Bugünkü yazım, biraz gezi yazısı tadında biraz da üniversite öğrencilerine yönelik Work&Travel programı hakkında olacak. Takvimi 16 Haziran 2015’e doğru geri saralım ve şöyle bir 3,5 aylık Amerika Batı-Doğu arasında bir geziye çıkalım…
Work&Travel programını bilen öğrenciler bilir; “3 ay çalış kazan ama son 1 ay biz sana izin veriyoruz; 3 ay eşekler gibi çalışarak kazandığın parayı yıllarca Amerikan filmlerinde izlediğin, rüyalarını süsleyen şehirlerde harca ve evine dön.” mesajını gizlice veren ama görünürde “Dil öğrenme, çalışıp kendi paranı kazanma yetisini edinme, yeni kültürler, yemekler ve insanlarla tanışma” programıdır. Ben her iki tanımın da doğru olduğunu bu programa katılmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu serüvene 17 Haziran 2015’te Wyoming eyaletinin Thermopolis kasabasında başladım. Bu kasabaya yakın olan Denver üzerinden gidecektim. Denver’a da Philadelphia’dan uçacaktım. Philadelphia’ya ilk ayak bastığım anda telefonuma gelen mesajla bu serüvene oldukça şanssız başlayanlardandım. İşverenimiz ABD'ye ilk indiğim günün sabahında kalp krizinden yaşamını yitirmişti. Hem üzüntü hem endişe, bütün duygularım birbirine karışmıştı. Ama sonrasında her şey, uyanmak istemediğim bir rüya kıvamındaydı. Ufak tefek sorunlarla karşılaştığımda umursamıyordum. Çünkü zamanla bir şeyleri dert etmekle kaybedeceğim vakti, birkaç kişiyle daha tanışarak ve yeni şeyler keşfederek daha iyi olacağını düşünebilme yetisini kazanmıştım.
Çalıştım, hem de çok. Para kazandım mı? Evet hem de çok. Harcadım mı? Hem de hepsini. Pişman oldum mu? Hayır. Mutlu muydum? Kesinlikle evet. Cebimde 15-20 Dolar gibi bir para vardı İstanbul’a indiğimde. Onunla da kitap aldım zaten.:)
3 ay süregelen Wyoming Thermopolis macerama başka bir yazımda uzun uzun değineceğim. Şimdilik rotamızı Amerika Birleşik Devletleri’nin doğusuna çevirelim. Nasıl bir uğursuzluktur ki dünyanın hayranlıkla izlediği bu şehre ayak basar basmaz yine aksilikler silsilesiyle karşılaştım. Ve Work & Travel deneyimimden sonra bir daha asla araştırmadan, sormadan soruşturmdan hiçbir yere gitmedim. Plan program yapma taraftarı değilim ama kısıtlı zaman, kısıtlı bütçe gibi faktörlerle tatil yapacaksanız plan program şart. Thermopolis’teki çalışma günlerimin sonlarına doğru güzel bir doğu turu hazırlamaya çalışıyordum. Ama B planım yoktu ve içimde kalan birçok ukdeyle eve döndüm.
New York’a gelmeden önce araç kiralamak için rezervasyon yaptırmıştık arkadaşlarımla. Sonra çıkan problemler sonucunda araç kiralayamadık ve bir baktık ki kendimizi New York’taki evsizler gibi çaresiz, evsiz ve B plansız bulduk. JFK Havalimanı’na gece geç saatlerde indik ve o gece arabada uyuyup ertesi gün Brooklyn’de daha önceden rezervasyon yaptırdığımız otele gidecektik. Öyle ki ortada ne araba ne de gidecek bir yer vardı. Yapabileceğimiz tek şey rezervasyon yaptırdığımız otele gidip sabah check-in saatine kadar beklemekti. Nitekim bir şekilde New York metro haritasıyla dakikalarca bakıştıktan sonra attık kendimizi dünyanın en eski metrolarından biri olan NY metrosuna. Brooklyn’e gidecektik ama hangi durakta inecektik. Her şey muallaktaydı. Metroya binmeden önce oteli aradık ve rezervasyondaki kadın % 0,5 İngilizcesi ile hiçbir sorumuzu cevaplayamamıştı. O kadar bavul, ıvır zıvır metroda meraklı gözlerle etrafı izliyorduk ki metro tık dedi durdu. Sen dünyanın en iyi metrosusun nasıl yani demeye kalmadan insanların peşine düştük ve bir otobüse bindirdiler bizi. Şanssızlıklar hız kesmiyordu hakikaten. Ne yaptık ne ettik doğru durakta inmeyi başardık. Sora sora Bağdat bulunurmuş mantığıyla 5-10 dakika yürüdükten sonra otelimizin önüne gelebildik. Ön büroda çalışan sıfır İngilizceli kadına derdimizi anlatmaya çalıştık ama nafile. Otel çok küçüktü zaten bir de Brooklyn sokakları ıssız ve ürkütücü gelmişti bana. Gece 1-2 sularıydı ve görevliler ertesi gün check-in yapacağımız ana kadar otelin 5 metrekarelik kafeteryasında oturabileceğimizi söyledi. New York burası her türlüsü var sonuçta bir şekilde dönüşümlü uyumamız gerekiyordu. Hayattaki en kötü şeylerin başında belirsizlik gelir ve bu anlamda bu macera bana büyük bir ders olmuştu. B planım olmadan hiçbir yere gitmiyorum artık. Kara kara bundan sonra ne yapacağımızı düşünedururken bir baktım iki arkadaşım da uyuyakalmış. Gün aydı, kahvaltımızı ettik ve check-in yapıp odamıza yerleştik. İşte ondan sonrasını ben de hatırlamıyorum 1 gün uyumuşuzdur herhalde.
Araba kiralayıp 4-5 eyalet görme planımız suya düşmüştü ama elimizde hala dünyanın hayranlıkla izlediği New York vardı. Madem 6 gün boyunca burada olacaktık o halde biz de gezilmedik yer bırakmayalım dedik. New York gezimize Empire State Binası, Madame Tussauds, Times Meydanı, Central Park, China Town, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi gibi başlıca yerleri ekledik ve başladık bir bir gezmeye. Şimdi gezdiğim yerleri bir bir anlatmak yerine biraz da New York’tan bana kalanlara değinmek istiyorum. İnsanlarından, havasından, kokusundan, kısacası beni gezmeye iten şeylerden. Çünkü gezmek sadece yer görmekten ibaret değil.
Hepimiz biliyoruz ki İkiz Kuleler’in yıkılması sadece ABD'yi değil bütün dünyayı yasa boğdu. Onca ölen insan, yitirilen hayatlar, her ne kadar şaibeli sorular kaldıysa da hala bu hüznü taşıyor Amerikan halkı. O hüznü Times Meydanı’nda bulamayabilirsiniz belki ama açıkçası ben sokaklarında yürürken iliklerime işledi yaşanan o acı. 9/11 Memorial Müzesi’ni göremediğim için de gezilecek yerler listeme tekrar ekledim New York’u. İnsanları, yani New Yorkerlar hep bir koşuşturmaca içinde. Hayat gayesi, iş güç evet ama onların hayatı çok daha hızlı akıyor gibi gördüm ya da hissettim bilmiyorum. Adım başı farklı milletlerden insanlarla karşılaşmanız %100’ün de üstünde bir ihtimal. Dolayısıyla farklı bir renk katıyor bu da. Bir şehrin içinde ayrı bir dünya varmış gibi. Hatta Amerika’ya gitmeden önce 2000’lerde TRT’de yayınlanan “Amerika’da Türk Olmak” adlı belgeselin tüm bölümlerini bir çırpıda izlemiştim ve 90’larda oraya göç eden terzi mi dersiniz, okumaya gidip hayatını hala orada devam ettiren mühendisler, doktorlar mı dersiniz, onların hikayelerini dinlemiştim bir bir. Size de tavsiye ederim, ülkemizdeki sorunları en iyi şekilde görebileceğiniz bir belgesel olmuş.
Biraz merakınızı gidermek adına istatistiklerden de bahsetmekte fayda var. Amerika’daki Türklerin büyük bir çoğunluğu New York’ta yaşıyor. Ben de zaten 6 gün boyunca 20-30 Türke rastlamışımdır. Kimisi sizi tanımıyormuş tavırlarını takınıyordu; kimisi de “Aa bak Türk var” deyip yanımızdan geçip gidiyordu. Amerikan Nüfus Sayım Dairesi’ni en çok bezdirenler de Türklermiş bu arada. “Türkleri saymak çok zor” demişler çünkü ihmalkar oldukları için formları doldurmama ya da yanlış bilgilerle doldurma gibi şeyler yapıyorlarmış. Son araştırmaya göre doğruluğu tartışılsa da 136-182.000 Türk’ün Amerika’da yaşadığını saptamışlar. İşin aslıysa kaçaklar ve öğrencilerle birlikte 350 bine yakın olduğu görüşü var. Yani 500 bin Türk Amerika’da yaşıyor durumu biraz şehir efsanesine dönüşmüş oluyor.
New York için söylenen ve benim de en çok yakıştırdığım tabir, asla uyumadığı. Bunu biraz da Times Meydanı’na gidince anlıyorsunuz. Şahsen ben meydanda gezerken bir ara boynumun ağrıdığını hissetmiştim. Bu kadar bina, insanlar nasıl oksijen alıyor sorusunu da beraberinde getirdi. 2 günün sonunda otelimizi değiştirerek 5th Avenue’daki otelimize geçiş yaptık. Şu an net hatırlamıyorum ama en yüksek katlarından birinde kalıyorduk. Ve bir sabah uyandım, etrafıma baktım, odada bunalmıştım hava almak için aşağıya indim. Hava almak dedim de nefes alırken hava değil de sanki başka bir şey soluyorsunuz. İşte o anda New York benim için farklı bir profile büründü. Boğucu bir havası vardı bana göre. Bir de hayatım boyunca yüksek binalar beni hiç cezbetmemişti ki hala öyle. Yani bir yeri güzel kılan şeyin o binalar olmadığı görüşündeyim. New York elbette ki sadece binalardan ibaret değil, en başta da söylediğim gibi tarihi dokusu, geçmişte atlattığı acılar, farklı bir kimliği var sonuçtu. Ama o sabah, New York’un bir Thermopolis olmadığının farkına vardım. Bu tamamen ne tür yerlerde olmaktan hoşnut olmanıza bağlı bir şey. 3 ay boyunca belki de Amerika’nın en küçük kasabalarından birinde kalmıştım ve orayı özlüyordum. Oranın samimiyetini, insanlarını, evlerini, sokaklarını, en çok da sakinliği ve doğallığını.
Amerika’ya dair yazacak, anlatacak çok şeyim var; hele ki Thermopolis. Ama başıma gelen şanssızlıkların üzerine verecek altın öğütlerim de var.
Siz en iyisi mi takipte kalın!
Diğer yazılarımı okumak için bidunyayer.com'u ziyaret edebilirsiniz.