Yıllardır gelmeyi hayal ettiğim Petra‘dayım. 12 yıldır Toronto’da yaşadığımdan, Türkiye’nin burnunun dibinde olan Petra’ya (eski Yunanca’da kaya anlamına geliyor) bir türlü gidememiştim. Neyse ki memleketime kesin dönüş yaptım da artık civar yerlerin keşfi çok daha kolay…
Aslında Türkiye’den karayoluyla gitmeyi hayal ettiğim bu gizemli yer, Suriye’deki karışıklıktan ötürü ancak uçak yolculuğuna müsaade ediyor artık. Burası Dünyanın Yedi Harikası içinde gördüğüm 5. yer oldu. Kaldı geriye Çin Seddi ve Christo Redentor :-)
Ürdün’ün hiç şüphesiz ki en önemli turistik cazibesi haline gelen, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan bir Nebati şehri olan Petra, ulaşılması neredeyse imkansız olan bir noktaya kayaların oyulmasıyla oluşturulmuş. Nebatiler, kervanları soyan korsan kabilelermiş ve Petra’yı kurup bir lojistik merkez ve başkent olarak kullanmışlar. Kuzey Arabistan’ın Semitik kabileleri tarafından M.Ö. 800 yıllarında kullanılmaya başlanan şehir en parlak dönemini Romalılar’ın yerleştiği 2. yüzyılda yaşamış.
Petra’da olumlu anlamda kademeli olarak yerleşim ve gelişim olmasına karşın, şehrin önemi sevkiyatların kervanlarla yapılmasıyla birlikte giderek azalmaya başlamış. 1812 yılında İsviçreli İbrahim bin Abdullah (asıl adı Johann Ludwig) tarafından keşfedilene kadar da varlığı sadece Bedeviler tarafından biliniyormuş.
Biletlerimizi alıp biraz yürüdükten sonra bir baraja geliyoruz. Baraj, şehre su basmasını önlemek üzere kurulmuş. Buradan küçük bir köprü geçip 1,5 km uzunluğundaki dar bir boğazdan, As-Siq’den geçerek Petra’ya giriyoruz. 2 metreye kadar daralan bu geçitte yer yer güneşi bile göremiyorsunuz. Geçidin her iki tarafında kayalara oyulmuş su kanalları var. Bazı yerlerde su kanalları, 2000 yıllık kırmızı tuğla su boruları içinden geçiyor. Bu su kanalları haricinde hiç insan yapımı yok, burası tamamen doğal. As-Siq’deki bu yürüyüş beni oldukça etkiledi. Bu muhteşem doğal güzelliğini görebildiğim için son derece mutluyum :-)
Geçidin sonunda karşımıza çıkan Hazine (Al-Khazneh) büyüleyici. Petra’nın insan eliyle yapılmış bu muhteşem estetiği, kesinlikle Petra’nın dünyanın yedi harikasından biri olmayı hak ettiğini ispatlıyor bana. Aslında Nebati kralı III. Aretas’a mezar olarak yapılan Al-Khazneh’ın şimdiki adını korsanların buraya gizledikleri hazine söylentisinden aldığı sanılıyor.
Ön cephesi ihtişamlı olan Hazine’nin arkasında sade bir salon ve küçük bir oda varmış, ama ziyarete kapalıydı. İçindeki demir nedeniyle kumtaşı kayalarının kırmızı ve altın sarısı renklere bürünüp olağanüstü desenler sunması ister istemez ziyaretçileri büyülüyor. Gülpembe Şehir (Rose City) olarak da anılan bu inanılmaz güzel yerden hiç ayrılasım yok…
Fotoğraflarını çektiğim kişilerin hiç bahşiş istememesi dikkatimi çekiyor. Şimdi Küba’da olsaydım yanmıştım :-)
Tam kendi Indiana Jones versiyonumu çekmeye niyetlenmişken Petra’dan ayrılıyoruz. Sana veda etmiyorum Petra, eminim bir gün yine geleceğim ziyaretine…