamlarım. Çam ormanları arasında ara ara Ama Dablam ve Kangtega [Tibetçe’de eyer demekmiş. Bazı açılardan bakıldığında gerçekten eyere benziyor] karlı zirveleri ve onları çevreleyen bulut deniziyle harika görüntüler sergiliyorlar. Sürekli tırmanıştayım artık… Nehrin olduğu yükseklik 3250-3300 metrelerde ve biz oradan 3860 metreye tırmanıyoruz. Önceki günlerin uyum tırmanışları olmasa gerçekten bitirmek zor… Ama yine de son 1 saat hiç ummadığım şekilde feci zorlanmaya başladım. Aralıksız tırmanıyorsun! İşte yukarıda da söylediğim gibi son saatte başladım, “Ne ulan bu! Ye-teeeer! Bir başınalık yetmez gibi bir de deliler gibi kendini yıpratıyorsun. Ye-teeer! Dön artık…” demelere ; ) Neyse ki hava çok güzel… Hatta önceki günler sıcak olduğu için kısa kollu tişörtlerle yürüdüğüm için kollarımı bayağı yaktığımdan, su bile topladılar, bugün uzun kolluyu giydim.
İki kere oturup dinlendim. Eskiden hep ayakta dinlenirdim. Oturup kalkmak zor geldiği içindi belki de… İkincisinde Furwa yine 1-2 bisküvi yedirip çay içirdi. Şımartıyor, sağ olsun! : )
Şu köşeyi döndüğümde kesin Tengboche’nin girişini göreceğim. Yok olmadı… Ama bundan sonraki köşe kesin! Böyle kaç köşe döndüm bilmiyorum ama sonunda giriş kapısını görünce rahatladım ve sürünerek ; ) yukarı çıktım. Furwa’ya önden gidip oteli ayarlamasını söylemiştim, ama bu sefer salladı. Neredeyse benimle aynı zamanda girdi Tengboche’ye. Kalmayı düşündüğü ilk iki otel doluydu ki bunlar en iyileri idi. İşte bu durumlara kızıyorum. Yahu, dün Mehmet ve Rinji burada kaldılar. Söylesen onlara da bu sabah otelden ayrılırken bizim odayı ayarlatsana… Bu kadar zor mu bu işler? Böylesi basit beceriksizlikler insanı ister istemez kızdırıyor. Ben rehberi bu tarz sorunlar olmasın diye tutuyorum. Kendimde ulaştığım anda yer aramayı bilirim. İstiyorum ki ulaştığımda yerim hazır olsun ve eşyalarım da odama benden önce gelmiş olsun. İkisi de olmayınca geriliyor insan… Eski deneyimlerden buna fazla kafa takmamayı öğrendim ama anlık sinir kabarması oluyor işte. “Hemen git diğerlerine bak. Şimdi beni bekleme. Beni beklersen onlar da dolar açıkta kalırız” diye yolladım. Bu arada seçenekler düşünüyorum. Burada yer bulamazsak ileride daha başka kalınacak yerler olduğunu anımsıyorum. En kötü olasılıkla biraz daha yürür oraları deneriz. O da olmazsa bir otelin lokantasına uyku tulumunu atar yatarız! Sinir yaaa! Niye tutuyorum oğlum ben sizi? Lâf olsun diye mi? İşte bu durumları yaşamamak için… Fesuphanallah! Baktım ileride birisinden el sallıyor. 3 yıldızlıdan tek yıldızlıya terfi (!) ettik! Neyse önemli değil. Ama yine de bir kulağını çekmeden edemedim.
Oda sıcacık… Dilerim gece yatacağımda da sıcak olur (Bekle, olur!). Odada iki yatak var ama oda çok dar olduğu için çantaları açmayacağım. Uyku tulumumu da çıkartmayacağım. Odada iki yatak olduğu için iki de battaniye var. Biriyle üşürsem ikinciyi de alırım üstüme…
Epey yorulmuşum… 10 dakika kadar hiç hareket etmeden oturdum. Sonra yine oturduğum yerde tozdan berbat bir şekilde kirlenmiş fotoğraf makinemi temizledim. Bitmekte olan bataryayı değiştirdim. Taşıyıcı beyefendi yine ortalıkta olmadığı için terli giysilerimi çıkartıp ikiyüzlü sarı polarımı çıplak tenimin üstüne giyip çıktım odadan… Her şeye rağmen yine de kendimi iyi hissediyorum. Kendime bazı konuları fazla takmama yönündeki telkinlerim işe yarıyor.
Tost ekmeği üstünde yumurtayı çayla mideye indirmeden önce bir tanemi aradım. Ne oluyor yahu? Yine boğazım düğümlendi… Kendimi toparlayıp iyi olduğumu, keyfimin ve moralimin yerinde olduğunu söyledim. Sağlık açısından da bomba gibiyim dedim. Hiçbir şeyi illâ yapacağım diye yola çıkmadığımı ve bundan sonra gücüm ve keyfim elverdiğince etkinliğimi sürdüreceğimi söyledim aşkıma…
Salonda Furwa, pansiyon sahibi ile sohbet ediyor. “Ne yapayım? Nereye gideyim?” diye danıştım. Manastırın tam karşısındaki tepede yükseklerde, lamaların bir chorten’i (Budizm’de dinsel anıt) var; ona çıkmamı önerdi patron. Önceki gelişimden anımsadığım manastırın arka tarafına düşen tepelerde de dağlarda yaşamlarını yitirmiş insanların anıtları var. Orası daha düzayak… Önce oraya gidip sonrasında tırmanışı gerçekleştireyim dedim. Hava pırıl pırıl değil ama hiç olmazsa bir önceki gelişimde olduğu gibi çevredeki dağları gözlerden gizleyen bulutlar az… Azıcık dinlenme sonucu gücümü hemen hemen toparladığım için yalnızlığımın keyfini çıkararak bol bol deklanşöre basıyorum. Anıtlar bitti. Karşı tepeye devam… Bulutlar yavaş yavaş toplamaya başladı ama görüş yine de fena değil. Yükseklere çıktıkça şiddetini ara ara arttıran rüzgâr da olmasa daha keyifli olacak. Zira üstümdeki tek polar o anlarda yetersiz kalıyor. İlk chorten’e ulaştım, sanırım burası 4360 metrede… Bir tane de çooook daha yüksekte var, belki 5000’in üzerinde ama oraya çıkmaya niyetim yok. Yavaş yavaş, neredeyse şarkılar söyleyerek indim aşağı… Sonrasında da hava iyice kapattı.
İşte biraz dinlendim ya tüm ufak tefek olumsuzluklar unutuldu ve şikâyetler bitti. Tabii bu rahatlama üzerine de çenemi tutmamın hemen hemen imkânı kalmadı. Düştü düşecek. Saati 17.30 etmişim. Bir saat daha kafamın masaya düşmesine engel olabilirsem, 18.30’da önüme konulacak yemeği yedikten sonra cumburlop yatağa…
Bugün yürürken, Kalapattar’a tırmandıktan sonra Facebook’ta yayınlayacağım iletinin taslağını oluşturdum kafamda. “Ağrı efendi! Ağrı efendiii! Duyuyor musun beni? Bak, Himalayalar’da abilerinden biri, Kalapattar (5550 metre) beni zirvesinde ağırladı. Bak, vatanımın bir parçasısın. Artık bu yaşlı dağcıya zirveni aç. Denediğim üç kez de beni zirvene konuk etmedin. Ayıp oluyor ama!” [Bunu yazacağımı hissetmiş Ağrı efendi ve benim Kalapattar yakınlarına bile gitmeme taaa oralardan engel olmuş! Ben ne yapacağım bu Ağrı efendiyle aramı düzeltmek için, bilmiyorum ki!]
Kendimi gerçekten çok iyi hissediyorum. Moralim iyi, sağlığım iyi… Kısacası keyif inanılmaz gıcır : )
Yarın görüşürüz : )
23 Nisan 2014 - 11.00
Bugünkü program; 3860 metredeki Tengboche’den başlayıp 4360 metredeki Dingboche’de bitecekti. Vazgeçtim ve 3980 metredeki Pangboche’de kalmaya karar verdim. Daha önceki gelişimde de böyle yapmıştık, belki ondan dolayı Furwa’nın değiştirdiği programı ben yeniden değiştirdim. Bundan sonra programı böyle yapacağım. Şu günde şu, bu günde bu yapılacak; bugün şurada kalınacak, şuraya tırmanılacak yok artık. Furwa bana bağlı ve benim keyfim ne istiyorsa onu yapacak. Bu sefer Nepal için ayırdığım 1 ayı artık keyif almak için harcayacağım. Öyle kendimi zorlamak ve benim isteğim dışında zırt pırt program değiştirilerek benim programlı düşünce tarzımı allak bullak etmek yok. Bundan sonra bir değişiklik yapılacaksa ya ben yapacağım ya da onayım alındıktan sonra birlikte yapacağız. [Namche’den beri bir şeylerin yanlış gittiği düşüncesi burada yavaş yavaş kendini daha belirginleştirmeye başladı! Gelişmeler bu konuda ne kadar haklı olduğumu ortaya çıkardı.]
Biraz Furwa’yı tanıtayım size... Furwa’nın birinci derecede aile nüfusu 45-50 kişi… İki erkek, beş kız kardeşi var. Babasını 6 yıl önce 56 yaşında kaybetmiş. Benimle aynı yaşta olacaktı yaşasaydı, o nedenle bazen bana baba diyor Furwa. Annesi hâlâ hayatta ve gayet de sağlıklı imiş. Şu anda 73 yaşında… Babası kendisinden 11-12 yaş büyük bir hanım almış. Furwa evli ve iki çocuğu var. Büyükle küçük arasında 10 yaş fark var. Kız olan büyük bu sene dişçilik fakültesine başlamış. Burada da dişçilik eğitimi 5 yılmış. Oğlu ise bu sene okula başlamış ama iki yaşındayken kreşe vermiş ve orada çok güzel İngilizce öğrenmiş. Mehmet evlerine ziyarete gittiğinde, Mehmet ile gayet güzel anlaşmışlar.
Sabah Tengboche’de pırıl pırıl bir güne uyandım. Odanın küçük olması sonucu çantaları açmamış ve dolayısı ile uyku tulumunu da çıkarmamıştım. İki tane kalın battaniyenin beni sıcak tutacağını düşünmüştüm. Ancak çok donmamakla birlikte gece boyunca birkaç kez üşüyerek uyandım. Sabah da üşüdüğüm için bir türlü yataktan çıkamadım. Sabah 06.00’da uyandığım halde 07.00’ye kadar kendimi yatağa hapsettim. Yatak sıcacık olsa yüreğim yanmaz! Kalkıp giyinsem ve kendimi dışarı atsam kesin dışarısı daha sıcaktır. Bir süre sonra böyle düşünerek kendimi zorlayıp yataktan fırladım. Fırladım dediğime bakma, ağır ağır kalktım. Zira ani hareketler anında etkisini gösteriyor. Nefes nefese kalıp bütün vücudum karıncalanıyor o zaman… Soğuğun el verdiği oranda yavaşça giyindim ve dışarı attım kendimi…
Tam düşündüğüm gibi dışarısı sıcacık… Hemen kahvaltımı söyleyip sırtımı güneşe vererek oturdum bir yere. İçim ısındı. Kahvaltımı edip fazla oyalanmadan yola koyuldum. Furwa da her zaman olduğu gibi arkadan geldi. Yürüyüşün başlarında biraz zorlandım ama tempoyu tutturunca rahatladım. Zorlanmamın bir nedeni de sanırım psikolojik, zira güneş o ara bulutların arkasına gizlendi. Zaten puslu, bulutlu havalarda hiç keyfim olmaz. Neyse ilerledikçe o da saklandığı yerden çıktı ve inanılmaz dağ manzaraları arasında yürümek keyfimi yerine getirdi. İyi ki gelmişim… Yalnız başına, sadece doğayı dinleyerek ve içine sindirerek yürümek çok güzel… Başka bir ses yok, sadece kuşlar ve arada esen hafif bir rüzgârın dans ettirdiği yaprakların hışırtısı… Huzur!
Bu sene katıldıkları ekspedisyondan keyif almak için hareket edenlerin sayısının bayağı fazla olduğu dikkatimi çekiyor. Öyle harala gürele koşuşturmaktansa onlar da benim gibi ikide bir durup manzaranın veya birbirlerinin fotoğrafını çekiyor. Eğlenerek, dura kalka yollarına devam ediyorlar. Bu çok hoş bir şey… Kim bilir belki bir daha hiç gelmeyecekler buraya onun için anın keyfini çıkarmak en doğrusu…
İyi ki tembellik yapıp burada konaklamışım… Tek sorun akşama kadar nasıl zamanı tüketeceğim. Hava da biraz kapattı. Gerçi dağlar kendilerini hâlâ sunmaya devam ediyorlar ama güneş, hain, yine saklandı. O saklanınca işin tadı da kaçıyor tabii… Hem üşüyorsun hem de psikolojin olumsuz etkileniyor. Hakikaten insanın morali üzerinde ne kadar etkili şu güneş!
Geçen seferki gelişime göre helikopter trafiği bu sene inanılmaz derecede fazla… Yaşanan çığ faciasının da mutlaka bunda etkisi var. Bugün Furwa’dan aldığım habere göre Katmandu’da dağdaki şerpaların eşlerinden üçte biri basın açıklaması yaparak, eğer eşleri ekspedisyonları bırakıp evlerine dönmezlerse intihar edeceklerini açıklamışlar. Bunun üzerine ekspedisyonlardan terkler başlamış. Bu durumda da bazı ekspedisyonlar toparlanıp tırmanışlarını iptal etmişler. Sezinlediğim kadar Furwa’da kaygılı… Pek Nuptse tırmanışını yapmak istemiyor gibi… Ona da ailesinden baskı var tabii… Ben kesinlikle baskı yapıp Mehmet’i de bu sevdadan vazgeçirmeye çalışacağım. Ne kadar işe yarar bilmiyorum! Ama iyi olur cayarsa… Anladığım kadarı ile kendisi de o kadar deneyimli bir dağcı değil. Programı değiştirmeseydim bugün Dingboche’de birlikte olacaktık. Benim bugün aldığım keyfi takılma kararımdan sonra bakalım bir daha ne zaman karşılaşacağız!
Saate bakıyorum… Al işte! Tam düşündüğüm ama istemediğim gibi saat daha 11.30… Üstelik iki kelime yaz durakla, iki kelime yaz durakla, iki adım ileri bir adım geri şeklinde yaz yine de vakit geçmiyor. Yalnız olunca ağır tempoyla tırmanmanın en büyük dezavantajı da bu işte… Zaman geçmek bilmiyor. Yürüyünce farkına varmadan ilerliyor saatler… Bir de burası pek fazla konaklanan bir köy olmadığı için pansiyonda pek insan yok. Şu anda salonda benden başka yalnızca İngiliz olduğunu tahmin ettiğim bir kişi var ama bende de hiç konuşma isteği yok. Sabah kahvaltıda biraz sohbet ettik. Grubu ile Island Peak zirve yapmış ama şu anda anımsamadığım bir nedenle gruptan ayrılıp eve dönmeye karar vermiş. Grup sanırım daha yüksek bir zirveye gidecekti ve o da bunu yapmak istememiş. Belki de o da benim gibi aşk belâsına toslamıştır ; )
Güneş çık ortaya beeee! Çık da biraz turalayayım köyün çevresinde… Sen olunca rüzgâr fazla üşütmüyor.
Yürüyüş sırasında diğer yürüyüşçüler de benim gibi devamlı kendileri ile o anki ruh halleri, vücutlarının durumu, devam edip edemeyecekleri vb. konularda konuşuyorlar mı acaba? Yapılmaması gereken bir şey… Bunun aksine, insanın farklı konular düşünüp aklını o an yaptığı etkinlikten uzaklaştırması sanırım yapılması gereken en doğru şey… Yürüyüşe odaklanınca insan kendini dinlemeye ve kendini sorgulamaya başlıyor. Bu hiç de doğru değil ve kesinlikle yapılmaması gerek… Bunun sonucu kişinin demoralize olması işten değil. Bu işi zaten başlamış, yapıyorsun, kendine bir hedef koymuşsun… Artık yapılır yapılmaz, tüh ya, falan filân gibi düşünceler işin keyfini kaçırır. İşte yürüyüş esnasında ve uzun süre yalnız kaldığımda kendime bu tür haksızlıklar yaparken yakalıyorum kendimi. Bunları kafama hiç takmamam gerek aslında… Zira benimki gibi esnek programı olan birisi için değişiklikler ve programın tümüyle iptali hiç sorun değil. Böyle olunca insanın kendisini sıkması çok anlamsız… Fakat bu etkinlikte hiç olmazsa bu sefer şu Kala Pattar’ı tamamlarsam çok hoş olur. Ağrı’ya göndermeyi de kaleme almışken! ; )
İşe bak yahu! Önce Gokyo Ri ve Renjo La kısmından vazgeçebilirim belki diyordum şimdi Island Peak’i bile defterden silmeyi düşünmeye başladım. Üşümeyi sevmiyorum! Bir başınalığı sevmiyorum! Dağ etkinliği açısından bu zayıf yanlarımı daha önceden de bildiğim halde, bu tarz bir etkinliğin bir ortakla yapılması gerektiğini sürekli dile getirdiğim halde işte yine tek başımayım… Furwa’ya söyleyeceğim bundan sonra olabildiğince kısa yürüyüşlerle bu etkinliği bir şekilde tamamlamak istiyorum. Bakalım nasıl bir rota çizebilirim. Haritaya bir bakalım…
Bilemedim!
Bir başına olarak bir etkinlik yapmak inanılmaz derecede zor! Devamlı kendinlesin… Dertleşecek, sorunları birlikte çözecek bir yoldaşın yok. Hoşlanmadığın işlerle karşı karşıya kaldığında eğer çok güçlü değilsen, kafana koyduğunu sonuna kadar götürme direncin yoksa hadi bunları bir kenara bıraktım; koyduğun hedefte seni dürtecek ve o hedefe ulaşman için seni gayretlendirecek bir yoldaşın yoksa işte böyle saçmalamaya başlıyorsun…
12.30
Yemekten önce yeni bir program yaptım. Bakalım ne olacak! Ruh gibiyim şu anda… Hava kapalı, aynen moralim gibi… Rüzgârlı, aynen kafamda deliler gibi uçuşan düşünceler gibi…
15.15
Taşıyıcılardan biri burada konaklayacağımızı bilmediğinden es geçmiş ve Dingboche’ye devam etmiş. [Şimdi düşünüyorum da benim eşyalarımı taşıyan değil de diğerinin es geçmesi biraz ilginç!] İyi ki benimki değil o, yoksa bütün eşyalarım Dingboche’ye gitmiş olacak ve ben de mecburen peşinden gidecektim. Gerçi ben 1-2 saat dinlendikten sonra yine zinde ve yola devam edecek güçteydim, hatta şimdi de gidebileceğimi söyledim ama Furwa nedense kalmamı istedi. Kendisi biraz sonra diğer taşıyıcının peşinden gidecek. Önce sabah erkenden kalkıp 05.00’te harekete geçip ondan sonra erkenden tekrar geri dönüp beni yolda karşılayacağını söylemişti. Ben de sabahı beklememesini söyleyip şimdi birlikte devam etmeyi teklif ettiğimde benim kalmamda ısrar etti. [Sonradan düşünüyorum da neden gitmekte ve benim kalmamda ısrar etti o zaman anlamamıştım. Demek kendi kafasında bir takım plânlar varmış. Ertesi sabah ortaya çıktı… Beni yarı yolda Rinji’ye bıraktı ve Mehmet ile yola devam etti. Belki bir an önce aşkıma kavuşma isteğimin yanı sıra bu tarz davranışlar da biraz keyfimi kaçırıp geri dönme kararı vermeme neden oldu.]
Gitmeden önce program konusunda kafası çok karışık gibiydi. Onun üzerine ben de yeni yaptığım programdan söz etmek durumunda kaldım. Aslında daha sonra söyleyecektim. Biraz tereddütlü yaklaştı benim programa ama ben kararlıyım, bu program uygulanacak… Kerata Mehmet ile benim programı çakıştırmış o yüzden işler devamlı karışıyor. Çözülmeyecek sorunlar değil ama niye bana rağmen olsun ki! Şimdi bu çakışma nedeni ile benim arzu ettiğimin aksine hızlanmam gerekecek. Ben de bunu kesinlikle istemiyorum. Yaaa bu rehberler konusunda neden ben bu kadar çok sorun yaşıyorum? Kötü bir insan olsam, onlara kötü davransam, ezmeye çalışsam ve bunların sonucunda sorun yaşasam anlayacağım… Tam aksine canım ciğerim gibi davranıyorum ve yine de kelek atılıyor bana! : ( Son yaptığım programı belki ufak tefek değişikliklerle uygulatacağım. Günde ortalama 5 saatlik yürüyüşlerden oluşan bir program…
Furwa gitti. Hava iyice iç karartıcı oldu. Artık saati 18.00 yapıp yemeğimi yedikten sonra yatmaktan başka bir şey yapmak gelmiyor içimden… Soğuk ve kapalı hava beni de kapatıyor. Güneşli ve sıcak olsa şu anda ufak adımlarla çevreyi keşfediyor ve fotoğraf çekiyor olurdum. O zaman zamanın nasıl geçtiğini bile anlamıyorum. Yeni yaptığım program, biraz daha aklıma yattığı ve yapılabilirliği daha yüksek olduğu için kafa olarak daha rahatım… Bakalım gelen günler ne gösterecek…
Defter önümde açık… Beni oyalamak için ben ona, o bana bakışıyoruz. Saat daha 16.00… İki saat var yemeğe… Bazen iki saat gibi kısa bir süre nasıl da asırlar kadar uzun geliyor insana. Acaba kendimi canımın kollarında güneşli bir plâjda düşlesem ; ) daha mı çabuk geçer zaman?
Soğuk, soğuk, soğuk…
Puslu, puslu, puslu…
Alacağın olsun Pangboche!
Telefondan internete girebildim galiba! Facebook’a ileti bıraktım.
İnsanlar gelmeye başladı salona... İki İngiliz, iki Polonyalı ve iki de Amerikalı… Sobayı da yaktılar belki ısınırsam çenem de açılır, zira soğuktan çenem kilitlenmiş durumda… Dinledikçe farklı veriler alıyor insan. İki İngiliz dediğimden biri Amerikalı çıktı ve bunlar genç… Polonyalılar da genç; kız dekoratör, oğlan da müzik yapımcısı imişler. Yaşlı Amerikalı çift ise en ilginç olanlar; erkek 71 yaşında ve hem dağcı hem de matematik profesörü… Eşinin yaşından söz etmediler : ) [Sonradan üniversiteye başlarken tanışıp o günden beri yaşamlarını paylaştıklarını söylediklerinde eşinin de aynı yaşta olduğu yorumunu yaptım] O da matematikçi ve ikisi de emekli ama dünyanın çeşitli yerlerinden konferans verme konusunda sürekli teklif aldıklarına göre konularında uzman insanlar… Amcam seneye gelip [72 olacak o zaman] hem Island Peak hem de Ama Dablam’ı yapacakmış. Bravo yani!
Yaaa bu işe gerçekten tutkuyla bağlı olmak gerek… İşte o zaman ne soğuk ne de kapalı havalar insanın morali üzerinde zerre kadar etki yapamaz.
Sobayı yaktılar ama ısınmanın “ı”sı yok. Ancak kendini ısıtıyor. Saat 17.30… Neyse yemeğe az kaldı. Donmuş bir heykel gibiyim, kıpırdayamıyorum. Tuvalete gidip gelsem belki hareket etmek ısıtacak… Haydi cesaret Rüştü!
Yemeğimi bitirdim. 18.30… Bu sefer de burası ısındığı için kalkıp gitmek içimden gelmiyor. Kahve söyledim ama yarım ağız söylemişim ki ne onlar getirmeye zahmet ediyorlar ne de ben ısrarcı davranıyorum. 5-10 dakika daha oturacağım gelmezse kaçacağım.
Hava gerçekten berbatlaştı… Yağarsa buradan bir yere gitmem… Yağmurluğum da Furwa’da kaldı zaten. Başlarım böyle havaya yahu!
24 Nisan 2014 - 13.30
Uyku tulumuna girip ısınmaya başlayınca keyfim yerine geliyor. Şu anda bunları karalarken dışarıda pırıl pırıl bir güneş olmasına rağmen buz gibi kesen bir rüzgâr insanın iliklerini donduruyor. İçeride olmama rağmen ellerim buz gibi. Eldiveni takmak zorunda kaldım. Az çok etkisi oluyor ama bu sefer de yazmak zorlaştı.
Uyku konusunda çok değil ama yine de bir sorunum var. Uyku tulumumun içinde kaldığım 12 saat boyunca sanırım ancak 4-5 belki de 6 saat uyuyabildim. Sık bölünüyor uykum. Sarp’tan ödünç aldığım marifetli saat gece yarısı uyandığımda yatakta yanımdaydı. Şöyle birkaç derece diye baktım uyku tulumu dışında oda sıcaklığı 7˚C gösteriyordu. Sabah kalktığımda ise 4,5˚C idi. Ama daha soğuk hissediyor insan, kesinlikle sıfırın altında gibi. Pansiyonun salonundayım şimdi, saat masanın üstünde ve ısı 20,9˚C. Ayağımda kalın çorap ve bot olmasına rağmen ayaklarım donuyor. Nasıl 20,9˚C ise?
Hava kapatmaya başladı. İki gündür hava böyle yaramazlık yapıyor ve insanın keyfini kaçırıyor.
Kahvaltımı ettikten sonra 08.25’te yola çıktım. Furwa yumuşak tempoyla 3,5-4 saatlik yolum olduğunu söylemişti. Bu sabah yalnızım. Biliyorsunuz Furwa dün öğleden sonra beni Pangboche’de bırakıp Dingboche’ye önden gitmişti. Hep olduğu gibi ilk anlarda zorlanıyorum yine. Böyle zorlanınca da keyfim kaçıyor. (Eeeee… Senin de zırt pırt keyfin kaçıyor be! Seni de memnun etmenin olanağı yok!) Fakat hemen tempomu oturttum ve yüzüm gülmeye başladı. Kendime kısa hedefler koyup onlara odaklanıyor ve ağır ağır ilerleyerek günün tadını çıkarıyorum. Bugün yol daha tenha… Demek irtifa yükseldikçe yürüyüşçü sayısı da o oranda azalıyor. İnsan da kalabalığa alışınca gözleri arar oluyor. Bu rotada bir bölümde düz bir alan var. Buraya gelince patika sayısı onlara çıkıyor ve insanın kafasını az da olsa karıştırıyor. İnsanlar tek patikadan yürüse sorun değil ama herkes kafasına göre takılıyor ve sen de arada acaba doğru yolda mıyım gibi bir düşünceye saplanıyorsun. Doğru yoldasın… Doğru yolda… Devam…
Şu anda mutfakta çalışan kızın çıkardığı kap kacak sesinin dışındaki tek ses dışarıda uğuldayan rüzgârın sesi…
Dingboche’ye ulaşmam düşünüldüğü gibi hesaba yakın sürdü; 3.15 saat. Hem de çok yavaş ve yürüyüşün keyfini çıkararak ilerlediğim halde… Dingboche’ye yaklaştığım sıralarda ben karşımda Furwa’yı beklerken Rinji karşıladı beni. Hayrola! Everest Ana Kamp’a kadar Furwa ile gidip orada Mehmet ile birlikte kar-buz eğitimini aldıktan sonra dördümüz hep beraber Island Peak’e tırmanacaktık hani?!?!?!.. Furwa almış Mehmet’i Island Peak’e doğru yola çıkmışlar. Bu tırmanışı yapıp oradan biz Everest Ana Kamp’tayken oraya yetişecekmiş ve sonra da beni Island Peak’e çıkaracakmış. (artık Everest Ana Kamp’ta kalıp kalamayacağım konusunda bile tereddüte düşmeye başladım : ( Ölme eşeğim, ölme… Yine sineye çektik kafalarına göre takılmalarını. Yanında bir termos çay da getirmiş Rinji. Biraz daha ilerleyip rüzgâr almayan kuytu bir yer bulup orada oturduk ve çayımızı yudumladık. Bugünkü rüzgâr bayağı insanın içine işliyor. Hele kafamdaki safari şapkam çok yetersiz gelmeye başladı ve kafam buz kesti. Hazır durmuşken çantadan polar beremi çıkarayım bari. Üstüne de safari şapkayı geçirince iyi oldu. Artık fazla üşümüyorum. Zaten ayaklar, ense ve başını koruyabilirsen üşümek pek senin semtine uğramıyor.
Dışarıda cayır cayır yakan güneşin altında hiç olmazsa 10-15 dakika durabilsem içim ısınacak ama gel gör ki rüzgâr feci kesiyor ve donduruyor insanı.
Yine o boş boş beklemeli sıkıcı saatlere başladık. Yatsam iyi olacak ama o zamanda soyunmam gerek. Buz gibi odada soyunmak bir yana bir de ilerleyen saatlerde daha da soğuyacak odada uyku tulumumun sıcaklığını terk edip yeniden giyinmek var. Güneş de insanı nasıl çağırıyor dışarıya!
Dingboche’nin yüksekliği 4380 metre, kaldığım pansiyonun menüsünün kapağında ise 4410 metre yazıyor. Köyden biraz daha yukarılarda olduğumuz için sanırım. Saatin altimetresini de kullanmayı bir türlü beceremedim. Huyunu bilmiyorum çünkü. Ama bulunduğum yerlerdeki verilere bakarak aşağı yukarı 150 metre ekleyince hemen hemen köylerde yazan yükseklikleri yakalayabiliyorum.
Odamın konumu ve giriş güzel… Önce bir dış kapıdan ufak bir hole giriyorsun. Karşında bir ve sağında solunda birer kapı daha var, karşı kapı tuvalet, benim oda soldaki kapı. Gece için kalkıp dışarıda tuvalete gitme olasılığına karşı bir pee-bottle (çiş şişesi) hazırlamıştım ama bu durumda gerek kalmadı.
Acayip uykum var ve çooook üşüyorum : (
Burada iki günüm olduğu için pansiyonun hemen altında bir internet kafe görünce sevindim. Hemen biraz olsun vakit geçirebilmek için oraya daldım. Önce Facebook’a girmeye çalıştım. Şifre sorunu yaşadım. Oradan Yahoo’ya derken Hotmail’e… Hepsinde, belki de biraz tez canlılıktan, çuvalladım. Hiçbirine giremiyorum : ( Başka bir ülkeden girerken acele etmeden girişteki adımları dikkatle uygulamazsan bu tür sorunlarla karşılaşıyor insan. Facebook’un şifresinde sorun yaşayınca Yahoo ve Hotmail’deki hesaplarıma şifre yolladılar ama onlara da giremiyorum. Hotmail’e girmeye çalışırken bir not çıktı; bazı soruları doğru yanıtlamam sonucu hesabıma ulaşabileceğime dair bir not. Son bir umutla onları yanıtlayıp giriş şifremi g-mail hesabıma yollamalarını istedim. Bazı soruların yanıtları eksik oldu ama zaten ancak 24 saat sonra yanıtı yollayacaklarını söylemeleri üzerine şimdilik internet faslını unutmak zorunda kaldım. Yarın G-mail’e girmeyi deneyeceğim. Onda da çuvallamam dilerim. Zira Hotmail’e girebilmem G-mail’e bağlı… Hotmail’e girebilirsem oradan Yahoo’ya ulaşabileceğim, oradan da Facebook’a. Eğer olmazsa yandık. Bütün hesapları kaybedebilirim. Bir daha aşağıya inip bu sefer G-mail’e girmeye çalışayım. Belki oradan Oya’ma bir ileti gönderebilirim. Aksilik, burada telefon da çekmiyor. Facebook sanırım telefon hattıma bir ileti gönderdi. Telefon çekmediği için açamıyorum ki! Kahır, belâ! Burada kaldığım iki gün eğer internete girebilseydim hiç olmazsa onunla oyalanacağım için daha çabuk geçerdi.
18.30
Yatmayacağım dedim ama soğuğa dayanamadım ve titreye titreye 15.30’da uyku tulumuna girdim. Biraz ısındıktan sonra galiba kestirdim bile. 18.00’de kalkıp giyinerek salona geldim. Sobanın başında heyecanlı bir tartışma var. Hepsi Nepalli olduğundan önyargı ile ülkeyi kurtarıyorlar sandım. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Oturanlardan ikisi sivil polismiş ve kazada kaybolan bir şerpa ile ilgili soruşturma yapıyorlarmış. [Bunun sonradan doğru olmadığını öğrendim. Gelen satırlar nedenini açıklayacak ama benim bir kez daha vurgulamak istediğim konu dil farklılığı nedeni ile anlaşamamak veya yanlış anlaşılmak. Belki Rinji bana doğrusunu ama yanlış bir şekilde söyledi ve benim anladığıma bakın!]
Uyku tulumunda sıcaklığın tadını çıkarırken programıma son şeklini verdim. Artık ben yönlendireceğim.
25 Nisan - Dingboche
26 Nisan - Lobuche
27 Nisan - Gorak Shep
28 Nisan - Kalapattar ve Everest Ana Kamp
29 Nisan - Gorak Shep
30 Nisan - Lobuche
1 Mayıs - Dingboche
2 Mayıs - Chhukung
3 Mayıs - Imja Tse (Island Peak) Ana Kamp
4 Mayıs - Üst Kamp
5 Mayıs - Zirve - Ana Kamp
6 Mayıs - Chhukung
7 Mayıs - Dingboche
8 Mayıs - Pangboche
9 Mayıs - Tengboche
10 Mayıs - Namche Bazaar
11 Mayıs - Phakding
12 Mayıs - Lukla
13 Mayıs - Katmandu
14 Mayıs - Nagarkot
15 Mayıs - Katmandu
16 Mayıs - Katmandu
17 Mayıs - EVİM GÜZEL EVİM…
Yemeğimi Rinji ile paylaştıktan sonra notlarıma döndüm. Uyku tulumundan çıkıp salona gelmek bayağı bir soğukla mücadele gerektirdi ama neyse ki salonda sobayı yakmışlar. Sobanın huyunu bilen bilir; sobaya dönük tarafın ısınır, hem de ne ısınmak, ama diğer tarafın, “Ne olur beni de o tarafa döndür!” diye yalvarır.
Şu anda ülkemin dağlarının (Ağrı hariç) tümünün üstündeyim. Güzel bir duygu ama hiçbir şey insanı tümüyle mutlu edemiyor! Her şeyin artıları olduğu gibi eksileri de var. Zirveler ve onlara ulaşma macerası insanı inanılmaz mutlu ederken soğuk da bir o kadar yıpratıyor. Bu nedenle dört dörtlük bir yaşam hayali peşinde koşmak kadar safça ve anlamsız bir şey olamaz. Bence insanı tek mutlu eden şey; elindekilerin keyfini çıkarmak ve daha fazla güzelliklere ulaşmak için savaş vermek, elinde olmayanları da hiç mi hiç umursamamak. Nasıl umursayabilirsin ki? Koskoca bir evren ve onun sundukları var senin elinde olmayan!
Öğleden sonra internete gidip Facebook’a yeniden giriş denemem başarılı oldu. Fakat o kadar yavaştı ki bir paragraflık yazıyı yayınlamam 40 dakikamı aldı. Pazarlık sonucu 30 dakikalık ücret ödedim. Nasıl pazarlık ediyorum ama ; ) Bu yükseklikte belki lüks ama yine de çok yavaş ve çok pahalı; yarım saate 500 rupi, yaklaşık 6 dolar veya 11 lira.
Bu kadar erken yatağa girilir mi? Başka çarem yok! Salonda ışık loş, sohbet koyu ama Nepalce ve çok yüksek tondan… Başım ağrımaya başladı. Çayım biter ve ben giderim. Yarın için de havanın güzel olması için Himalaya tanrı ve tanrıçalarına yalvarılır. Hiç olmazsa 14.00-15.00’e kadar… Yok bu sefer kararım kesin, artık yalnız başına böylesi uzun soluklu dağ ekspedisyonlarına son!
25 Nisan 2014 - 13.30
Soğukta uyku tulumunu terk etmek ve yeni güne başlamak ne zor yahu! 6.00 gibi uyandım, 7.00’ye kadar çıkamadım tulumdan. Zaten Rinji ile de öyle konuşmuştuk. Bir gayret attım kendimi sonunda dışarı. Aslında o kadar da üşümüyor insan biliyor musunuz? Hele bir de sabah uyku tulumundan çıktıktan sonra ilk üstüne giyeceklerini akşamdan uyku tulumunun içinde bırakırsan vücut ısınla ısınmış giysiler sıcacık oluyor ve giyinirken donmuyorsun. Bu da kalktığında soğuktan daha az etkilenmene neden oluyor.
Rahat hareketlerle uyum tırmanışı için hazırlıklarımı tamamladıktan sonra kahvaltımı ettim ve usul usul tırmanışa başladım. Bu sene tempomu inanılmaz güzel bir şekilde oturttum ve tırmanışlarda çok az soluksuz kaldığım oldu. Yalnız su içtikten ve fotoğraf çektikten sonra unutup birden hareketlenirsem birkaç saniye soluksuz kalıyorum ama hemen toparlıyorum kendimi. Neden oluyor bu? Su içerken nefes alma tempon bozuluyor, biraz nefessiz kalıyorsun ve fotoğraf çekerken de ışık ne kadar iyi olursa olsun, alışkanlıktan olsa gerek, deklanşöre basarken makineyi sarsmamak adına nefesimi tutuyorum. Hemen sonrasında da daha nefes almam düzelmeden yürüyüşe geçince soluksuz kalabiliyorum. Biraz dikkat ederek bunları da en aza indirdim. Şu anda çok rahat ve yumuşak bir tempo ile tırmanışa devam ediyorum. Bu sene sağlığım, gücüm ve dayanıklılığım çok iyi. Aylarca düzenli spor yapmamın meyvelerini şimdi topluyorum. Böyle olunca da tırmanışın keyfi daha bir fazla oluyor. Nefesim iyi… Sağlığım iyi… Bacaklarım güçlü… Veeeee tabii ki de keyfim gıcır! : )
Hedef 500-550 metre yukarıdaki zirve… Burada zirveyi pek umursamıyorum. Nerede canım isterse geri döneceğim. Fakat bir ara işler karışmaya başladı ve garip bir düşünce akışı belirdi kafamda. “Oğlum, bu zirve sana doping olacak. Bunu becerirsen Kalapattar ve Everest Ana Kamp’a çok rahat ulaşırsın. Onun için çık şu zirveye” demeye başladıktan biraz sonra yakıt tükenmeye başladı. Hem de zirve öncesi mola vermek üzere koyduğum hedefe birkaç metre kala oldu bu. Belirlediğim noktaya ulaştığımda 400 metre civarında tırmanmıştım. Biraz soluklandıktan sonra, “Aman be Rüştü, şart mı çıkmak? Bu yükseklik de uyum tırmanışı açısından iyi. Genelde rahat da çıktın. 4800 metredesin! Boşveeeeer!”
Güle eğlene ve fotoğraf çekerek indim aşağıya. Rinji ile geldik pansiyona. Odamın önündeki masa ve sandalyelere kurularak pırıl pırıl güneşin zevkini çıkarmaya başladık. Kemiklerime kadar sımsıcacık oldum. Biraz sonra Rinji beni yalnız bırakarak ayrıldı oradan. Ben keyif yapmaya devam ettim. Arkamdaki damdan karların şıpır şıpır eriyerek yere düşen sesi ile neredeyse uyuyacağım.
Haaaa, sahi! Sabah odamdan dışarı adım attığımda harika bir görüntü ile karşılaşmıştım. Pırıl pırıl bir güneş ve 4-5 cm kalınlığında gece yağmış bembeyaz kar… Güzel, aydınlık görüntüler nerede olursam olayım moralimi birden yükseltir benim. Ne tarafa bakarsam bakayım müthiş görüntüler ruhumu yıkıyor. Manzara harika! Böyle görüntülerle karşılaşınca insanın içi kıpır kıpır neşe doluyor. İşte sabahki tırmanışa moralli başlamamın nedenlerinden biri de buydu. Fakat şu anda günün ilerleyen saatleri ve güneşin yakışı sabahki o kardan eser bırakmadı. Bir de üstüne üstlük dünkü tatsız havanın devamı, aşağı vadiden sinsice yükselmekte… Dünün tekrarını yaşayabiliriz gibime geliyor. Sabah kalktığımda da karlı bir rotada geri dönüşe geçebilirim.
Nereden çıktı bu geriye dönüş hikâyesi de şimdi? Yukarıda sözünü ettiğim keyifli anlardan sonra odama girip üstümü değiştim. Yanımdan hiç eksik etmediğim makinemi de alarak çevrede biraz görüntü avına çıktım. Kısa bir süre sonra anlayamadığım bir şekilde bir hüzün çökmeye başladı üstüme. Pansiyona geri dönmeye karar verdim. Yaklaştıkça bir de yorgunluk çökmeye başladı üstüme. Anlaşılır gibi değil! Pansiyonun altındaki internet kafenin önündeki taş sete yığılıverdim. Güneşin de etkisiyle hemen mayıştım. Bir süre sonra, “Artık geri dön!” diyen bir ses gelmeye başladı bir yerlerden! Şaşılası bir durum! Her açıdan bu kadar formda ol ama devam etmek isteme… İnanılır gibi değil!
Farkında olmadan dağdaki çığ faciası mı etkiledi acaba? Soğuklar ve öğleden sonra kapanan hava ve akşam kopan fırtınalar mı etkiledi? Yok, yok! Sanırım esas neden özlem… Aşkımın eksikliğine dayanamıyor olmam… Evet, evet! Neden kesin bu! Bir daha onsuz bir haftadan fazla hiçbir yere gitmeyeceğim : (
Şu anda programımı terk ettiğim için ne üzgünüm ne de sevinçli… Ama bir boşluk duygusu var tabii… Neyse böyle olması gerekiyormuş, böyle olacak.
Umarım aşağı indiğimde uçak biletimin tarihini öne alabilirim.
Bu kararı verdikten sonra Rinji ile görüştüm, durumu anlattım. Çok şaşırdı! Zira onun için ortada ekspedisyonu terk etmem için bariz bir neden yok. Furwa ile irtibata geçmemi sağlamasını istedim. Burada ne internet ne de telefon çalışmıyor doğru dürüst. Sanırım önümüzdeki 2-3 gün içinde bu görüşmeyi yapabileceğim. Biz bu konuyu görüşürken pansiyon sahibi de yanımızdaydı. Rinji’ye Everest, Lhotse ve Nuptse ekspedisyonlarının bu sene için iptal edildiğini söylemiş. Buradan açılan sohbette kayıpların son halini sordum. İlk gelen rakamlar dediğim gibi hep biraz abartılı olur, işte son rakamlar şöyle: 13 ölü, 4 kayıp ve 4 yaralı. Dağlarda şu inanış yaygındır: Bir felâket sonrası artık dağlarda kötü ruhlar hâkimdir ve artık sezon kapanmalıdır. Bu inanış biz Batılıları bile etkiler. Dağ insanı olan şerpalar kesin buna inanır. Dün Nepal hükümeti bakanlarından biri Everest Ana Kamp’a giderek bölgedeki tırmanışların bu sene için artık tatil edildiğini ilân etmiş. Açıkçası sevindim. Ben bile o bölgede tırmanış yapmayacağım halde biraz tedirgindim. Felâket sonrası ısrarın âlemi yok.
Bu konuşma sırasında dün akşamki kayıp dağcı konusu da açıklığa kavuştu. Meğerse dağda değil Dingboche’de kaybolan bir dağcı imiş söz konusu olan. [Salonda dondum. Dışarıda, ev sahiplerimin oturduğu rüzgârdan biraz korunaklı ve güneşli bir yerde onların konuştuklarından tek kelime anlamaksızın ben de notlarıma devam ediyorum.] Bisikletle Slovakya’dan gelen bir genç… Nepal’e üç aylığına girişi 12 Şubat’ta yapmış. Bisikletini Katmandu’ya bıraktıktan sonra Annapurna Circuit’i tamamlamış ve bu rotaya gelmiş. 20 Nisan’da Dingboche’ye gelerek bir pansiyona yerleşmiş. Ertesi sabah yalnızca fotoğraf makinesini yanına alarak pansiyonu terk etmiş. O günden beri haber alınamamış. Aramalar hem karadan hem de havadan devam ediyor. Ama bugün kayboluşunun 5. günü olması nedeni ile bulma umudu gittikçe tükeniyor. Rehbersiz, taşıyıcısız veya arkadaşsız dağlarda hele bu dağlarda bir etkinliğe soyunmak pek akla yatkın değil. Gerçi bizim Derya da böylesi bir etkinliği gerçekleştirmişti ama ben yine de doğru bulmuyorum.
Aaaa… O ses ne? Haaa! Uyku tulumum beni çağırıyormuş : ) Uykum yok değil var ama beni esas çağıran onun sıcacık kucağı… Saat 14.25… Artık akşam 18.30’da yiyeceğim yemeğe kadar kucaktayım. Şimdiden soyunup uyku tulumuna girme aşaması bir kâbus gibi görünüyor ama soğuğa da daha fazla dayanamayacağım. Ha gayret! Defteri ka-pa-tı-yoooor veeeee kal-kı-yoooo-rum!
26.04.2014
Soğuk ne kaka şeysin sen!
Sabah uyandığımda bir an önce aşkıma, canım oğluma ve sevgili Fındık’ıma kavuşma arzusu beni bu ekspedisyondan caydırmasına rağmen; bir türlü uyku tulumundan çıkamadım. Tam 1 saat mücadele ettim. Sanırım her ne kadar özlem bu kararı vermeme neden olduysa da işi yarı yolda bırakmak da bir o kadar olumsuz etkiledi beni. Mantığım yola rahatlıkla devam edebileceğimi ve güçlü olduğumu söylerken, özlem yüreğimi ters istikamete yönlendirmekte. Böylesi bir ikircim içinde kalınca da moral düşüyor, yatağa gömülüyorsun. Sonunda bir gayret fırladım. Rutin sabah işlerimi yaptıktan sonra yola koyuldum.
Bir an önce vatanıma dönme isteği içimi kavursa da ayaklarım bir türlü yürümüyor sanki geri geri gidiyor. Melankoli son haddinde… Yürüyüşe devam edebilmek için sürekli telkinde bulunmak zorunda kalıyorum. Yine de Pangboche’ye 2 saat 15 dakikada ulaştım. 15 dakika klasik zencefil, limon ve ballı içeceğimi yudumlamak için mola verdim. Sanki biraz moralim düzelir gibi oldu.
10.30’da günün son etabını yürümeye başladım. Biraz daha rahatım. Rota her zaman olduğu gibi yine kalabalık... Bunun sonucu olarak da selamlaşmalar arttı tabii. Tengboche göründükten sonra arkadan gelmekte Rinji’yi bekledim. Yukarı çıkarken başımıza gelen, esas kalmamız gereken otelde yer bulamamak gibi tatsız bir espriyle karşılaşmamak için onu önden yollayıp odayı ayarlamasını istedim. Bana kendime dikkat etmemi söyleyerek ayrıldı. Ben de bir yürüyüşçüyü en çok yoracak bir şekilde [Dur, fotoğraf çek, yürü… Dur, fotoğraf çek, yürü…] peşinden ilerledim. Fakat 2 saat 15 dakika süren yürüyüşümün son 45 dakikasını neredeyse sürünerek tamamladım. Ama yine de fotoğraf çekmekten geri durmadım. Yorulunca insan her şeyle kavga ediyor. Yolla, etkinlikle, insanların en ufak bir yanlışlıklarıyla ama en çok da kendisiyle. İyi ki de bu kavgaları içsel olarak yapıyorum yoksa sonunda dayak yemek de var ; ) Bu kavgalı psikoloji sonunda da mutsuz oluyorsun tabii. Fakat bu konuda da kendime telkinlerde bulunup teşvik ederek yola devam etme gücümü tümüyle kaybetmedim. Sonunda umduğumdan da önce Tengboche’ye ulaştım.
Köyün girişinde baktım Rinji oturmuş beni bekliyor. Hemen oteli sordum. Neyse ki odayı ayarlayabilmiş. Aldı beni otele götürdü. Bu otel yeni ve birçok yerleşim yeri gibi manastıra ait… Yukarı çıkarken kaldığım pansiyondan kesinlikle çok daha iyi. Hele odam, çok güzel bir manzarası var. Odama çıktık ama taşıyıcı çocuk her zamanki gibi gecikince benim yatıp dinlenme planım suya düştü. Üstüne üstlük yine terli giysilere mahkûm olarak salonda beklemek zorunda kaldım. Bir bakıma da iyi oldu ama… Salonda içeceğimi yudumlarken çevremi gözlemledim. Bir süre sonra yakınımda oturan iki gençle sohbete giriştim. Birisi El Salvadorlu Julio, diğeri Amerikalı Josh. Onlar ters yöne gidiyorlar, tırmanıştalar ve zamanları kısıtlı olduğu için hızlı hareket ediyorlar. Dilerim sorunsuz hedeflerine ulaşırlar.
Aaaaa… En önemli şeyi atlıyorum! Canımın içini aradım : ) Sesini duyduğum anda bir an moralim düzelir gibi oldu ama sonunda yine duygulanıp ağladım. Kızcağızı da üzdüm! ; ( Ne tatlı bir aşkım var yaaa! Çoooook şanslıyım… Seni inanamayacağın kadar çok seviyorum biricik aşkım! Sensiz topal ve körden beter olurdum herhalde… Rüştüüüüü… Konuyu değiştir, etrafta çok fazla insan var! Neredeyse hüngürdemeye başlayacaksın.
Gençler yollarına devam etmek üzere hareket ettiklerinde pencereden dışarıya baktığımda sanki benim taşıyıcıyı gördüm. Ben de gençlerin ardından dışarı çıktım. A-aaa… Azıcık dinlenmek nasıl da işe yaramış, tabii irtifa kaybı da insanın kendisini daha çabuk toplamasına ve güçlenmesine katkıda bulunuyor. Bizim taşıyıcı çocuk zannettiğim çocuğa yaklaştığımda başka birisi olduğunu gördüm. Olsun, dışarı çıkmam da iyi oldu. Biraz hava alırım. Tam bu sırada bir tantana, ortalık toz duman oldu. 100 metre ilerime bir helikopter indi. O anda çevredekileri görecektin. Hepimiz çok komik bir şekilde tozdan dumandan kaçıştık. Sanki çığdan kaçar gibiydik. Toz duman yatışınca manastır girişinde birkaç fotoğraf çektim. Etrafı gezmek için tam hareket edecekken baktım bizim taşıyıcı oğlan aşağıdan göründü. Eh, bari onu bekleyim de eşyaları birlikte odaya götürelim. Odada gerekli eşyaları çıkarıp düzenledikten sonra fotoğraf safarime devam etmek için tekrar dışarı çıktım.
Hava çok kapalı. Böylesi kapalı havalarda Tengboche’de fotoğraf için tek hedef kalıyor geriye: Tengboche Manastırı. Çevresini tavaf ettikten sonra içeri girmek istedim ama kapı duvar. Kapıda bekleyen 3 kişi var, onlara sordum. Ayin başlamadan önce açacaklarmış. Ona da 20 dakika kalmış. Eh, pek fazla değil. Merdivenlere oturup beklemeye başladım. Yavaş yavaş, teker teker grup halinde insanlar gelip birikmeye başladılar. Bu arada 30-40 kişi birikti. Neyse, zamanı gelince açtılar. Hemen daldım. Amacım oturup uzun uzun ayini izlemek değil, birkaç fotoğraf çekip birkaç da Rupi bağış yapıp çıkmak. İlk giren birkaç kişiden olduğum için hemen 1-2 kaçamak yapıp fotoğraf çekmeye çalıştım ama genç bir rahip hemen tepeme ekşidi. Yok fotoğraf çekemezmişim! 1-2 tane çektim kargaşada ama rahip neredeyse kolumdan tutup atacak beni. Dert anlatamadım. Hâlbuki bir önceki gelişimde, hem ayin yokken bir rahip özel olarak bana kapıyı açmış ben fotoğraf çektikten sonra bağış yapıp çıkmıştım hem de ayin sırasında flaş kullanmadan (zaten flaş kullanmayı hiç sevmem) bir sürü fotoğraf çekmiştim. Neyse, baktım olmayacak yine bağışımı yapıp botlarımı giyerek çıktım. Daha önce bu ayini izlemiştim zaten. Ayrıca bana da pek bir şey ifade etmiyor. Sonrasında baktığımda çektiklerimden sadece bir tanesi (o da pek net olmayan) albümde yer alabildi.
Dışarıda bir 5-10 dakika daha geçirdikten sonra otelin ortak alanı salona geldim. Sanırım bugün artık yazacaklarım bu kadar. Gün içinde uzun bir süre içimden hiç yazmak gelmediği düşünülürse bugünkü notlarım hiç de az sayılmaz.
27 Nisan 2014 - 13.20 Büyüklerimizin söylediği ve çok kullanılan bir söz vardır: “Her işte bir hayır vardır…” diye. Gerçekten öyle… Performansımın çok iyi olduğu, bir anda aşırı özlem sancıları sonucu geriye dönme kararımda da böylesi bir hayır varmış.
Dingboche’den Tengboche’ye gelirken son 45 dakikada bayağı zorlanmıştım. Bugün yola çıkarken zorlu bölümün ilk saatlerde olması beni rahatlatmıştı. Gel gör ki yürüyüşe başlar başlamaz beni karşılayan çok sert bir iniş 1 saat sürdü. Neyse çok uzun olmayan bir çıkış var sonra rahatlarım diye düşünürken bu tırmanışın ilk yarım saati çok sert ve ardından gelen 1 saatlik yarı sertlikteki tırmanış beni bitirdi. Ardından gelen uzunca bir süre devam eden hafif inişli çıkışlı etap bile fayda etmedi ve otele neredeyse sürünerek geldim.
Şu andaki durumuma bakıyorum; Everest çığ faciası ve Dingboche’de kaybolan Slovakyalı çocuk aklıma geliyor ve tam Namche’ye yaklaşırken karşıma çıkan taze kan öbeğini düşünüyorum ve bu sene bir aksilik var demek geliyor içimden. Aslında batıl inanışlarım yoktur ama bazı şeylerin de üst üste gelmesi çok ilginç!
Hadi, ekspedisyonu terk etmemin olumsuz ruh halini azaltacak ve kendimi avutacak biraz daha bir şeyler yazayım ; ) Hava da pek iyi değil zaten! ; ) Ama gerçekten de şu anda hava berbat… Hava bu kadar iç karartıcı olmasa biraz dinlenip Phakding, olmasa da köprüden hemen sonra gelen köye kadar rahatlıkla gidebilirim. Akıllıca mı? Tabii ki değil. Zaten son saatlerde bitkin oluyorum, bunu daha ileri götürmek sorun yaratma olasılığını arttırmaktan başka bir sonucu olmaz. Acelem de yok üstelik. Tamam, bir an önce aşağı inip uçak işimi halletmek istiyorum ama… Ama aceleyle ecelin bir bağlantısı mı vardı ne?
Island Peak’in zirvesinde Atatürklü bayrağımı ve Zirve Dağcılık flâmasını açamadım ama hiç açmamış olmaktan iyidir diyerek Namche’de otelin önünde açtım. Rinji’den de rica ettim birkaç fotoğrafımı çekti. Ne yapalım? Benim zirvelerim de 6000’lik, 7000’lik ve 8000’likler olmayıversin. 61 yaşında 5416 metreye çıkabilmiş kaç insan var? Hele Türkiye’de… Aferin bana… [Şu anda 63 yaşındayım ama 5416 metreyi 61 yaşında gerçekleştirmiştim]
Bu ekspedisyonda sanırım iyice anladım ki soğuk benim en sevmediğim nesnelerden biri. Eeee, ama soğuksuz da dağ olmuyor. Birinden birine katlanacaksın; ya soğuğa ya da zirvelerden uzak kalmaya. Artık iyice anladım ki ben dağların kucağında, zirvelerinde olma hayaline aşığım. Zira gücüm ancak bu kadarına yetiyor demek ki! Gerekli gücü edinmenin bir yolu yok mu? Elbette var, hem de bu yaşta… Ama demek ki ben yeterince istemiyorum. [Bunları o andaki ruh halimle yazdığım için esas düşüncelerimle çelişiyor. Ben zirveleri istiyorum ve bunu yapabilecek gücüm var. Fakat yöntemlerim bugüne kadar yanlış oldu. Kendi yaşımda bana uyacak bir dağdaşımın olmaması ve benim yapmak istediklerimi yapabilecek genç yoldaşlara da benim ayak uyduramayacağım düşüncesi ile hep bu etkinlikleri yalnız başıma yaptım. Benim açımdan en önemli sorun bu! Bu konuyu çözebildiğim takdirde 8000’lik bile yapmam işten değil. Buna sonuna kadar inanıyorum. Soğuğu sevmiyorum, şu bu, tamamen palavra. Tabii sevmiyorum soğuğu ama zirvelere olan aşkım soğuğa karşı olan itici duygumdan çok daha güçlü. Öffff… Bir açmazın içindeyim… Yoldaş eksikliği en önemlisi ama maddi sorunlar da aşılması gereken önemli konulardan biri… Öyle, hadi ben gidiyorum demekle olmuyor bu işler… Bilen bilir… Neyse olacak bu iş… Sonuna kadar inanıyorum. Yapabilirim ve YA-PA-CA-ĞIM!]
28-29 Nisan 2014 - 11.30
Dün çok içimden gelmediği için defteri açmadım. Belki de eve biraz daha yaklaşmış olmamın heyecanı ile yazamadım.
28 Nisan sabahı Namche’den 07.15’te yola çıktım. İnanılmaz derecede keyifliydim. Hava da çok güzeldi. Rinji’nin dediğine göre Pangboche’ye 5 saatlik bir yolum var. Eh, önümde koskoca bir gün var. Hiiiiç acele etme Rüştü. Eğlene eğlene, fotoğraf çeke çeke günün keyfini çıkart.
Namche’den ayrıldıktan kısa bir süre sonra Everest Seyir Terası’na ulaştım. Burada da Atam, bayrağım ve Zirvem ile fotoğraflar çektirdim. Sağda Lhotse Shar, solda Everest. Bu konuda biraz kafam karıştı zira Lhotse dediği Everest’e daha çok benziyordu, ama Rinji öyle olduğunu söyledi. Eh, çocuk işini biliyor tabii ki onun dediği doğrudur. Ayrıca değişik açılardan dağların zirveleri çok farklı görünebiliyorlar.
Sonrasında ağır aksak yoluma devam edip yeni yapılan üst köprüden geçerek Namche-Phakding arasındaki beş köprünün ilkinden geçmiş oldum. Yol genelde sakindi. Fakat işin ilginç tarafı daha önce üç kez geçtiğim yolları kesinlikle tanıyamadım ve emin olmak için ikide bir karşılaştığım insanlara Phakding yolunda olup olmadığımı sordum. Rinji buluştuğumuz anlardan birinde istersem bugün Lukla’ya devam edebileceğimizi söyledi. Boşver, dedim. Eğer Katmandu’ya döndüğümde uçuş tarihini öne alamazsam aşağılarda 1 gün daha fazla kalmaktansa dağda olmak daha iyi düşüncesiyle buna karar verdim.
Phakding’e geldiğimizde her zaman olduğu gibi bizim ekâbir taşıyıcı yine ortalarda yok. Bu durumda, havanın çok güzel olması ve kendimi de iyi hissettiğim ve de otele de giriş yapmadığımız için Rinji’ye bir çorba içimlik süre dinleneyim ondan sonra yola devam edelim dedim. Üstelik de saat daha 12.30, akşam olmaz. Tamam, dedi. Çıkarken kaldığımız otel nedense biraz nazlı davranınca çorba içmek için başka bir yere bakalım dedim. Yol kenarında sevimli bir lokantada benim artık klasik vazgeçilmezim olan ra-ra şehriye çorbasını içtikten sonra yola koyuldum. Genelde bu yola koyulmalarda, önceleri Furwa’yı şimdi de Rinji’yi mola verdiğimiz yerde keyif yapmaya bırakıp ben kendi başıma devam ediyordum. Onlar nasılsa arkadan yetişip beni de geçiyorlardı. Ancak bu sefer günü ve yürüyüş süresini uzattığımdan ve bunun sonucu oyalanmak daha çok yoracağı için fazla oyalanmadan yola devam etmeye karar verdim. Taşıyıcının yeni kararımızdan haberi olmadığı için onu bekleyip Lukla’ya devam edeceğimizi söyleyecek. Ben yine keyifli keyifli yürürken baktım Lukla tarafı kararmaya başladı. Eyvaaaah, işte bu keyif kaçırıcı bir durum. Benim yağmurluk da Furwa’da kaldı. İndirirse sırılsıklam olacağım demektir. Çok dert değil ama ben yine de vitesi hemen yükselttim. Çıkışların haricinde tempomu iyice artırdım. Ama huylu huyundan geçer mi? Ara ara durup yine fotoğraf çekiyorum : )
Lukla’ya ulaşmadan önceki son 40 dakika artık teklemeye başladım. Böyle olunca da bir an önce hedefin görünmesini istiyor insan. Ha şu virajın arkası, ha şu ilerideki burnun ötesi derken telefon çaldı. Furwa’ya ilk fırsatta beni araması içim ileti göndermiştim, dedim tamam o telefonun çektiği bir noktaya ulaştı ve iletimi alınca da arıyor diye düşünerek hemen açtım telefonu. Rinji’ymiş. Yolda olduğunu, benim yerimi merak ettiğini ve yetişeceğini söyledi. Bu arada Furwa’nın da aradığını söyledi. Hemen zirve yapabilmişler mi, sağlıkları iyi mi, neredeler gibi sorular sordum. Ama adam hiçbirini sormamış ve o konuları konuşmamışlar. Eee… Ne konuştunuz? Anladığım kadarı ile benden nasıl kurtulacağını sormuş. Kurtulmak derken, parasının derdinde… Bu kaygıyla sadece o konuları konuşmuşlar. Tamam, haklı ama bu da benim sorunum değil. Furwa ile arasındaki bir konu. Yine de ben merak etme sen paranın tamamını alırsın. Furwa seninle anlaştığı gibi ödemesini yapar diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. Bana neyse!
Artık son metreler bir türlü bitmek bilmiyor. Sonunda, kasabanın girişinde Nepal’in onur duyduğu insanlardan biri olan Pasang Lhamu’nun büstünün yer aldığı takı görünce acayip mutlu oldum. Saate baktım 15.20. Namche Bazaar’dan Lukla’ya hemen hemen 8 (sekiz) saatte ulaşmıştım.
[Pasang Lhamu Sherpa (Nepalce: पासाङ ल्हामु शेर्पा - 10 Aralık 1961 - 22 Nisan 1993) Everest’in zirvesine tırmanan ilk Nepalli kadın dağcı. Diğer dağların yanı sıra Mont Blanc, Cho Oyu, Yalapic Dağı ve Pisang Himal’de zirveleri var. 22 Nisan 1993’teki başarılı tırmanışından önce Everest’te üç denemesi daha olmuş. 22 Nisan 1993 sabahı hava çok güzeldi ve Pasang diğer beş şerpayla; Sonam Tshering Sherpa, Lhakpa Noru Sherpa, Pemba Dorje Sherpa and Dawa Tashi Sherpa, 8.848 metredeki zirveye ulaşana kadar hava böyle devam etti. Ancak inişte daha önce beş kez Everest’te zirve yapmış olan Sonam Tshering Sherpa ciddi bir şekilde rahatsızlandı. Pasang Lhamu’nun tüm gayretlerine rağmen Sonam kurtarılamadı. Yola devam eden ekip kısa bir süre sonra dağlarda her zaman karşılaşılabilecek durumla karşılaştı; hava birden patladı. Pasang’ta yaşamını güney zirvesinde kaybetti. Daha önce hiçbir Nepalli kadının başaramadığı işleri başarmış olan bir insan olarak Pasang Lhamu hem ülkesinde hem de dünya dağcıları arasında değişik şekillerde onurlandırıldı. Nepal kralı tarafından “Nepal Tara” (Nepal Yıldızı) madalyası ile ödüllendirildi.]
Şimdi sıra yarın sabah için uçak bileti alabilecek bir havayolu ofisi bulmakta… İlk rastladığım Nepal Havayolları ofisine soktum Rinji’yi. Ama sonuç olumsuz. Bir sonra karşımıza çıkan ofis Tara Havayolları… Ondan aldığımız yanıt da aynı. Yavaş yavaş paniklemeye başladım. Yorgun ama keyifli keyifli girdiğim Lukla’da yüzüm düşmeye başladı. Biraz ileride Sita Havayolları’nın ofisini gördüm. Bu sefer Rinji’den önce davranıp önce ben girdim içeri. Silahlarımı [batonlarım ; )] doğrultup derhal arkadaşım ve kendim için yarın sabah kalkacak ilk uçakta iki yer vermelerini istedim. Oradakileri gülümsetmiştim hiç olmazsa. Belki şansımı artırmıştım bu şekilde! Sorumlu oğlan, başrol oyuncusu ağır erkek, önündeki kâğıtları kurcalayıp yarım saat sonra tekrar gelmemizi istedi. Yarım saatte ne olacaksa! Mecburen çıktık otele doğru yola koyulduk. Rinji, otel sahibinin ilişkileri sonucu uçak işini halledebileceğini söyledi. İnanmaktan, güvenmekten başka çare yok.
Otele vardık. Rinji ile patron konuşup duruyorlar, odadan da söz eden yok. Ben tez canlıyım ya! Bir an önce odaya yerleşip tekrar Sita ofisine gitmek istiyorum. “Hadi şu odaya bir yerleşelim, sonra sohbet ederiz”, dedim. Sanki beni yeni görüyorlarmış gibi bana baktılar. Ama uyanmaları geç olmadı. Patron eline bir anahtar aldı ve bizi yolun karşısına doğru götürmeye başladı. “Hayrola? Bu otelde yer yok mu?” Orada yokmuş. Yolun karşısındaki de onlarınmış, beni oraya götürdüler. Eşyaları odaya bıraktıktan sonra ben durur muyum, hemen, “Hadi” dedim “hemen bilet almaya”… Adamlar acele harekete alışmamış ki! Şaşkın şaşkın otelden çıktık.
Tekrar Sita’nın bürosuna gittik. Ağır erkek önünde kâğıtlar kulağında telefon, ağııııııır ağır sohbet ediyor. Sen de bu arada fıtık olmuş bir şekilde bekliyorsun. Dillerini de anlamayınca, bir de telâşe müdürü isen insan bunalıyor. “Kapat ülen şu telefonu!” diyesi geliyor. Sonunda lütfetti kapattı telefonu. Onla bunla öbürü ile konuşuyor, önündeki kâğıtları kurcalıyor bize bir türlü sıra gelmiyor. Bu anlattıklarımı duyunca herhalde kocaman bir ofisteyiz diye düşünüyorsun değil mi? Ufak bir kasabada, topu topu 6 (altı!) metrekarelik bir ofis. Neyse… Nihayet ancak üçüncü uçuşta yer verebileceğini söyledi. “Kaçta?” “09.30’da” “Tamam, kes biletleri. Aldık!” dedim. Şöyle bir düşündüm daha sabahın erken saatleri dolayısıyla kesin hava bozmadan biz uçmuş oluruz dedim kendi kendime. Benim için 127 Euro Rinji için de 35 Euro, yani toplamda 162 Euro istedi. Üstün pazarlık gücümle bu rakamı 160’a indirip biletleri kestirdikten sonra biraz olsun rahatlamış olarak otele döndük.
Otelde servis iyi ama çalışanlar ortadan kaybolup servis patroniçeye kalınca iş yatıyor. Tam bir Hanım Ağa! Otelin oda sayısı bayağı fazla ama lokanta kısmı ufacık ve yoldan bir üst katta. İki camın birleştiği kral (!) locasına çöktüm. Bir şeyler içip akşam yemeğimi erkenden sipariş ettim. Düşüncem, erkenden yiyip yatmak ki bir an önce sabah olsun.
Yemeğimi yiyip çekildim odama. Uyku tulumumu çıkarmaya üşendiğim için odadaki iki battaniyeyi kullanmaya karar verdim. İyi de oldu. Üşümedim…
O kadar erken yatınca kaçınılmaz olarak sabahın 05.00’inde güne merhaba demek zorunda kaldım. Ama yataktan çıkmanın bir anlamı olmayacağı için ara ara battaniyelerin altına saklanarak ısınıp arada okuyarak o ara okumakta olduğum kitabımı bitirdim. 06.00-06.30 gibi kalktım, hazırlanmaya başladım. 08.30’da havaalanında olmamız gerekiyor. Otelden 10 dakikalık yolda… 07.30’da kahvaltıya indim. Çabucak getirdiler, bitti. Ne yapalım? Hadi gidelim! 8.00’e doğru havaalanına yaklaştığımızda ben pistin ucunda bekleyip iniş yapan uçakları filme alacağımı söyledim. Bunun üzerine Rinji’de check-in yapmak için gitti. İlk gelen uçağı filme aldıktan sonra ben de arkasından gittim. Ama henüz check-in başlamamış. Bizim çantaları birçok çantanın arasına bırakmış Rinji ortalıkta dolanıyor.
Bir süre sonra 08.30’da kalkacak Sita uçağı geldi. Baktım bizim ağır erkek pistte onunla ilgileniyor. Onu yola çıkardıktan sonra check-in masasına geldi. Acayip ağır yaaa! Ses çıkarmanın bir faydası olmayacağı için sakin sakin beklemeye çalışıyorum. Neyse fazla da kızmayayım oğlana, herkesin eşyasından önce bizim çantaları aldı ; ) Fakat bu sefer de 10 kilo fazla bagaj için 1000 Rupi alınca lâf etmeye başladım. Ne anlamı ve gereği varsa! Kural bu! Vereceksin kardeşim! Ne demeye itiraz ediyorsun? İşte bazen böyle anlamsız davranıyor insan!
Anlamsızlığa çantaların piste indirilmesine kadar devam ettim. Ben kızdım diye çantaları bir sonraki uçağa vermek gibi bir muziplik yapar mı yapmaz mı kaygısıyla aşağı piste indirilen çantaları takibe aldım. 20-25 dakika sonra üç çantamızın da piste indirildiğini gördükten sonra rahatlayıp güvenlikten geçtim ve başladım bizim uçağın gelişini beklemeye. İkide bir Tara Havayolları’nın uçakları inip kalkıyor, bizimkinden eser yok. 09.30’da kalkacağız ama saat geldi daha uçak yok. 10.00, yok… 10.15, yok… Artık iyice işkillenmeye başladım. Lukla’da mahsur kalma olaylarını çok duyduğum için piyango bir kez de bize mi vuracak diye heyecanlanmaya başladım. Düşünceyi kovmaya çalışıyorum ama ilerden de bulutların yaklaşmaya başlaması pek hayra alamet değil... Durum pek hoş görünmüyor… Aklıma gelmesini engellemeye çalıştığım kaygı bizim ağır erkeğin 10.35’te salona gelip tüm uçuşların yarına kadar iptal edildiğini söylemesiyle birden gerçek durumuna dönüştü. Kahır, belâ! Burada bu o kadar olağan ki demek, hiç umursamıyorlar. Benim gibi kaygılı telâşe birine doğru dürüst bir açıklama yapma gereği bile duymuyorlar. İptal! Bitti!
Artık hiç umut kalmadığına ikna olduktan sonra güvenlikten çıkıp çantalarımızı almaya gittik. Rinji de biraz ağır, aslında tüm Nepalliler gibi… Eskiden olsa iyi sinirlenirdim. Şimdilerde biraz daha alıştım. Duygularımı gizlemeye çalışıyorum. Çantaları taşıma, otel bulma konularında hemen harekete geçmesi gerekirken benden bir şeyler bekliyor. İki çantayı bana yüklemeye çalışınca artık taşıyıcı bulması konusunda uyardım. Orada dikiliyor! Yahu, git şu otele, bu otele sorsana diye itelemek zorunda kaldım. Havaalanı çevresindeki otellerde yer bulamadı. Tekrar çarşı tarafına yöneldik. Orada güzel bir otelde yer bulduk. Daha odamı görmedim.
Uçak biletini yenilemek üzere saat 15.00’te büroya gelmemizi söyledi Sita bürosundakiler. Göründüğü kadarı ile yarın bile uçabileceğimiz şüpheli. Öğleden sonra saat gelince büroya Rinji’yi yalnız mı yollasam yoksa ben de onunla beraber mi gitsem? Sanki ben orada olursam uçma olasılığımız daha fazla gibi geliyor. Neye dayanarak böyle düşünüyorsam? Burada günlerce kalmak dert değil, zira öyle kalanlar bugüne kadar çok olmuş, nasıl olsa ülkeme gideceğim tarihe daha çok var ama ben burada sıkıntıdan patlarım yahu. Hem de üstüne üstlük kilo bile alırım. Şurada 300-500 gram vermişken onları yeniden yüklenmek hiç de hoş olmaz. Şimdi bunları yazarken aklıma geldi; aslında öyle durumlarda günübirlik trekking yapılarak zaman geçirmek en akıllıcası sanırım.
Neyse, karnım acıktı… Patates kızartması (bu ana yemek olarak sayılıyor!) söyledim. Yiyip de gidip odamı bir göreyim.
Gözlemlerimi, düşüncelerimi içinde bulunduğum ruh hali nedeniyle kaleme almak ne kadar zor. Şu anda zihnim sadece Katmandu’ya dönmeye odaklanmış durumda…
30.04.2014 - 01.05.2014 - 16.10
Lukla’da akşamı zor ettim. Yetmez gibi bir de bir türlü sabah olmadı. Takmayayım diyorum ama yine de takılıyor kafama. Aynı otele yerleştiğimiz benimle aynı uçakta olan bir Hindistanlı ile sohbetimiz sırasında geçen yıl arkadaşlarının Lukla’da tam 6 (altı) gün mahsur kaldıklarını söyledi. Gel de takma kafana! Gerçi normal uçuş tarihime daha çok zaman var ama ben o kadar kalmak istemiyorum. Neden yarı yoldan geri döndüm ki o zaman?
Neyse, 15.30’da yağmur yağıyor olmasına rağmen, yağmurluğum yok ya, Sita bürosuna gitmeye karar verdik. Rinji yağmurluğunu bana verdi. İyi çocuk ya! Kendisi yağmurluksuz çıktı dışarı. Büroda yine ağır erkekin ağır hareketleri sonunda bu sefer bir önceki gibi üçüncü değil, ikinci uçuşta yerimizi aldık. Bu da geri dönebilme olasılığımızı daha artırıyor. Ne kadar erken, o kadar uçuş kesin.
Sita görevlisi 07.15’te havaalanında olmamızı söylemiş olmasına rağmen ben 05.00’te kalkıp hazırlanmaya başladım. Kahvaltıda azıcık bir şeyler atıştırıp zamanın geçmesini beklemeye başladım. Böyle zamanlarda da bir türlü geçmek bilmez ki zaman! 06.30’u zor ettim, 5-6 dakikalık bir yürüyüş mesafesi olmasına rağmen “Haydi Rinji gidiyoruz!” dedim ve iki ağır çantayı Rinji, iki hafif çantayı da ben yüklendim ve koyulduk yola. Tabii erkenden oradaydık. Bir saate yakın check-in bankosuna birisinin gelmesini bekledik. Bu arada, daha sonradan sigortacı olduğunu öğrendiğim bir İngiliz çocukla sohbete daldık. Böyle durumlarda yeni birileriyle sohbet iyi geliyor. Sonunda bizim ağır erkek geldi ve ben tüm sevimliliğimle “Günaydın”ı çaktım : ) Uğur yapıyorum! Ne olur ne olmaz, tatsızlık olursa yine uçamayız bakarsın! ; ) Check-in işlemimizi yaptırıp geçtik güvenlikten ve başladık beklemeye. Kimseye çaktırmıyorum ama içimde bayağı bir heyecan var; ya dünkü durumu bir daha yaşarsak kaygısı… Bu duyguyu kendime bile çaktırmamaya gayret ediyorum. İyi ki bu İngiliz çocukla ahbaplık ediyoruz, zamanın geçmesine ve kaygımı unutmaya çok yardımcı oluyor. Fakat bu arada Tara Havayolları’nın uçaklarından biri inip biri kalktıkça ben fıtık oluyorum. Üstelik uçuş saati, yani 08.30 olduğu halde bizimkinden yine eser yok. Gel de kaygılanma! Saat 09.00… Bir uçak sesi gelmeye başladı. Tamam bu kesin bizimkidir artık! Hadi, hadi, ha-diiiii! Yaklaşıyor… E-veeeet bizimki! Ama o kadar sevinme… Dur bakalım… İndi de kalkabilecek mi? Bu sefer ofisteki kız: “Buyrun, uçağa!” Sevinç zirvede! Hemen en önden fırlıyor ve uçağa binip en ön sıraya, pilotların arkasına oturuyorum. Oh, beee! Şimdi sırada kalkıp kalkmama var!
Uçak hareket edene kadar tam anlamıyla rahat bir nefes alabilmiş değilim. Karı kapandı. Pilotları izliyorum. Bir şeyler konuşuyor, aletlerle oynuyorlar ama ben bir şey anlamıyorum ki! Ya-şa-sıııın! Kalkıyoruz… E-veeet işte havadayız… Rahat bir soluk alıp dışarıyı seyre başlıyorum. Hava puslu olduğundan güzelim dağların bize veda edişlerini pek iyi görüntüleyemiyorum. Zaten camlar da inanılmaz derecede kirli. Bir an önce Katmandu’ya ulaşmak istiyorum ya, sanki uçak çok yavaş gidiyor gibi geliyor. Bir de o kadar zaman sonra alçalacağımız yerde sanki yükseliyoruz! Uçağın önündeki panolardaki göstergelerin çoğu çalışmıyor. Ama kesin çalışıyor olmasını düşündüğüm bir göstergeyi arıyorum sürekli. Sonunda buluyorum; altimetre - 11.500 metre yükseklikteyiz. Epey zaman geçtiği halde bu yükseklikte uçmaya devam ediyoruz. İnsanın aklına olur olmaz bir sürü şey üşüşüyor. Bir süre sonra dikkat ediyorum öbür tarafa geçmiş olan güneş tekrar benim tarafımda… O zaman anlıyorum ki Katmandu semalarındayız ama trafik yoğunluğundan iniş iznini bekliyoruz. Neyse demek ki geldik ve bir süre sonra ineceğiz. Nitekim biraz sonra yavaş yavaş irtifa kaybetmeye başlıyoruz ve işte tekerler yere değdi! Öf beee! Sonunda Katmandu’dayız : ) Bir gün mahsur kalınca böyle oldum ya bir de o Hindistanlının arkadaşları gibi 5-6 gün mahsur kalsaydım? Yanardım, yanar ; )
Rinji bir taksi ayarlıyor ve hemen Sakhti Otel’e gidiyoruz. Görevliye çantaları odaya çıkarmasını söylüyorum. Biz resepsiyondan THY bürosunun yerini öğrenmeye çalışıyoruz. Resepsiyondaki çocuk bilmiyormuş ama bizim için sağı solu arayarak kesin yerini öğrendi. Rinji bir taksi ayarladı. Binip gideceğiz ama bu sefer de resepsiyondaki çocuk Furwa’nın ofisinden birisinin benimle görüşmek istediğini söyleyerek az ötede bekleyen bir adamı gösterdi. Ben uçak biletimi bir an önce erkene almak için acele ediyorum şimdi bir de bu çıktı! Yanına gidiyorum, selâmlaşıyoruz.
“Furwa beni aradı ve sizin kendisine 500 Euro daha ödemeniz gerektiğini ve bunu da bana vermenizi söyledi” demez mi!
“Beni kendisi arasın. Bu kadar borcum olduğunu hiç sanmıyorum” diyerek taksiye yöneldim.
Furwa ile aylar öncesinden ilk programımıza göre Katmandu’da üç gece oda-kahvaltı konaklama, Katmandu şehir turu, hoş geldin yemeği, havaalanı transferleri ve etkinlik boyunca benim dağlarda konaklama ve yeme içmem dâhil 2000 Euro’ya anlaşmıştık. Buna dağ tırmanış izni ve milli parklar giriş ücretleri, rehberlik ve taşıyıcı ücretleri de dâhildi. İlk ödeme olarak Türkiye’den 1000 Euro gönderdim ve Nepal’e gelir gelmez de 500 Euro daha verdim. Kalan 500 Euro’yu da etkinlik sonunda verecektim, öyle konuşmuştuk. Programı iptal etmiş olmama rağmen bu kalan borcu ödeyecektim fakat gelişmeler, bana karşı olumsuz tavırları, zaten hak etmediği (zira onun karşılayacağı birçok masraf ortadan kalkmış durumda) bir miktarı yeniden bir durum değerlendirmesi yapmama neden oldu. Furwa tarafından yapılan yanlışlar, belki de eksiği ile şunlar:
1- Benimle anlaşma yapıp hizmetlerini bana adayacağı dönemde başka bir müşteri ile de aynı dönem için anlaşıyor. Programlarımız da farklı üstelik. [İşin komik tarafı bu diğer müşterinin de bizden olması: İngiltere’de okulu, Oxford Academy olan Mehmet arkadaş. Tunç’un da üniversiteden arkadaşı imiş] Bu iki farklı programı bir şekilde birbirine yaklaştırıp benzetmek için benim programımı, hava muhalefeti nedeni ile değiştiriyor, sonradan anladığım kadarı ile kesinlikle havada sorun yokmuş. Kendi kafasına göre oluşturduğu programı da bir türlü net olarak ortaya koymuyor ve gelişmelere göre nabız kontrolü ile hareket ediyor. Bu nedenle de iki arada bir derede kaldığı için kararsız kalıyor ve hatalar yapıyor. Yeni programı kâğıda döküp vermesini istediğimde de geçiştirmeye çalıştı ve sonrasında baştan savma hazırlanmış bir programı Katmandu yerine taaa Phakding’de verdi. Ben de referansı nedeni ile çevirdiği işleri anlamadım ve bazen de anlamamazlıktan geldim. Ama adamımla görüşmemden sonra telefonla beni aradığında bağırıp çağırmaları ve telefonu yüzüme kapatması yeniden durum değerlendirmeye itti beni.
2- Lukla’dan Katmandu’ya hem benim hem de rehberin uçak ücretleri programa göre onun tarafından ödenmesi gerekirken ödemedi. Ben ödemek zorunda kaldım: 160 Euro…
3- Nepal’deki ilk günümün akşamında anlaşmada var olan Nepal müzik ve dansları eşliğinde yiyeceğimiz hoş geldin yemeği gargaraya getiriliyor. O an umursamıyorum ama gelişmeler umursamış olmam gerektiğini gösteriyor.
4- Swayambunath, Pashupatinath ve Boudhanath’ı içeren şehir turunu yaptırmıyor. Bunu ben kendi cebimden 25 Euro vererek yapıyorum.
5- Bütün bunların üstüne ekspedisyon 15 gün önce terk edildiği için dağlarda benim için harcayacağı ortalama 2.500 Rupi harcanmayacak. Yani 2.500 x 15 = 37.500 Rupi. Bu da aşağı yukarı 285 Euro eder.
6- En azından günde 600 Rupi vereceği taşıyıcı konusu da ortadan kalkıyor. Yani etkinlik olmadığı için taşıyıcı da olmayacak... Bu da, 600 x 15 = 9.000 Rupi ediyor mu? O da 70 Euro…
7- Son olarak da havaalanına gidişim de yine kendi cebimden karşılandı.
Bazı ayrıntıları kenara bıraktık mı bütün burada sözünü ettiğim rakamları toplayınca bile 540 Euro ediyor. Bu hesaba göre bana borçlu çıktığı halde bir de hiç sıkılmadan ve de azarlayarak 500 Euro daha istiyor ki kesinlikle son anlardaki saygısızca yaklaşımı olmasaydı 500 Euro olmasa bile 300-350 Euro daha vermeyi düşünüyordum.
Biraz keyfim kaçmış olarak gittim taksiye bindim. Çok uzak değilmiş THY bürosu. Varınca hemen parayı verip büroya seğirttim. Bankoda iki kız, bir oğlan oturuyor. Sanki daha deneyimli göründüğünden, ortadaki kıza yöneliyor ve en acıklı ve sevimli [nasıl oluyorsa! : )] halimi takınarak, “Şiddetle yardımınıza gereksinimim var. 17 Mayıs tarihindeki uçuşumu 5 veya 6 Mayıs tarihine alabilir miyiz? Lüüüüt-feeeeen!” diyorum…
Küçük hanım hiç de oralı olmadan zoraki bir gülümsemeyle biletimi istiyor. Zaten elimde tuttuğum biletimi hemen uzatıyorum. Ben ne kadar bir an önce arzum gerçekleşsin diye kıvranıyorsam o da onun aksine kaplumbağa hızıyla bilgisayarda işlemleri yapmaya başlıyor. Ben nefesimi tutmuş, heyecanla, “Evet, tamam. Hallettim…” demesini beklerken, “En erken 14 Mayıs’ta yer var” demez mi? Başımdan kaynar sular döküldü. Yıkıldım! Ben iki hafta Katmandu’da ne yapardım?
“Ne olur, bir daha deneyin… Belki gözden kaçan bir şey vardır.”
“Niye bu kadar çabuk geri dönmek istiyorsunuz ki?”
“Bakın,” dedim, “hem eşime hem ülkeme öylesine özlem doluyum ki sırf bu nedenle bir senedir hazırlandığım Island Peak ekspedisyonumu terk edip geri döndüm. Gitmem gerek… Bir an önce kendimi aşkımın, karımın kollarına atmam gerek! Ne olur, lütfen bir kez daha deneyin.”
Aşktan bahsedince sanırım, bu sefer daha bir sevimli sırıttı sanki…
Bir ömür gibi süren birkaç dakika sonra 65 Euro ek ücret ödemek koşulu ile ayın 7’sine yer verebileceğini söyledi. Uçtum, uç-tuuuuuum! Hemen cüzdanımı çıkarıp atladım, “A-lı-yo-ruuuum!” dedim…
10-15 dakikalık bir işlemden sonra paramı ödemiş biletimi yenilemiştim. Keyfim dorukların hemen eşiğinde. Hemen eşiğinde diyorum zira açıklığa kavuşturulması ve çözülmesi gereken 1-2 ufak konu daha var. Ama esas halledilmesi gereken konu halledildi. Furwa ile olan pürüzleri de hallettikten sonra artık kalan günleri doruklarda dolaşarak geçireceğim.
THY bürosundan yürüyerek geri döndük. Yolda Katmandu Guest House’a uğradık. Ayın 3’ünden itibaren dört günlük yer ayırtmayı düşünüyorum. Resepsiyondakiler önüme bir fiyat listesi koydular. Biraz inceledikten sonra benim için en uygun olan odanın yanlış anımsamıyorsam 40 veya 50 dolardı fiyatı. “Tamam,” dedim “şu tarihler arasında bu odalardan birini bana ayırın lütfen,” dedim. Bunun üzerine içerideki rezervasyon bürosuna gönderdiler beni.
Nepalliler çok sakin ve ağır insanlar. İşleri de çok ağır ağır yapıyorlar. Öyle acele edip hızlanmalarını sağlamaya hiç çalışmayın. Boşuna! Abim ağır ağır bilgisayardan oda durumlarını kontrol ediyor. Sonunda benim istediğim ucuz odaların dolu olduğunu ama bana delüks odalardan birini verebileceğini söylüyor. Peki ne kadar? Günlüğü 140 dolar. Yuh! 40 dolar nerede 140 dolar nerede? Allem ediyor kallem ediyor, oradan indiriyor buradan indiriyor ve son fiyatı söylüyor: Tüm vergiler dâhil 80 dolar. Zaten ucuz olan da vergilerle birlikte 65 dolara geliyormuş. Düşündüm, taşındım… Amaaaan be, son dört günümde de biraz lüks takılayım! Ne olur yani? Tamam, dedim. Bu sefer de 3’ünde yer olmadığını ancak 4’ünden itibaren beni ağırlayabileceklerini söylemez mi? Aslında baktım biraz daha tasarruf etmiş olacağım böylece, zira Nagarkot’ta çok daha ucuz oteller. Bu durumda Nagarkot’ta bir gece fazladan kalırım sorun çözülür. Gerekli işlemleri yapıp bir gecelik parayı da peşin ödedikten sonra Katmandu Guest House’tan ayrılıp Otel Sakhti’ye doğru yola koyulduk.
Sakhti’ye giderken Rinji’ye birkaç kez telefon geldi. Sonuncusunda feci sinirli bir şekilde telefonu kapatıp bana döndü ve “Furwa ile aranızdaki sorunu halledin. Ben bıktım artık. Ben gidiyorum,” demeye başladı. Zar zor sakinleştirdim. “Bu konu seni tabii ki ilgilendirmiyor. Niye sen üzerine alınıp sinirlerini bozuyorsun ki? Otele gidelim ben arayıp onunla konuşacağım” diyerek zar zor sakinleştirmişken telefon bir daha çaldı. Arayan yine Furwa… Taciz ediyor düpedüz… Rinji sinirli sinirli bana uzattı telefonu. Bağıra çağıra telefonda bir şeyler söyleyip duruyor Furwa. Çoğunu anlayamıyorum zira çevre de çok gürültülü. “Sen bir sakinleş, ben otele varır varmaz seni arayacağım” diyerek telefonu kapatıyorum. Daha sonra konuşmak istememin bir nedeni de benim flash disk’ten esas programı kâğıda döküp elimde verilerle onunla konuşmak istemem.
Sonunda oteldeki bilgisayardan bir çıktı alarak arıyorum Furwa’yı. Ancak, yine bağırıp çağırıyor ve ortamı tatlıya bağlamaya çalışıyorum ama bir türlü ulaşamıyorum. İddialarına karşı aramızdaki anlaşmanın metnini okuyorum ama anlaşmanın aksine hala tutturmuş Lukla-Katmandu uçuşunun ücretini benim ödemem gerektiğini söylüyor. Diyorum, “Anlaşmadaki paket fiyatına dâhil olmayanlar listesini okuyorum. Bak, burada öyle bir şey yok” Bir an sessizleşiyor ama hemen ardından yine bağırıp çağırmaya başlıyor. Baktım böyle çözemeyeceğiz konuyu, durumu Mehmet’e anlatırsam o yanında, daha kolay bir şekilde iletişim kurabilir düşüncesi ile Mehmet’in orada olup olmadığını soruyorum. Orada olduğunu söylüyor, ben telefona Mehmet’in gelmesini bekleyeceğimi düşünürken çat diye telefon yüzüme kapanıyor. O andan beri de görüşmedik. Artık bu yaklaşımı ile görüşmek de istemiyorum. Neredeyse alacaklıyım ki hiç öyle bir talebim yok, adam beni taciz ediyor. Bu saatten sonra konuşacağım da ne olacak?
Bu arada sakinleşmiş olan Rinji’ye dönüyorum ve sanki ortada Furwa yokmuş biz onunla işe başlamışız gibi oturup uçuş tarihine kadarki programı konuşuyor ve onun hangi konularda bana yardımcı olması konusunda ricalarda bulunuyorum. İki gece Otel Sakhti’de kalacağım. Ardından Rinji beni taksiyle Nagarkot’a götürecek ve beni orada bırakacak. İki gece de orada kaldıktan sonra gelip beni alacak ve Katmandu Guest House’a bırakacak. Son üç günümü de orada geçirdikten sonra bu seferki Nepal maceram sona ermiş olacak. Havaalanına gidiş saatim çok erken olduğu için beni Katmandu Guest House’a bıraktığı gün onunla vedalaşacağım. Çocuğun sabahın köründe sırf havaalanına beni götürmek için kalkıp gelmesine hiç gerek yok. Ben otelden bir taksi ayarlarım o beni bırakır. Olur biter…
Bugün (1 Mayıs) yine sabahın köründe kalktım. Erkenden aşağı inip bir dilim tost, yağ, reçel, bal ve çayla kahvaltımı ettim. Aslında kahvaltı oda fiyatına dahil ve fiks menü ve bu menüde ayrıca bir tost daha, patates ve omlet de vardı ama ben yemedim. O yediklerim bana hayda hayda yetiyor.
Bir süre sonra Rinji geldi ve erkenden yola koyulduk. Diyorum ya eskisi gibi Nepal ile ilgili içimde pek fazla heyecan kalmamış. Önce Swayambunath’a, maymun tapınağına gittik. Burası Budistlerin önemli ibadet yerlerinden biri. Eskiye oranla her şey çok basit ve sıradan geldi. Nerede o ilk ziyaretimdeki merak ve heyecanla etrafımı gözlemem? Pashupatinath’ta da benzer duygular yaşadım. Daha önceki gelişimde bayağı bir cenaze yakılışı vardı, bu sefer sadece bir tane, o da neredeyse sönmek üzere idi. Bir diğeri de yakılamaya hazırlanılıyordu. Ayrıca ilk sefere kıyasla daha tenha. Üstelik bugün 1 Mayıs nedeni ile tatil olmasına rağmen. Sadhu’ların genelde durdukları yerde de sadece üç tanesi vardı. Niye bu kadar az olduklarına bir anlam veremedim! Hâlbuki Pashupatinath’ta bayağı bir fotoğraf çekerim umuduyla oraya gitmiştim. Fazla ilgimi çeken fotoğraflık konu olmadığı gibi, var tabii de eskisi gibi değil, bir de fotoğraf makinemin pili bitmeye yüz tutmaz mı? Yedek bellek kartları hep cebimdedir ama yedek pilleri çantaya koyarım. Buraya da çantayı getirmedim. Sırada daha Boudhanath var. Yahu ben Boudhanath’ta makinesiz ne yapayım? Gitsem de olur gitmesem de! Benim derdim fotoğraf çekmek. Biraz keyfim kaçar gibi oldu. Hemen taksiciye bir teklif, az bir fark ödeyip Boudhanath’a gitmeden otele uğradık ve keyfim yerine geldi : ) Gel gör ki duygusal açıdan burada da aynı sıradanlığı yaşadım! Ama yine de şak şuk bir sürü fotoğraf çektim. Bu sefer üstelik yedek silahım da : ) olduğu için rahat rahat deklanşöre basabiliyordum, makineye taktığım taze pilin yanı sıra bir de yedek pil almıştım yanıma : )
Stupa’yı iki kez aşağıdan, bir kez de yukarıdan tavaf ettikten sonra çevrede yer alan teras lokantalardan birine çıktık. Hava müthiş sıcak ve rutubetli; gördüğümüz bir dijital termometre 31 dereceyi gösteriyordu. Nepal’e kesinlikle Ekim-Kasım aylarında gelmeli. Fakat benim bu mevsimde gelmemin bir nedeni vardı; soğuklardan olabildiğince kaçmak. Zira genelde yükseklerde olacaktık. Yaza her geçen gün daha yaklaşacağımız için soğukluk da azalacaktı.
Rinji ve şoföre de yemek ısmarladım. Benim yanımda sipariş verdiler. Verdikleri siparişte yemeğin fiyatı 400 Rupi idi. Sonra sıcak bahanesi ile terastan lokantanın içine kaçtılar. Hesap geldiğinde baktım yediklerinin fiyatı 600 küsur Rupi ; ) Benim yediğim ise 300 Rupi idi… Neyse, bu köylü kurnazlığını görmemezlikten geldim. Belki bir şey yememiş bile olabilirler, onun yerine parasını almışlardır! ; ) Neyse, helâl olsun!
Atladık taksiye beni otele bırakıp onlar ayrıldılar. Biraz odada oyalandıktan sonra tekrar çıktım dışarıya. Saat daha 13.00-14.00 suları. Ne yapayım? Haaa… Nurcan’ın siparişlerinin tam yerini tespit edeyim… İyi fikir! Kolaymış… Eeee… Ne duruyorsun? Gelmişken al bari… Kozmetik bölümünde bir kızı yakaladım, fakat bir şey bildiği yok. Ben kendim o yüzlerce ürünün arasından siparişleri bulmaya çalışıyorum, nafile! Ateş basmaya, ter boşalmaya başladı. Öyle böyle değil… Ne zor işmiş bu yahu! Başka bir reyona yolladı kız beni. Bakıyorum bakıyorum yok. Nurcan’ın istedikleri yok… Ya da ben göremiyorum! Başım dönmeye, şakır şakır terlemeye başladım. Vazgeçip çıkıp gitmek istiyorum ama kızcağız kırk yılda bir sipariş vermiş eli boş gitmek içimden gelmiyor. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum yok oğlu yok! Son bir yere daha bakıyorum. Sanki bunlar! Orada da raflara ürünleri yerleştiren temiz yüzlü genç bir çocuk. Hemen “İmdaaaaaat!” diyerek yardım dileniyorum. Çocuk da tam da benim aradığım ürünlerin uzmanı çıkmaz mı? Listede olanları tak tak çıkardı ve sepete attı. Olmayanların da kesin bir dilde olmadığını söyleyerek Nurcan’ın siparişinin çoğunu sepetime doldurmuş oldu.
63 yıllık yaşamımda ben böylesi zorlu bir alışveriş yapmamıştım. Nur-caaaaan! Artık seni tanımıyorum ; ) Kızlar, bundan sonra beni kozmetikçiye, kuyumcuya, kısacası alışverişte sizleri ilgilendiren bir yere sokmaya çalışırsanız, şimdiden peşin peşin söyleyeyim, sizin de hiç birinizi TA-NI-MI-YO-RUUUUUM! İşte o kadar!
Çıktıktan sonra iri damlalı ama şiddetli olmayan bir yağmura yakalandım. Ara ara dükkân saçaklarına gizlenerek ve haritadan yerimi tespit etmeye çalışarak otele vardım. Yarım saat kadar uzandıktan sonra aşağıya inip iki gündür yazmayı ihmal ettiğim bu notları kaleme almaya başladım. Bu arada baktım saat 19.00’a yaklaşmış… Eh notlar da bitti! Çıkayım, bir şeyler atıştıracak bir yer arayım. Karnım da pek aç değil ya!
02-03 Mayıs 2014 - 11.30
Dün sabah fazla acele etmeden kalktım, zira Rinji 10.00’da gelecekti. Kahvaltı olarak istemeye istemeye bu sefer meyve salatamı yedim, üstüne de bir kahve içtim. Başladım Rinji’nin gelmesini beklemeye…
Lokanta kısmının sokağa açılan kapısından bir adam bana selâm vererek içeri girdi. Allah, allah! Kim ola ki bu? Bir süre anımsayamadım! Haaa, evet… Bu adamcağız beni şu anda kaldığım otele, Hotel Earth House, yönlendiren Otel Sakhti’nin ya yetkilisi ya da sahibi… Otel görevlileri ile konuştuktan sonra yanıma geldi el sıkıştık ve masama oturdu. Selâm sabah faslından sonra Furwa’nın onu aradığını ve otelde kaldığım iki günün parasını benden tahsil etmesini söylediğini anlattı. Sabah sabah yine keyfimi kaçırıyor bu adam. Hâlâ bir şeyler tırtıklamaya çalışıyor. Neyse ki otel yetkilisi kibar bir adam ve konuya hiç de aksice yaklaşmıyor. Ben de aynı kibarlıkla ve onu kırmamaya çalışarak benim bu otelde kalma anlaşmasını benimle değil Furwa ile yaptığını dolayısıyla konuyu onunla çözümlemesini söylüyorum (topu topu 70-80 dolar ama önceki hesaplardan da ortaya çıktığı kadarıyla Furwa zaten bana borçlu durumda). Bunun üzerine telefonla Furwa’yı arayıp benimle görüştürmeye kalktı. Bir önceki konuşmamızda telefonu suratıma kapaması nedeni ile hemen tepki gösterdim, “Sakın benim yanımda aramayın boş yere. Kesinlikle bu adamla konuşmam!” Ama yine de aradı ama iyi ki ulaşamadı. Biraz kendi halinde düşünceli düşünceli oturduktan sonra gayet güler yüzlü ama çaresiz bir şekilde kalktı ve vedalaşıp kendi oteline gitti.
Canım feci sıkıldı… Rinji bir an önce gelse de buradan hemen ayrılsak… Bu konu üzerinde daha fazla kimseyle konuşmak istemiyorum. Biraz sakin sakin oturup düşünse eminim Furwa da hatalı olduğunu anlayacak ama nedendir bilmiyorum ortamı germeye devam ediyor. Katmandu’da olsa, yüz yüze daha rahat çözerdik sorunu. Neyse, Rinji fazla gecikmeden geldi. Bir süre kaldığım otelin görevlisiyle konuştu, artık ne konuştularsa!?!?!?.. Ondan sonra taksicinin yanına gittik. Rinji ile Nagarkot’a gidiş-dönüş 5000 Rupi’ye ayarlamasını söylemiştim. Taksici 6000 istedi. Neyse onu da 5000’e indirdik ve Nagarkot’a doğru yola koyulduk.
Dün dolanıp akşam otele girmeme yakın başlayan yağmur şiddetlenerek ara ara tüm gece boyunca sürdü. Hâlâ da atıştırıyor. Yol boyunca da atıştırdı. Hem yoğun trafik hem de taşra ve dağ yolu olması nedeni ile iki saat kadar zorlu bir yolculuktan sonra Nagarkot’a ulaştık. Hava aşırı kapalı ve yükseldikçe ara ara neredeyse önümüzü seçemeyecek yoğunlukta sisin içine dalıyoruz. Buradaki otellerde önceden yer ayırtmamıştık. Bakalım kafama göre güzel bir yer bulabilecek miyiz? Şansıma, daha ilk denediğimiz otel çok güzel çıktı. Çok sevdim burayı ve hiç başka bir yere bakmadan hemen bir oda tuttum. Hem de oda ücretine bakar mısın? Katmandu Guest House, 80 dolar (Delüksmüş. Göreceğiz…), Hotel Earth House, 40 dolar (duşu doğru dürüst akmıyor, feci gürültülü. Saatlerce uyumakta zorlanıyorsun…), şimdi kalacağım Galaxy House ise sadece 16,50 dolar. Oda hangar gibi geniş, duşu akmasa da banyosu da bir o kadar geniş. Odada bir adet iki kişilik, bir adet de tek kişilik yatak var. Banyoda su olmamasının nedeni de havanın kapalı olması imiş. Güneş enerjisi ile çalışan sıcak su sistemi güneş olmadığında hizmet veremiyormuş. Olsun iki gün duş almayıveririz. Dağda sanki her gün duş mu aldım? Ufku alabildiğine geniş, sis ve pus olmasa manzara müthiş olacaktı; gerçi sonraları biraz biraz arada açtı. Odanın kapısı bahçeye açılıyor. Önünde ufak bir masa ve sandalyeler var. Bu notları da orada yazıyorum şimdi.
Hava kapalı ve yağışlı olduğu için biraz serin. Ben de bütün polarlarımı ve uzun kollularımı Katmandu’da bıraktım. Üşüyorum biraz. Akşama doğru daha da soğuk olabilir kaygısı ile taksiyi ve Rinji’yi yolladıktan sonra otelden ufaklık şeker bir oğlanla ince bir polar bakmak üzere çarşıya indik. Çok hayâl kırıklığına uğradım! Ne çarşısı yahu? Ufak tefek 3-5 tane dükkân var. Doğru dürüst de benim arzu ettiğim gibi bir şey yok. Burası aklı sıra çok tanınan ve turistik bir yer… Şaştım kaldım! Bunun üzerine ben de, “Amaaan… Biraz üşüyeyim. Ne olur yani? Çok zorlanırsam erkenden yatağa girer ısınırım. Boşver poları…” diyerek bu sevdadan vazgeçtim. İyi ki de vazgeçmişim. Şu anda ara ara çıkan güneş acı bir şekilde yakıyor. Herhalde dağda ve yüksekte olduğumuzdan…
Keyfe bakar mısın? Bir de oda servisi var : ) Akşam yemeğimi odaya getirmelerini söyledim. Oda hiç olmazsa otelin lokantasına göre azıcık daha az soğuk. Nagarkot’u cazip kılan unsurlar, benim göremediğim [sisten dolayı] dağ manzaraları ile gün doğumu ve gün batımının çok etkileyici olmaları imiş. Resepsiyondaki çocuğun gün doğumunun 05.30 civarında olduğunu söylemesi üzerine akşam yemeğimi yer yemez, saatimi 05.15’e kurarak bir süre kitabımı okuduktan sonra uykuya daldım.
Her zamanki gibi gecenin bir yarısı, bu kez 02.00 idi, uyandım. Bir süre kitap okuyup tekrar uyudum. Kalktığımda saate baktım… Eyvah, gün doğumunu kaçırmışım, saat 05.45. Saat de çalmadı mı acaba? Neden duymamışım ki? Yine de kalkıp bir bakayım dedim… Yaşasın! Daha yeni yeni güneş kendini göstermeye başlıyor. Tam zamanında kalkmışım : ) Hemen fotoğraf makinemi ve gözlüğümü kaptım ve don gömlek kapının önüne çıktım. Artık yaş ilerledi ya, utanma sıkılma da azaldı mı, ne? ; ) Kim görürse görsün diyerek başladım deklanşörü çalıştırmaya. Güzel birkaç kare yakaladım. Böylece bir kez daha muradıma ermiş oldum… [Şimdi fotoğraflara baktığımda unuttuğumu görüyorum. Dün de güzel gün batımı fotoğrafları yakalamışım…]
Bütün günün olanca sakinliğiyle bana ait olduğunu bilerek her şeyi ağır çekimle yaşamaya başladım. Daha kahvaltıya gitmeden, dün çok yakınlarımda uçuşan iki dünya tatlısı mavi kuşun görüntüsünü avlamak üzere odanın penceresinde pozisyon aldım. Dün görüntüleyebilmek için en az iki saatimi harcamıştım. İşte böylesi durumlarda benim sevgili fotoğraf makinem bayağı zorlanıyor. Bir sürü fotoğraf çektim ama sanırım hiçbiri arzu ettiğim kadar net değil. İlk defa böylesi bir sabırla pusuya yatmış kuş görüntüleri yakalamaya çalışıyorum. İnsan kendisi pratikte deneyince aslında kuş fotoğrafçılığının ne kadar zor bir alan olduğunu bir kez daha anlıyor. Değerli kuş fotoğrafçılarımızı yanaklarından öpüyor bir kez daha yürekten kutluyorum. Tabii ekipmanın önemi de bir kez daha burada kendisini gösterdi. Neyse, büyüyünce belki benim de daha güçlü bir makinem olur! ; )
Bir noktada sabrım tükendi ve kalkıp üstümü giyinerek kahvaltıya gittim. Tibet ekmeği, bal, reçel ve yağ yanlarında onları ıslatmak için çayla bir güzel karnımı doyurdum. Tibet ekmeği harika…
Dün Nagarkot’a girerken gözüme ilişen “Nature Trail” levhasının olduğu yere gittim. Baktım 2,5 km yazıyor. Eh, mıy mıy, fotoğraf çeke çeke git-gel 2-2,5 saat sürer. Hadi bakalım gir rotaya. Yürüyüşe başladıktan 5 dakika kadar sonra sevimli bir delikanlı ile selâmlaştık. Sonrasında orman yolu bitene kadar ki 1 saat sürdü, insan ile ilgili arada geçen uçak seslerinden başka hiçbir ses duymadım. Arada biraz ürküyordum ama hemen kendime, “Kafanda çeşitli kurgular yapmayı bırak ve sadece doğanın seslerini dinleyerek mutlu ol! Şehirde bu sessizliğin özlemini çekmiyor musun? İşte sana özlediğin ortam!” diyerek baskı yapıp rahatlıyor ve keyifle yoluma devam ediyordum. Bir sürü kuş şakırtısı ve patikayı kaplayan yapraklara temas eden ayaklarımın çıkardığı hışırtı dışında ses yok… Müthiş bir mutluluk! Nasıl da gereksinimimiz var böylesi ortamlara!
Biraz sonra rüya bitti ve köy yoluna çıktım. Gerçi buralar da kent gürültüsünden uzak oldukları için yine de cazip. Ağır aksak ilerleyerek otele geldim. Yemek saati olmuş ama aç değilim. Hava yeniden kapattı ve yoğun sis var. Yine de kapımın önündeki sandalyeye oturmuş sessizliğin tadını çıkarıp keyif yapıyorum. Bu akşam da burada kalacağım. Rinji’ye sabah 08.30’da gelip beni almalarını söylemiştim. Bu kadar sakin bir ortamda yalnız başına 1,5 gün yeterli bir doping… Aşkım olsa belki biraz daha fazla kalır bu sakinliğin tadını sindire sindire yaşardık. Onu da bir kereliğine olsun buralara, Nepal’e, getirmeyi plânlıyordum ama en güvenmem gereken adamların bile beni mutsuz etmeleri bu konuda bir kez daha düşünmeye itiyor beni… Yıl sonunda Hindistan, Sri Lanka ve Maldivleri bir aradan çıkaralım, sonra bakarız. Bu notları temize çekerken çoktan gitme plânları yapmaya başlamıştım bile! : ) Katmandu, Pokhara, Poon Hill, Chitwan, Katmandu, Nagarkot ve Katmandu’dan eve dönüş : )
04.05.2014 - 16.50 Yeniden Nepal’e gelme düşüncesi ile ilgili dünkü notlarımla bağlantılı bir olay yaşadım bugün. İlerleyen satırlarda söz edeceğim.
Sabah erkenden Katmandu’ya gelerek Katmandu Guest House’a yerleştim. Çantaları olduğu gibi odaya bırakarak alışveriş için keşfe çıktım. Fakat biraz erken davranmışım. Mağazaların çoğu kapalı. Bari gideyim Durbar Meydanı’na biraz daha fotoğraf çekeyim dedim. Thamel’e yakın bir yer Durbar Meydanı. Onun için yürüyerek gitmeye karar verdim. Daha öncesinde haritadan yönümü belirlemiştim. Bir süre o yoldan ilerledikten sonra yine de emin olmak için karşılaştığım iki polis memuruna doğru yolda olup olmadığımı sordum. İyi ki sormuşum, tam aksi istikamete gidiyormuşum meğerse. Tarif ettikleri tarafa yöneldim. Baktım köşede bir çek-çek (rickshaw) duruyor. Nepal’de daha önceden hiç çek-çeke binmemiştim. İstiyordum da aslında… Hadi soralım bakalım kaça götürecek. 200 Rupi (4 lira) deyince, “Haydi gidelim,” dedim. Yakın aslında ama yine de bir denemek hoş oldu.
Durbar meydanları ve tapınaklara giriş ücretli. Sürücü beni bir gişenin yakınında bıraktı. Biletimi aldım ve hemen deklanşörle haşır neşir olmaya başladım. Burası da ilk gördüğümde bıraktığı etkiyi bırakmadı bende. Hâlbuki ikinci gelişimde de çok ilgimi çekmişti. Belki de genel bir keyifsizlik, bir eksiklik var üzerimde ondan olsa gerek. Bu etkinlikte koyduğum hedefi gerçekleştirememiş olmam ve ayrıca yalnızlık buna neden oluyor olabilir. Bir şey dikkatimi çekti; daha önceki ziyaretlerimde hem Pashupatinath’ta hem de Katmandu Durbar Meydanı’nda bir sürü sadhu ile karşılaşmıştım. Bu sene onlardan da pek eser yok.
Kralın son yapılan modern sarayının dışında şehrin önemli üç meydanında da sarayları var. Tabii şu anda artık krallık kaldırıldığından bu mekânlar müze olmuş. Buradaki müzeyi gezdim. Önümüzdeki günlerde belki yeni sarayı da ziyaret ederim.
İnsan ne kadar etkilenmiyorum dese de pagodalardaki ve saraydaki yapıları çevreleyen ağaç oymacılığını gördükçe işlemelerdeki inceliğe ve oymacılığa hayran kalmadan edemiyor. Gerçekten çok çarpıcılar! Bu sene pagodalardan birindeki, ağırlıkla kama sutra figürlerinden oluşan oymaların bayağı fotoğrafını çektim, belki onları ayrı bir albüm olarak yayınlarım.
Fotoğraf gezim bittikten sonra gezine gezine otele döndüm. İyi ki de öyle yapmışım. Daha önceden dostlara hediye olarak almayı düşünüp yerini belirlediğim dükkândakilere kıyasla daha güzel ve daha da hesaplı biblolar satan bir dükkân buldum ve böylece çam sakızları da aradan çıkmış oldu : )
Otele çok yaklaşmışken bugünkü notlarıma girişte sözünü ettiğim hoşluğu yaşadım. Bir dükkânın yanından geçerken basamaklarda duran bir kişinin beni incelediğini hissettim. Yanından geçip gitmiştim ama merak benim dönüp bakmama neden oldu. Beni incelediğini düşündüğüm kişi de ters tarafa doğru gitmeye başlamış. Acaba diyerek, seslendim. “Madaaan!” O da döndü, “Rüştüü!” demez mi? : ) Madan Gurung! Benim ilk Nepal maceramda bana rehberlik etmiş olan dost. İngilizcesi o zamanlar pek iyi olmasa da onu çok sevmiştim. Adımı anımsadı, yaaa! İşe bak… Çektim kolundan, bir kafeye oturduk. Uzun uzun sohbet ettik. Hemen hemen vazgeçme düşüncesinde olduğum Oyamla birlikte bir kez daha Nepal’e gelme düşüncesi yeniden canlandı. Bu konuda kesin kararımı verirsem ki 2015 Kasım’ı olarak düşünüyorum, bu etkinliği sanırım Madan ile yapacağım.
Madan’dan ayrılıp otele gittim. Önce bibloları odaya bırakıp sonra bir şeyler atıştırdım ve sıra geldi aşkıma alacaklarımı halletmeye. Önceden bazı şeyleri kesinlikle kafama koyduğum için çok zorlanmadan bu işi de aradan çıkardım. Şimdi yalnızca Sarp’a alacağım kaldı. North Face, Marmot gibi yerlere bir kez daha göz atmaya gittim. Bu marka mağazaların hepsi aynı caddede ve yan yanalar. Hepsini bir kez daha inceledikten sonra otele dönmek üzere kapıya yöneldiğimde birden yağmur bastırdı. Sıkı bir yağmur! Ne yağmurluk ne de şemsiye var. Bekleyeceğiz. Bir ara yavaşlamaya başlamasını fırsat bilip hemen hızlı hızlı otele seğirttim. Odama çıktıktan sonra yine artan yağmur iki saattir ara ara hafifleyerek ara ara çıldırarak yağmaya devam ediyor.
Burası, tabii ki doğanın göbeğindeki Nagarkot gibi sakin bir yer değil ama daha temiz ve fiyatlı olmakla birlikte olanakları daha geniş. Keyifli bir yemek için otelde mi kalsam yoksa dışarı çıkıp daha hesaplı bir atıştırma ile mi geçiştirsem? Şu anda saat daha 17.30 olmasına rağmen acayip uyku bastırdı. Tabii bugün bayağı taban teptim, yoruldum. Bu yorgunlukla esneye esneye keyif yapmak olmayacağına göre artık keyfi yarın yaparım.
5-6 Mayıs 2014 - 08.50
Yazacak fazla bir şey mi yok yoksa kavuşmaya doğru hızla ilerleyen [Hızla mıııı? Tam aksine çoooook yavaş! : )] zamanla artan heyecanım mı yazmama engel oluyor bilemiyorum!
Dün günümü alışveriş yapmak ve “Garden of Dreams”te [Rüya Bahçesi] bol bol fotoğraf çekmekle geçirdim. Katmandu’ya gidenin biraz olsun kentin kaosundan kaçmak için uğraması gereken bir yer burası. Kentin göbeğinde olmasına rağmen hem çok sakin hem de çok güzel düzenlenmiş ve harika çiçekler var. Hele ortadaki içi nilüfer dolu olan havuz tam bir rüya âlemi… İçinde bir lokanta ve bir kafe var. Sonradan kafenin fiyatlarına baktığımda orasının çok daha uygun olduğunu gördüm. Ancak lokantanın konumu, yemeklerin sunumu ve lezzeti orada bir kez olsun bir şeyler yemenin yerinde bir karar olduğunu gösteriyor. Yediğim alabalık bayağı pahalı idi, fiyatlar oteldeki fiyatların iki mislinden fazla ki otelin fiyatları da çok ucuz değil. Yalnız bir konuyu pek önemsememişim ama önemsemem gerekiyormuş. Yoğun olmamakla birlikte lokantada bir onarım vardı. Yemek sonuna kadar dikkatimi çekmeyen bir konu biraz keyfimi kaçırdı. Yemeğimi bitirdikten sonra baktım fotoğraf makinemin üstü kireç ve sıva tozları ile kaplanmıştı. Tabii masanın üstü de! Eminim yediğim yemeğin üstüne de gelmiştir. Sanırım fiyat farkı buradan kaynaklanıyor! ; ) Adamlar bir de ekstra sos olarak sıva-kireç koyuyorlar yemeklerine. Öyle her yerde böylesi kıyak çekilmez yani…
Yıllardır istediğim ama bir türlü cesaret edemediğim ayrıca paraya da kıyamadığım için masajı artık bu sene yaptırmayı kafama koymuştum. Dışarıdaki masaj salonlarındansa otelin temiz ve güvenli ortamında yaptırmak üzere akşamüzeri için randevu almıştım. Fiyatı da öyle fazla değildi. Ayarladığım masajın adı “Trekkers Massage” [Doğa Yürüyüşçüleri Masajı]. Nedense zaman yaklaştıkça bayağı heyecanlanmaya başladım! Belki de ilk defa profesyonel birisine masaj yaptıracağım içindi, ne bileyim! Haaa, bu arada art niyetliler için belirteyim masajı kadın değil erkek yapacak. Nepal’de kadınlara kadınlar, erkeklere erkekler masaj yapıyor ; ) Saat 17.00 olduğunda soyunup kurbanlık koyun gibi masaj odasındaki yatağa uzandım. Masajı yapacak oğlan ufak tefek biri. Başladı masaja ama daha baştan keyfimi biraz kaçırdı. Yok onun masajını müşterileri çok beğenirmiş de o nedenle anlaşılan paradan çok daha fazlasını verirlermiş, falan filân… Konuşup duruyor… Ben de içimden, “Kes sesini de işini yap! Sen benden zırnık fazla alamazsın” diyorum.
Masaj daha başlar başlamaz yandım! Yahu ne bu? Ben buraya keyif alıp rahatlamaya geldim, acı çekmeye değil. Velet resmen işkence yapıyor. Tamam şimdi rahatlarım, şimdi yumuşak masaja geçer filân diye kendimi avutmaya çalışıyorum ama ne fayda! Yarım saat mi 45 dakika mı ne sürdü ama ben bittim, perişan oldum. Düşüncesi bile canımı yakıyor şimdi. Masajın üstünden 15 saat geçti sağ alt baldırım ve omuzlarım hâlâ feci ağrıyor. Yok arkadaş! Ben böyle masaj filan istemem! Kalsın! Ben, beni neredeyse uyutacak yumuşak masaj istiyorum. Varsa öyle bir şey tabii…
Bu sabah heyecanla yine sabahın köründe uyandım. Bir yandan kitap okuyor, arada durup tavana bakıyor ve sırıtıyorum. O saatten beri sırıtık bir vaziyette ortalıkta dolanıyorum. Kalbim arada bir neşeli bir heyecanla pır pır edip duruyor. Kahvaltıya inip bir şeyler atıştırdıktan sonra yarın sabah uçağım çok erken saatte olduğu için bugün başka bir iş yapmadan hemen beni havaalanına götürecek taksiyi ayarladım.
Bugün hava biraz daha güzel. Pek yağacağa benzemiyor. Bütün günü otelde oturup sıkılarak geçireceğime bir de Patan Durbar Meydanı’na gideyim. Orada da epey fotoğraf çekme imkânı var. Güzel kareler yakalayacağıma eminim.
Artık bundan sonra uçakta mı yoksa güzel evimde mi bitiririm bu notları bilemiyorum…
Öptüm canım! : )
4 Ağustos 2014 - 09.20
Demek notlarımı temize çekmek ve fotoğrafları düzenlemek üç ayımı almış : ) Bakalım son iki günden neler anımsayabileceğim!
Patan Durbar Meydanı sanatsal eserlerin yoğunluğundan dolayı “Sanat Meydanı” olarak da anılmakta. Katmandu’daki son günümün çoğunu burada geçirdim. Özellikle müzede bayağı bir zaman geçirdim ve bayağı da fotoğraf çektim.
Aradan bu kadar zaman geçince insan o anlardaki duygularını unutuyor tabii… Ama ertesi sabah erkenden ülkeme doğru uçmaya başlayacağım için başka da bir şey düşünmüyordum aslında. Yalnızca fotoğraflık kareler beni anlık da olsa bu duygulardan uzaklaştırıyordu. Patan da bu açıdan çok zengin.
Çok ilginç… Aradan bu kadar ay geçti ama hâlâ aynı heyecanı yaşıyorum! : ) Bir an önce bugünün notları bitsin yarına, uçuşa gelsin saatler istiyorum… Neyse… Patan’ı gezdim. Taksiyle otele döndüm. Biraz gezinip kitap okuduktan sonra; Thamel’de daha önceki yıllarda bir internet kafenin hızlı atıştırma bölümü bu sene internet kafeyi kapatıp orayı da yeme-içme işine katıp genişletmiş, fiyatlar da çok uygun, oraya gittim. Karnımı doyurduktan sonra çok erken uyanacağım için erkenden odama çekildim.
Her zaman olduğu gibi kalkmam gereken saatten çok daha önce uyandım. Kitap oku, sağa dön, sola dön… Geçmiyor vakit. Kalktım, hemen hazırlandım. O kadar oyalanmama rağmen saat 4.00’ü biraz geçiyor. Taksiciye 5.00’te gelmesini tembihlemiştim. Fakat dayanamadım 4.30’da bütün çantaları yüklenip resepsiyona indim. Uyuyor millet tabii… Neyse bir görevli buldum ve mümkünse taksiciyi aramasını istedim. Buldu şoförü. Garibim uyuyormuş. Hemen apar topar geldi. Çantaları yükleyip atladım taksiye. Daha kentte yaşam belirtileri pek yok. Bu nedenle 15 dakikada havaalanına ulaştık. Normalde yarım saatle 45 dakika arasında süren bir yol. İndirdik çantaları. Bir trolley buldum, çantaları oraya yükledik ve şoföre veda edip ayrıldık.
Dedim ya sabahın körü… Daha havaalanı binasına girişi bile açmamışlar. Yarım saatten fazla dışarıda bekledim. Nemli bir sıcak var. Nasıl olduysa ben giriş kapısını doğru olarak tayin etmişim. En önde ben ve sonra yavaş yavaş arkamda sıra oluşmaya başladı. Artık bir an geldi kuyruğun sonunu göremez oldum.
Sonunda açıldı kapı ve ilk check-in bankosuna ben yanaştım. Her şey güzel ama çantaların ağırlığı fazla geldi. Al aşağı ver yukarı bir pazarlıktan sonra fazla bagaj ücretini ödedikten sonra içeri girdim. Artık check-in’imi yaptırmış ve koltuk numaramı almışım ya içim rahat kesin uçuyorum ; ) Bekleme salonuna girdiğimde gün iyice ağarmaya başlamıştı. Bizim uçak gelmiş bile. Yalnız anlamadım gitti! Yolcuların çıkışını neden göremedim acaba?!?!?! Neyse büyük bir uçak ve yükleme yapıyor.
Yazarken bile bir an önce Ankara’ya inişimi yazma isteği ile sabırsızlanıyorum. Bu sene ne oldu bana yahu?
Uzun sözün kısası, sorunsuz bir şekilde biraz gecikme ile havalandık ve yine sorunsuz bir şekilde İstanbul Atatürk Havalimanı’na indik. Şimdi de gecikmeli kalkışımız nedeni ile transfer arası kısalan Ankara uçağına yetişme telâşı başladı. İşe bakar mısın? Benim girdiğim sıranın önünde bir kişi kalmışken bizim sıra tıkandı, ilerlemiyor. Kontrol yaptıran çocuk her sene aynı sorunu yaşarmış, isim benzerliği nedeniyle (ismi aranan birisi ile aynı imiş)… Haydi bakalım! Önümdeki kadıncağız da benimle aynı uçağa yetişme telâşında olduğu için rica minnet yan sıraya geçtik. Aksiliğe bakar mısın? Bizim ayrıldığımız sıra ilerlemeye bizimki tıkanmaya başladı… İnanılır gibi değil! Neyse sonunda girdik vatanımıza… Haydi bakalım, koştur iç hatlara… Kan ter içinde biniş kapısına ulaştım. Ne gerek varmış? Orada da başladık beklemeye… Neyse, boşveeeer! Geldik bu kadar… Nasıl olsa Ankara’ya da ulaşırız bir şekilde.
Nitekim gecikme ile de olsa sonunda Ankara’mdayım. Sabahtan beri gecikmeyle güne başladık ya çantalar da gecikmeli geldiler : ) Önemli değil ben geldim ya onlar da gelir nasıl olsa! Şimdi kapının dışında sabırsızlıkla kavuşmayı beklediğim bir insan var… Az kaldı… Alacağım onu kucağıma… Bitecek hasretlik…
Koşturarak çıkacağım yerde inanılmaz yavaşlıkta çıkıyorum dışarıya. Sanki bu hasretliği biraz daha uzatarak kavuşmanın keyfini daha bir doyasıya çıkarmak istiyorum. Ne bileyim! İşte! İş-teeeee! O gülümseyen dünya güzeli yüz karşımda… Hemen eriyor içim. Artık hızlanıyorum. Ağzım kulaklarımda…
Veeee… Bitiyor hasret!