Tatile gitmeden önce uhrevi ortamın gözünden vurmak amacıyla Mevlana’nın diyarı, etli ekmeğin başkenti, Konya’daydım sıcak bir yaz vakti. Ankara’dan hızlı trenle 2 saat dolmadan geçirdiğim yolculuk, otomobille 3,5 saat sürüyor. Tren biletleri ise 25-35 lira arası değişmekte.
Konya Garı’ndan merkez yaklaşık 2 km. İlk durağım Alâeddin Tepesi. Aslı varsa Dünya’nın en büyük bulvarlarından birinin içinde kalan tepe aslında prehistorik bir höyük. 5000 yıllık tarihi eserlerin çıkarıldığı tepede günümüzde büyük ve güzel bir Selçuklu camisi bulunuyor. 1220 yılında yaptırılan ve tepeyle aynı adı taşıyan Alâeddin Cami tipik Selçuklu mimarisinden izler taşıyor. Duvarlar sade içerisi bol bol sütun dolu. Ancak bu sütunlar güçlendirme çalışmalarıyla ayakta kalabilmiş.
Caminin içindeki minber ise kündekari sanatının ustaca eserlerinden bir tanesi. Sadece bunu bile görmeye gelinir ancak burası kompleks niteliğinde. Dışarıda ise bir anıtmezar mevcut. Kümbette Alaaddin Keykubat’tan, Kılıç Arslan’a kadar 8 tane Selçuklu Sultanı yatıyor.
İçerideki tabutlar turkuaz çinilerle kaplı ve üstünde de çeşitli dualar yazılı. Selçuklu sultanlarına bol bol rahmet okuyup rotamı dönemin ilim irfan merkezleri olan medreselere yönlendiriyorum. Çok da uzaklara gitmeden Alâeddin Tepesi’nin civarındaki Karatay Medresesi’ne uğruyorum ilk durak yeri olarak. Kapısı bile alıp götürüyor uzaklara. Tıpkı Sivas’taki medreseler gibi bunun da kapısı ayrı bir özenle yapılmış. İçerisinde havuzu dahi olan bu mini üniversite 1800’lü yıllardan sonra terk edilmiş ne yazık ki. 750 yaşını geçkin bu eğitim yuvasında kim bilir kimler gelip geçti diye düşünürken zamanın aktığını unutuyor insan.
Ardından hazır hızımı almışken bir başka ilim irfan yuvasına, İnce Minareli Medrese’ye gittim. Şu haliyle olsa olsa “ince min” olur. Söylenene göre 1901 yılında düşen bir yıldırım minarenin üst kısmını alıp götürmüş. Burası da Karatay Medresesi’nin tıpkısı diyebilirim. İçerisi müze olan mekânda hala hocaların sesleri yankılanıyor.
Alâeddin Tepesi ve civarında ki pek çok yeri gezdiğimize göre yavaş yavaş Konya’nın Eiffel’i Mevlana’ya gitmeye hazırım. Caddeden yürümek yerine kendimi dar sokaklara ve hacı misi kokan dükkânlara attım. Sağda solda gezerken Aziziye Camii kolumdan tutup çekiyor yanına.
(kaynak>>)
Maalesef kapıları açık olmadığından dolaşma fırsatı bulamadım ama karşısındaki bir banka oturup dakikalarca seyrettim. Alışılmış tarzın dışında olarak bu güzide eser 1874 yılında Osmanlı-Barok tarzda inşa edilmiş. İlk etapta Ortaköy Camii’ni andıran eser, Osmanlı ekolünü yansıtmasıyla kolayca ayrılıyor. Tabii Mevlana’nın gölgesinde kalsa da bu şaheserinde kendi çapında bir ışığı mevcut.
Velhasıl asıl rotadan şaşmadan yola koyuluyorum tekrar. Her yan tur otobüsü dolu. İçerisi ile muhterem teyzelerden… İçeriye giriş 3 TL, tabi müze kartı olanlar turnikelerden bekleme yapmadan geçebiliyor. Peki ya kartı olmayanlar? Onlar bilet gişesi önündeki hengâmeden canlı ve tek parça çıkmak zorundalar. Bin bir türlü eziyetle biletimi alan ben bu seferde turnikelerin önünde ki kalabalığa karıştım. E yaşlı efradı turnikeyi ne bilsin… Altından emekleyenler, üstünden atlayanlar, zorlayanlar, itişenler, kakışanlar sayesinde yüzümde acı bir tebessüm beliriyor.
Gişeden geçtikten sonra kalabalığın dağılmasından mıdır yoksa mekânın uhreviyatından mıdır nedir, içimde bilemediğim bir rahatlama oluyor. Vakit kaybetmeden hemen boş bulduğum bir yere geçiyor ve bir kare çekiyorum. Arkadaki ünlü kubbeye Kubbetü’l Hadra da deniyormuş. Yeşil kubbe olarak çevirebiliriz. Ancak kültür bakanlığının araştırmaları sonucu kubbenin orijinalinin turkuaz olduğu ortaya çıkmış.
Bu kadar genel kültürden sonra iş faaliyete geçiyor ve bende makineyi kaptığım gibi insan selinin içine, karışıyorum. İçerisinde rahmet-bereket-itişmece triyosu almış başını yürüyor. Hatta en önde bayrak taşıyor desek yeridir. Buralar böyleyse Kâbe tarafları nasıldır merak etmiyor değilim.
Ancak Mevlana’nın mezarı epey revaçta. Alâeddin tepesinde koca koca sultanların tek bir türbede dip dibe yattığını gördükten sonra burası biraz büyük geldi. Ama sonuna kadar da hak ediyordur sanıyorum. Afganistan doğumlu mutasavvıf Mevlana, Mevlevi yolunun öncüsü ve aynı zamanda bir şair. Tacik, Farisi yahut Türk olduğu halen tartışıladursun, kendileri “gel, gel, ne olursan ol yine gel” dizeleriyle tanınıyor.
Hengâmenin içine çok da düşmeden dua edip Konya caddelerine geri döndüm. Güzel, nefis ve enfes bir yemek sonrası kentin biraz dışındaki Sille yeni destinasyonum. Kentin 8 km dışında olan yerleşme, Romalılara ve bilhassa Karamanlı Ortodokslara aitmiş. Mübadele yıllarında ülkeden ayrılana dek burada yaşayan Rumlar bölgeye altmıştan fazla kilise inşa etmişler ve kitabelerinde “Karamanlı Türkçesi” ile yazılmış “maşallah, Allah” gibi kelimeleri görmek hayret verici.
Kapadokyavari bir havanın yaşadığı bölgede hafif volkanik kayalar ve bu kayalara oyulmuş mağaralar, antik mekânlar dolu. En önemlisi de St. Eleni Kilisesi. 1700. yaş gününü bekleyen bu tarihi yapı geçtiğimiz yıllarda onarılmış. Hacı Eleni Kudüs’e hacca giderken buraya uğramış ve 327 yılında bu eseri yaptırmış. İçeriyi turlayıp aşağı inerekten çay içmeye güzide bir mekâna oturuyoruz ailecek. Etraf inşaatta olduğundan biraz tozlu. Ama bittiğinde çok güzel olacaktır sanıyorum.
(kaynak>>)
Çaylarımızı yudumladıktan sonra Toroslar’ın güneyine olan kesintisiz yolculuğumuza başlıyor ve Mevlana’yı iade-i ziyarete bekliyorum.
Siz siz olun; Alâeddin Tepesi’ne çıkmadan, Selçuklu eseri medreseleri ziyaret etmeden, etli ekmeğin tadına bakmadan, Mevlana’ya bir Fatiha okumadan ve mümkünse Tuz Gölü’nün tuzuna erik banmadan dönmeyin derim…
Diğer yazılarıma www.gezistan.com adresinden ulaşabilir, kentin detaylı haritasına ise buradan göz gezdirebilirsiniz. Esen kalın...