27.07.2014 tarihinde yerel saatle 8.15’te Saraybosna’ya indik (Türkiye’den 1 saat geri). İlk işimiz havaalanından Bosna-Hersek Markı (BAM-Konvertible Mark) almak oldu. Ardından bizi bekleyen servisimize binip kısa sürede 8.45’te Saraybosna şehir merkezine geldik ve hemen şehir turuna başladık.
Milli Kütüphane (National and University Library of Bosna and Herzegovina) olarak kullanılan gösterişli Vijećnica (Town Hall-City Hall) ve hemen karşısındaki “İnat Ev (Inat Kuca)”ini fotoğrafladık. Aradaki köprü Anadolu’daymışız gibi hissettirdi. Bir Selçuklu köprüsü üzerindeydik sanki (Seher Chain Bridge).
Oradan tarihi Başçarşı’ya geçtik. Sebil’deydik. Ara sokaklarda yürüdük. Her yer turistik yeme-içme, hediyelik eşya dükkanı dolu. Ne de olsa burası Başçarşı.
Yakınlarında küçük bir turizm info kiosku da bulunan Brusa Bezistan’ı dışarıdan fotoğraflayıp Gazi Hüsrev Bey Camii’ne girdim. Ama bu arada grubu kaybettim. Neyse ki bulmam uzun sürmedi. Küçük yer ne de olsa…
Buradan Miljacka Nehri üzerindeki Latin Köprüsü’ne geçtik. 1914 yılında Avusturya-Macaristan veliahtı Ferdinand köprünün kuzey ucunda saldırıya uğramış ve öldürülmüştü. Tarih kitaplarında bu olay 1. Dünya Savaşı’nın başlamasının nedeni olarak gösterilir. Köprünün hikayesini dinlerken yağmur başladı.
Latin Köprüsü’nden sonraki durağımız bir Katolik Katedrali (Sacred Heart Cathedral). O esnada “Çanlar Kimin için Çalıyordu?” anlayamadım.
Markela Pazarı’nda hüzünlendik. Pazar yeri katliamını kim hatırlamaz?
“Sonsuz Ateş” (Eternal Flame) hala yanıyordu. Ama ısıtıyor muydu? Aydınlatıyor muydu? Ne için yanıyordu? Gerçekten sonsuza kadar yanar mıydı? Bilinmez. Havayı soğuk buldum zira. Ama işte hala yanıyordu ve bizim grupla bugünlük son durağımızdı.
Başçarşı’dan Sonsuz Ateş’e kadar Ferhadiye Caddesini boydan boya arşınlamış ve bu yol üzerindeki gezilip görülecek yerleri görmüştük. Buradan yürümeye devam edilirse Veliki Park, Mali Park ve Ali Paşa Camii’ne varılabiliyormuş. Şimdi serbest zaman… İsteyen gidebilir. 13.60’da Sebil’de buluşacağız.
Ben yorgunluktan bitap gruptan ayrılıp aynı cadde üzerinde bahçe içindeki bir kafeteryaya attım kendimi. Biraz bisküvi ve papatya çayı ile geç kahvaltı etmiş oldum. Kendime gelince etrafı seyretmeye başladım. Saraybosna Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin önündeydim.
Yarım saat 45 dakika dinlendikten sonra hesabı ödeyip Başçarşı yönünde yürümeye başladım. Bu arada ayağımdaki terliğin verdiği ızdırap dayanılmaz boyutlara çıktı. Bu nedenle gözüm ayakkabıcılarda. Neyse ki bir tane buldum ve spor ayakkabısı görünüm ve rahatlığında hafif ortopedik bir ayakkabı aldım. Son derece rahat ve ben mutluyum. Artık daha rahat yürüyebiliyorum. Gezmeye devam…
Fotoğraf çekerek Sebil’e geldim. Meydanda Hodzic’in yerinde bir tür köfte olan “cevabi” iyi gider artık… Ardından Kahveciler Sokağı’nda bir Türk kahvesi ile keyfe keyif katılır.
Süslü kahve tepsilerinin, bakır işleme kaplı fincanların, kahve takımlarının fotoğrafını çekmek de kahve içmek kadar keyifliydi.
13.30’a kadar Sebil’in etrafında dolaştım. İnsanları gözledim. Kuşları yemledim. Çocukların ve insanların kuşlarla iletişimini fotoğrafladım. Umarım barış güvercinleri de havalanmıştır ve dünyanın pek çok yerindeki savaş ve çatışmalar da son bulur.
Sebil’in etrafında toplanıp rehberle birlikte Town Hall’ın arkasına yürümeye başladık. Otobüse binip kalacağımız otele doğru ilerlerken rehber bir yandan da şehri tanıtmaya devam ediyordu. Kuşatmanın izlerini, yaşadıklarını unutmamak için yıkıntı halinde bırakılmış binaları, savaşta gazetecileri barındıran ve yenilenerek kullanılmaya devam edilen meşhur oteli, Oslobodenje gazete binasını ve şehrin yeni gelişen bölgesinde yer alan savaş sonrası gökdeleni Awaz’ı…
Savaş boyunca da çalışmaya devam eden 3 numaralı tramvay’ın takur tukur sesleri eşliğinde kısa bir Saraybosna tarihi ile kısa sürede Ilıca’daki (Ilıdza) otelimize geldik. Ilıca Türklerin yerleşim bölgesiymiş.
Eşyaları yerleştirip biraz kestireyim dedim. Kalktığımda saat 18.00’ya geliyordu. Grup 17.00’da şehre inmişti. Onları kaçırdım. Ben de bir taksi çağırtıp şehre indim. Taksici Sebil’in karşısındaki taksi durağında(Sarajevo Taxi) bıraktı beni ve bu taksi durağından Sarajevo Taxi’ye binmem konusunda uyardı.
Her yer Ramazan’ın son iftarı için rezerve edilmişti. Ben de iftardan sonra yemek yemeye karar verip Gazi Hüsrev Bey camiine doğru yürüdüm. Bir görevli plastik bardaklara su dolduruyordu. Yanlarına peçetelere ve plastik tabaklara birkaç lokum koymuş. Ezanın okunmasıyla birlikte lokum ve suyla oruçlarını açıp camiye girdiler. Başlarında beyaz örtüler olan blucinli kızlar da kadınlar bölümünde yerlerini aldılar. Namazdan sonra örtüler çıktı, saçlar havalandırıldı. Aynı İlber Hoca’nın "Eski Dünya Seyahatnamesi" adlı kitabında anlattığı gibiydi.
Gazi Hüsrev Bey Camiinden sonra tekrar çarşıdayım. Yine aynı yerde yemeğe karar verdim. Bu sefer “meal steak”. Ama iyi pişmemişti. Yarısını köpeklere verdim. Öğlen garsonun “onlar ekmek yemez, et yer” dediğini hatırlayıp gülümsedim.
Yemekten sonra çarşı civarındaki kafelerden birinde ince belli bardakta bir Türk Çayı içip etrafı seyrettim. Küçük şirin bir çocuğun parmağına dokundum.
Kalktım ve biraz yürüdüm İnat Kuca’ya doğru. Hala ışıkları yanıyordu. Servis bitmişti ama fotoğraf çekmeme izin verdiler. Sahibinin inadını daha iyi anladım. Hem güzel bir yerde hem de çok zarif bir ev… İyi ki inat etmiş de yıktırmamış dedim.
Saat 22.20. Tramvay 23.00’te sona eriyordu sanırım. Yağmur da çiselemeye başladı. İyi ki şemsiyeyi de almışım yanıma deyip beklemeye başladım.
Saraybosna’da ilk tramvay hattı 1885 yılında açılmış. Bu aynı zamanda Avrupa’nın da ilk tramvay hattı ve hala kullanımda…
Özellikle 3 numaralı hat Başçarşı'nın etrafında ring yaparak Ilıca’ya kadar tüm şehri boydan boya dolaşıyor. Bu eski mi eski tramvayda çantasında taşıdığı gazete kağıdını koltuğa sererek oturan son derece şık mı şık hanımlar görmek de hoş bir anı oldu benim için…
28.07.2014
Bugün saat 9.30’da kahvaltıya inebildim. Oldukça geçti ama çok yorulmuştum. Grup Mostar’a gitmiştir herhalde. Ortalarda kimseyi göremiyorum. 10.30’da otelden çıktım. Önce otobüs sonra tramvay derken yine Başçarşı’dayım. Sonra Sebil’in tam karşısındaki Osmanlı restaurantta oturup bir kahve içtim. İnsanları gözledim. Sanki tüm Saraybosna bayramlık şık kıyafetlerini giyerek Başçarşı’ya inmişti. Bu esnada baktım insanlar sakallı birinin etrafını çevirmiş habire fotoğraf çektiriyor. Dayanamayıp sordum. Dino Merlin’miş… Ünlü bir Bosnalı şarkıcıymış kendisi. Karşılaşmaktan, insanların mutluluğunu gözlemekten ve dahi paylaşmaktan ben de mutluyum. Saraybosna’da bayram…
Taksiye atlayıp Park Prençeva’ya çıktım. Yazar, şairlerin ve bohemlerin yeriymiş. Manzarası harikaydı. Tepeden Saraybosna panaromaları çektim.
Sonra biraz yürüdüm. Ama baktım daha fazla yürüyemeyeceğim. Mezarlık girişi olan bir meydanda yine bir taksiye atladım. Malum bayram ya mezarlıklara sürekli müşteri getiriyor taksiler. Bosnalı sanatçı yönetmen Haris Pasoviç’in dediği gibi “Saraybosna bir metropolis ve nekropolis (ölüler şehri-Antik Yunan’da ‘mezarlık’)” gerçekten. Şehrin dört bir yanı aktaşlı mezarlarla dolu. Birkaç saat arayla hem Saraybosnalı ünlü şarkıcıyı görmekten kaynaklı neşelerine hem de mezarlıktaki hüzünlerine şahit olmak da sarsıcı… Üniversiteyi bitirdiğim yıllarda başlayan ve 1995 yılına kadar süren savaşın görüntüleri benim bile hala hafızamda…
Mezarlığın önünden taksiye atlayıp Vratnik tepesine çıktım. Yollar çok dardı. Taksici zor ilerledi. Malum bu tepe ve civarı eski bir mahalleymiş. Trafik yüzünden küçük bir alanda taksiden indim. Taksicinin gösterdiği yoldan Beyaz Tabya’ya ulaştım. Tabi virane haline gelmişti. İyi ki de öyleydi mi demeliydi? Hep te öyle kalsın. Bir daha kullanmak gerekmesin.
Buradan da Saraybosna panoramaları çektim. Uzun Uzun seyrettim tepeden Saraybosna’yı . Şairin “seni bir tepeden seyrettin aziz İstanbul” dediği gibi… Ben de “Seni bir tepeden seyrettim aziz Saraybosna!” dedim. Bu paye için tüm bu acıları çekmen mi gerekti diye de sormadan edemedim kendi kendime…
İnsanlar hala hüzünlü ve çok temkinli görünüyor. Ama köpekler mutlu… Eziyet görmüyor olmalılar ki insanlarla birlikte hayatın içinde heryerdeler. Onların o tuhaf gizemli neşeleri beni de biraz olsun neşelendirdi ve umutlandırdı. Beyaz Tabya’da oynaşan köpeklerin fotoğraflarını çektim. Değişik karışımlardı...
Oradan ayrılırken genç bir çifte de rastladım. Yanlarında da çocukları… Sanıyorum çocuklarına Beyaz Tabya’yı gezdirip yakın tarihlerini anlatmak istiyorlardı. Yaşananları unutturmamak için bir tarih bilinci mi oluşturmaya çalışıyorlar yoksa yeni kin ve nefret tohumları mı ekiyorlar, anlayamadım. Filozofun dediği gibi “varsa tek bildiğim o da hiçbir şey bilmediğimdir” zaten...
Taksicinin gelirken bıraktığı küçük meydandan aşağı yürüdüm. Tabii araçlara da yol vererek. Zira şehrin bu tarihi bölgesindeki sokaklar o kadar dar ki bazen yanınızdan geçen araçla yürümek imkansız oluyor ve ezilme korkusu yaşadığınızdan yol veriyorsunuz. Ama bu yersiz bir endişe tabii… Çünkü sürücüler Türkiye’deki gibi kaba değil. Yerli yersiz kornada çalmıyorlar.
Yürüyerek kısa sürede Aliye İzzetbegoviç (Bosna-Hersek Federasyonu’nun ilk cumhurbaşkanı) müzesinin köşesine indim. Müze kapalıydı. Mezarı da hemen yandaki mezarlıktaydı. Çeşmede biraz dinlendim. Sonra yürümeye devam edip Sebil’e indim.
Mezarlıkla Sebil arasındaki bu civarda oldukça hesaplı birçok otel, hostel gibi konaklama yerleri mevcut. Ayrıca bir çok otantik kafe ve restaurantda turist doluydu ve hallerinden memnun görünüyorlardı.
Bense öğlen yemeği için tercihimi Sofra’dan yana kullandım. Hayatım da yediğim en lezzetli kurufasulyeydi.
Yemekten sonra Gazi Hüsrev Bey Camii yönünde meşhur Ferhadiye Caddesi’ne doğru yürümeye başladım. Yol üzerindeki Monica Han’da bir hat sergisi gezdim. Bu eski Hanın avlusundaki kafe doluydu. Ben de Hanın fotoğraflarını çekmekle yetindim. Avluyu çevreleyen dükkanlar; halılar, kilimler ve hediyelik eşyalarla oldukça renkli görünüyordu.
Sonsuz Ateş’e gelmeden yağmura yakalanıp bir yerlerde bekledim. Bu esnada gördüğüm portakal şeklindeki kiosktan bir meyve salatası aldım. Hoştu…
Ama en keyiflisi Sonsuz Ateş’e gelmeden rastladığım mavi gömlekli çingenelerin ezgileriydi. Halleri ve müzikleri unutulmazdı.
Ferhadiye Caddesi ve devamındaki cadde Bosna-Hersek’in Avusturya- Macaristan İmparatorluğu yönetimindeyken yapılan binalarla dolu. Başçarşı ve civarı ne kadar Osmanlı’dan izler taşıyorsa bu civar da o kadar Avusturya-Macaristan izleri taşıyordu. Buradan sonrası ise elbette Yugoslavya izleri taşıyordu...
Ciglane’ye yürürken yine yağmur başladı. Mecburen bir taksiye atladım. Ciglane’deki 1984 Kış Olimpiyatları için yapılmış fütürist binalar hiç te ilgimi çekmedi. Ama Olimpiyat halkalarını görünce yine hüzünlendim ve Taksi şoförüne “stadyuma” dedim. O da uzatmadı. Hemen anladı. 1984 Kış Olimpiyat meşalesinin altı mezarlıktı. Yarısı Hıristiyan diğer yarısı Müslüman mezarlığı olmuştu. Müslüman mezarlığında yalnız bir kadın kimbilir nesiyse bir yakınının mezarının üzerindeki kurumuş çiçek yapraklarını temizliyordu. Beni kırmadı ve fotoğraf çekmeme izin verdi. Bu esnada umutlandırırcasına güneş açtı. Yağmurun yıkadığı çevreyi güneş aydınlattı. Tam Olimpiyat Meşalesinin üzerinden yükseliyordu güneş... Tuhaftı her şey… Umarım bir daha benzeri acılar yaşamaz bu halklar…
Yürümek yerine, “Ali Paşa Mosque” deyip tekrar taksiye atladım. Ama o beni Ciglane’den çıkarıp otel yoluna devam etti. Anlamamış olmama rağmen yorgunluktan ve saatin de 17.00’e gelmekte olduğundan sesimi çıkarmadım. Ama kilometrelerce gittikten sonra bana Ali Paşa Camii yerine başka bir yerleri göstermesi canımı sıktı. Sanıyorum bizim gibi Müslüman ülkeler şark kurnazlığını da buralara ihraç etmiştik. Sonuçta Ilıca’daki otele taksiyle gelmiş olduk.
Otelde biraz dinlendikten sonra şehir merkezine bu kez tramvayla gittim. Nehir kıyısına gelir gelmez inip biraz yürüdüm. Karşıya geçip küçük caminin bahçesine bakıp yürümeye devam ettim. Meydan Park ve Music Pavillon’a gelmişim. Burada din ve sanat her yerde birarada. Saraybosna Orkestrasının savaş boyunca yıkıntılar arasında bile çalmaya devam ettiğini okumuştum biryerlerde... Ferhadiye Caddesi’nde gördüğüm Saraybosna Film Festivali afişini de hatırladım ve Saraybosna Güzel Sanatlar Akademisi ve Bosna-Hersek Sanat Galerisi’ni de… Ama henüz göremedim.
Yine Latin Köprüsü’ndeyim. Ama geçmedim karşıya. İmparator (Hünkar) Camii'nin önünden yürüdüm İnat Kuca’ya doğru. Oradaki köprüden yine Başçarşı’ya yöneldim. Bayramın ilk günü her yer doluydu. Oturacak yer bulamadım. Biraz dolaştıktan sonra bir yer bulabildim. Bu kez saçta kuzu etini denedim. Geç saat ağır geldiği gibi çiğdi de… Aşçı yorgun ve aceleciydi. Paket yaptırıp meydan sakinlerinden olan köpeklere verdim. En azından hayvanlar mutlu oldu bu yemekten.
29.07.2014
Bugün Travnik turundaydım. Kahvaltıdan sonra 8.30’da otelden hareket ettik. İlk durağımız otele yakın bir yer: Vrelo Bosna Parkı.
Şehrin şebeke suyunun da kaynağı olan ve “Bosna’nın Suyu” anlamına gelen bu park aslında kilometrekarelerce alan kaplayan ulusal bir park. Ama biz yalnızca içinde ördek ve kuğuların yüzdüğü birkaç havuz etrafında dolaşıp fotoğraflar çekerek ve çektirerek yarım saatten biraz fazla vakit geçirdik. Bu yemyeşil, güzel ve huzurverici parktan 9.40’ta ayrıldık.
İkinci durağımız; Savaş Tüneli diğer bir deyişle Bosnalılar için “ Hayat Tüneli”, “Umut Tüneli”… Ama bayram nedeniyle kapalıydı. Rehber yarın sabah için tekrar gelmeye söz verdi ve Travnik’e hareket ettik.
Travnik’e varmadan Ahmici köyüne uğradık. Neden Ahmici? 1993’te Hırvatlar geri çekilirken köyün tüm erkeklerini camiye doldurup ateşe vermişler ve tam 116 kişi burada yanarak can vermiş. Savaş sonrası yerine yeni bir cami yapmışlar ve bahçesine de 116 kişinin adları yazılı bir anıt dikmişler…
Travnik ise, Saraybosna’ya yaklaşık 100 km uzaklıkta ve 60.000 nüfuslu küçük bir yer ama namı diğer “Vezirler Kenti”: Osmanlı’ya tam 77 vezir vermiş bu kent. Bu vezirler de doğdukları kente vefalarını birçok eser yaptırarak göstermek istemişler.
Burada, Elçi İbrahim Paşa Medresesi, Mavisu, Travnik Kalesi, Alaca Camii de denilen Süleymaniye Camii’ni gezdik. İvon Andriç evi kapalı olsa da dıştan birkaç kare fotoğraf çektik. Vezir türbeleri, camiler, çeşmeler, parklar derken vakit çabuk geçti (https://gezimanya.com/GeziNotlari/vezirler-sehri-travnik-ve-ivo-andric).
Saat 18.00’e doğru yine Saraybosna’daydık. Olimpiyat Meşalesi’nin yanından geçerken Rehberin söyledikleri bir gün önce yaşadıklarımı hatırlattı yeniden.
Otobüs benimle birlikte birkaç kişiyi daha Başçarşı’da bıraktı. Bu kez nehir boyunda ışık güzeldi. İmparator (Hünkar) Camii'nin iç avlusunda fotoğraflar çektim.
Hemen yanındaki yoldan yürüyerek Franceskan Kilisesi’ne geçtim. Hava kararmak üzereydi.
Kiliseye birkaç adım ötedeki bira fabrikası (Sarejevska Pivara) da mimari açıdan ilgi çekiciydi. Osmanlı zamanında 1864 yılında kurulmuş bu fabrika. Bosna-Hersek’in ilk endüstriyel üretimi ve ilk birasıymış. Bir de müze varmış fabrikada. Ama kapalıydı. Her gün 10.00-18.00 saatleri arasında açıkmış. Şehrin ortasında kalan ve hala üretim yapılan bu fabrikayı da fotoğraflayıp tekrar Miljacka nehrine doğru yürüdüm.
Nehir kıyısındaki İnat Kuca’da Boşnak sahan siparişi verip nehre bakan arka bahçedeki masalardan birine oturdum.
Kimseler yoktu. Nehrin şırıltısı ile tam karşımdaki Town Hall güzel bir atmosfer yarattı. Yanına da bir Sarajevska Pivara?
Daha sonra çekirdek bir Türk aile de bu ortama katıldı. Ama her ne kadar hoş bir İstanbul aksanı ile konuşsalar da biraz gürültülü olduklarını itiraf etmem lazım. Ortamı onlara bırakıp kalktım. Ama ortamın hakkını verebildiler mi bilemem.
Bense Başçarşı’da kahve takımı alışverişi ve güzel bir kahve ile günü sonlandırdım.
30.07.2014
Bugün Saraybosna’da son günümüz. 10.00’da Savaş Tüneli’ne hareket ettik. Tünel çok hüzün vericiydi. Nekropolis Saraybosna gibi…
Şiya Nine’nin evi Umut Tünelinin girişi. Ev müze haline getirilmiş. 1,5 metre yüksekliğinde 700 metre uzunluğundaki bu Tünel 1993 Temmuz’unda açılmış ve savaşın sonuna kadar Saraybosna’lılara yiyecek, ilaç ve savunma malzemeleri ve dahi keçi bile taşınmış. Bugün Tünel’in yaklaşık 20 metresi gezilebiliyor: Etrafta savaş malzemeleri, duvarlarda savaşın fotoğrafları…
Kuşatma altındaki Saraybosna haritası 1984 Kış Olimpiyatları’nda sporculara dağıtılan haritaymış. Dünyaya vermek istedikleri mesaj oldukça anlamlıydı. Burada izlediğimiz 25 dakikalık film hepimizi etkiledi…
Sonra bahçesinde biraz dinlenip otobüse atladık. Yine yine yeniden Başçarşıdaydık. Tüm yollar Başçarşı’ya çıkıyor…
Daha önce gezemediğim bazı yerleri gezmeye çalıştım. Latin köprüsü’nün kuzey başındaki müzede (Muzej Sarajevo 1878-1918) 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasına yol açan Avusturya-Macaristan prensi Ferdinand ve eşine yapılan saldırı ile ilgili bir film izledim.
Saraybosna’daki eski yaşama dair bazı dokümanlar ve izler buldum. 1. Dünya Savaşı’ndan önce Saraybosna’daki her topluluğun bir müzik korosu olduğunu ve birlikte kurdukları sosyal yaşama dair pek çok şey öğrendim.
Bir Sırp tüccarı olan Despiç’in Evi de bu anlamda iyi bir örnekti. Hem Doğu hem de Batı etkilerinin bir arada görülebildiği bir ev.
Daha sonra sora sora Svrzo’s House (Osmanlı evi)'u buldum. Yüksek duvarlarla çevrili, yalnızca kadınların günlük işleri için kullanılan geniş iç avlulu bu ev haremlik-selamlık inşa edilmişti (18. yüzyıl). Sadece selamlık bölümü dış sokağa bakıyordu. Yan pencere ve balkonları ahşap pervazlarla kaplıydı. Öte yandan bahçesinde konu komşuyla beraber gösteriler izlemek için yapılmış kocaman bir gösteri salonu olması da ilginçti.
Buradan tekrar Başçarşı’ya inerken Ortodoks Kilisesi’nin yanından geçtim. Baktım o da haritada gösterilmiş. Buradaki en eski Ortodoks Kilisesi olarak ziyarete değerdi. Sadece bir çift ve bir erkekten oluşan ziyaretçi sayısıyla da bana sakin sakin fotoğraflar çekme olanağı sundu. Maviye boyanmış kubbeli tavanı ve yıldızlar güzeldi. Ama gel gör ki aynı mavi göğün altında yaşanılan acıların sebebiydi de aynı zamanda… Kilise bahçesindeki ikonolardan oluşan müzede görülmeye değer bir müze...
Buradan birkaç dakikada Sebil’e indim. Saat 15.00’e geliyordu. Vakit ne kadar çabuk geçmiş. Açlıktan midem kazınıyordu. Yine Sofra’da bir masaya yerleştim. Tabiki tadına doyulmaz kuru fasulyeden son bir kez daha sipariş verdim. Yanına soğan da gider tabii. Ama doldurulmuş olanı ve de yarım yani Boşnakça “pola”. İçinde uzun bir kaşık olan uzun bir bardakta gelen “limanade” de güzeldi doğrusu… Mehmet Yaşin’in deyimiyle “damağımızı şenlendirdik”. Üstüne de güzel bir kahve ki içenin 40 yıl hatırı kalır.
Son olarak Başçarşı’da hızlı bir alışveriş turu… Bu arada saat neredeyse 17’e geliyordu. Fi tarihinden kalma ama takır tukur da olsa hala işleyen tramvayları görüp 18.00’de otelde olmam gerektiğini hatırlayınca biraz endişendim tabii. Neyse ki 17.50’de oteldeydim ve gerçekten tam 18.00’da havaalanına hareket ettik. Elveda Saraybosna! Sana “unutmak” bize “umut etmek” biraz daha!...
KAYNAKÇA
- http://www.sarajevo.ba/ba/vijecnica/flash/vijecnica_VijecnicaSarajevo.html
- https://en.wikipedia.org/wiki/Sites_of_interest_in_Sarajevo
- ORTAYLI, İlber (2014), Eski Dünya Seyahatnamesi,Timaş Yayınları, İst., Sy.123.
- https://en.wikipedia.org/wiki/Sarajevo_Tunnel- SONTAG, Susan (2004), Başkalarının Acısına Bakmak ( Regarding the Pain of Others) , çeviren:Osman AKINHAY,Agora Kitaplığı,İst.