Balkanlarda Bir İnci: Ohrid

Makendonya gezimizi; 2 gün Üsküp, 2 gün Ohrid şeklinde planlamıştık. Üsküp’ten Ohrid’e geçerken arada kalan şehirlere (Gostivar-Tetova) yol üstünde uğraşacaktık. Üsküp yazısını daha sonraya bırakıp Ohrid yazısını yazacağım önce. 

Ohrid, Ohrid Gölü'nün kıyısına kurulmuş şirin bir şehir. Aslında göl demeye insanının dili varmıyor, uçsuz bucaksız bir görüntü deniz gibi bir şey. Ohrid Gölü, Avrupa'nın en eski ve en derin krater gölü imiş.

Hristiyanlar Ohrid için, Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını dünyaya düşürdü orası da Ohrid derlermiş.

Üsküp’ten kiralamış olduğumuz araç ile Ohrid yollarına koyulduk. Makedonya’nın şehirlerarası yolları gayet güzel durumda, geçtiğimiz yol ücretliydi bu arada. Aylardan Ekim olunca yol boyunca muhteşem manzaralara tanıklık ettik. Mevsim sonbahar, ağaçlarda her ton mevcut…

Gostivar için yazmaya değer pek bir şey yok ancak Tetova'dan birkaç kare paylaşmak isterim.

Tetova-Boyalı Camii

Boyalı/Alaca Camii Makedonya’nın Tetova (Kalkandelen) şehrinde yer alan, 15. yüzyıla ait bir eser. Mimarı İshak Bey. Cami 17. yüzyılda büyük bir yangın geçirmiş sonradan onarılmış.

Dış görünüşü çoğu camiden oldukça farklı, üzerinde renk renk çiçek süslemeleri yer alıyor. Bence Kalkandelen’de görülmesi gereken en önemli eser, şehrin içindeki Pena Nehri kıyısında yer alıyor.

Geziyi yaptığımız dönem Kurban Bayramı'na denk geldiği için cami ziyarete kapalıydı, maalesef giremedik içeri, caminin iç fotoğraflarını açık olan penceresinden çektik. İçi de dışı kadar renkli olan bu cami için numunelik denilebilir.

Yol üzerinde Gostivar ve Tetova’yı şöyle bir dolaşınca Ohrid’e varmamız akşamı buldu. Otelimizi bulmak da biraz zaman aldı. Adres sormak için girdiğimiz benzinlikten, otele telefon edip bir görevli çağırdılar ve ulaştık otelimize. Küçük temiz ve oldukça ucuz bir yerdi Villa Verona. Otelden Ohrid gezi haritası edindik, bu harita ertesi gün çok işimize yaradı. Odamıza çıkıp eşyalarımızı bıraktıktan sonra etrafı dolaşmaya çıktık.

Zaten Villa Verona göl kenarına çok yakın. Aslında aklımızda balık yemek vardı ancak bunun için bulunduğumuz yerden gölün diğer tarafına geçmek gerekeceği için yorgunluktan yapamadık. Sıradan bir yemek yiyip ufak bir yürüyüş sonrası otelimize döndük, güzel bir uyku çektik, ertesi gün bizim için hayli yorucu olacaktı.

Ohrid'de ikinci güne yağmurlu ancak açık bir hava ile başladık. Göl kenarında yürüyüş yapmak Ohrid'de yapılacakların başında geliyor.

Önce otel görevlisinin bize kahvaltı için önerdiği Vegera’ya gittik. Burada harika bir Boşnak böreği yedik ki hala tadı damağımdadır. O kadar güzeldi ki ikincileri sipariş verdik ve ertesi gün yola çıkmadan da gelip buradan börek alma planı yaptık.

Kahvaltı sonrası elimizdeki harita ile Ohrid’nin eski şehir kısmına tırmanmaya başladık. Ohrid eski şehir kısmını gezmek hayli yorucu. Zemin hep taş döşeme ve devamlı bir iniş-çıkış var.

Sokaklarda kimi evler ile kiliselerin duvarlarına aşağıdaki fotoğraftaki gibi ilanlar asılmış. Bu ilanlarla o hafta ve/veya günlerde hayatını kaybeden kişiler duyuruluyormuş.

Ohrid'de çok sayıda kilise var eskiden sayıları 365'i bulurmuş. "Yağmurdan Önce" filminin çekildiği Sveti Jovan Kaneo Kilisesi, Ohrid’in simgelerinden.

Adını gezi sırasında duyduğumuz Yağmurdan Önce filmini akşam otelde izliyoruz ama pek beğenmiyoruz. Film 1995’te Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke tarafından yılın filmi seçilmiş.

Sveti Jovan Kaneo Kilisesi, gölün tam kıyısında bir burunda yer alıyor; sessiz sakin hem ibadet hem yaşamak için mükemmel bir konum.

Sveti Jovan Kaneo Kilisesi'nden Plaosnik Kilisesi'ne yürürken geçtiğimiz merdivenler


Plaosnik Kilisesi


Sofia Kilisesi

Ohrid Kalesi, Ohrid'e hakim bir tepeye kurulmuş.

Ohrid Gölü'ne ait en güzel kareleri buradan alabilirsiniz.

Kent merkezinde bir çarşısı var, içinde daha çok takı üzerine dükkanlar bulunuyor. Ohrid, incisi ile ünlü ama bu inci denizden çıkarılan orijinal bir inci değil. Denizden çıkarılan istiridye yine Ohrid Gölü'nden tutulan balıkların pulları ile kaplanarak Ohrid incisi elde ediliyormuş. Tabi bu gerçek Ohrid incisinin öyküsü, çoğu yerde satılanlar ise sedef. Bu bilgileri de girdiğimiz bir dükkan sahibinden alıyoruz. Hoş bir kadın oldukça iyi durumdaki Türkçesi ile anlattı. Zaten Makedonya’da sokaklarda Türkçe konuşan çok insan var. Dükkanların birinden sertifikalı bir üründe ben alıyorum, pazarlık talep edince satıcı kız "3-5 bir şey yaparız" diyor ve 20 Euro'ya bırakıyor inciyi.

Göl kenarına akşamüzeri tekrar uğradığımızda etrafı martıların bastığını görüyoruz.

Ertesi gün sabah artık Üsküp’e dönme vakti... Ama önce ayaküstü otelde internetten araştırıyoruz acaba yakında görülmesi gereken başka yer var mı diye. Karşımıza 16. yüzyılda Kara Dirim Nehri kenarında inşa edilmiş Sveti Naum Manastırı çıkıyor. Ohrid’e 30 km mesafede bulunan manastır hakkında ilginç bir detay bulunca hemen yola koyuluyoruz.

Edindiğimiz bilgiler şu şekilde; St. Naum ve St. Clement, Kiril alfabesini bulan Slav azizler St. Kiril ve St. Metodius'un öğrencileriymiş. St. Kiril'in bulduğu Kiril alfabesini tüm Balkanlara yayanlar ise St. Naum ve St. Clementmiş.

16. yüzyılda St. Naum tarafından inşa edilen manastırın içinde bir kilise var. St. Naum'un mezarı da bu kilisenin içinde. Zamanında St. Naum burada zihinsel problemi olan hastalara şifa dağıtıyormuş.

Buraya kadar herşey sıradan ancak işin ilginç tarafı şurada başlıyor; Geçmişte uzun yıllar bu mekân, Hristiyanlar tarafından St. Naum Kilisesi olarak ziyaret edilirken, Balkan Müslümanları tarafından da Sarı Saltuk Tekkesi olduğuna inanılarak ziyaret edilmiş. Yani kilisede mezarı bulunan kişi; bir inanışa göre Aziz Naum iken, diğerine göre Sarı Saltuk. Geçmişte diyorum çünkü Türklerin pek çoğunun bölgeden ayrılması ile Türk ziyaretçi sayısı gittikçe azalmış. Manastır şuanda sadece Hristiyanların sahip çıktığı bir yer haline gelmiş.

Peki, Sarı Saltuk kim? Sarı Saltuk ise 11. yüzyılda Ohrid’de yaşamış bir din âlimi. Sarı Saltuk’un Ohrid Gölü'nü bir hasır seccade üzerinde geçtiği rivayet ediliyor.

Bana kalırsa burada mezarı bulunan kişinin Sarı Saltuk olduğu düşüncesi bir hikayeden ibaret gibi, Çünkü kilise çevresinde içerideki mezarın bir Müslümana ait olduğunu belirtecek hiçbir iz göremedim ben, bilemiyorum belki de konuyu merak edenlerin araştırmalarını derinlemesine yapması gerekiyor.

Kilise içerisindeki mezara Hristiyanlar kulaklarını dayayıp, bir fısıltı duymaya çalışıyorlar. Eğer bir ses işitebilirlerse bunu iyi insan olmalarına yorup dilek tutuyorlar.

Kilise göle sıfır, etrafı ağaçlık, çok ferah bir yer. Yani yaşayan her kim ise mükemmel bir doğa ile iç içe yaşamış; göl kenarında ve etrafta kuş sesleri, sincaplar, tavus kuşları… Bu arada tavuskuşunun uçabildiğine ilk kez burada şahit oldum. Gözlerimin önünde patır patır çatıdan direğe uçtu. 

Manastır çevresi ile ilgili de ufak bilgiler vermek gerekirse; girişte aracınızı park edip yürüyerek devam ettiğinizde yol boyunca hediyelik eşya satan yerler göreceksiniz. Buralara dönüşte uğrarsanız daha iyi olur çünkü cidden vakit alıyor ve yanılmıyorsam manastır 16.00-17.00 gibi kapanıyor.

Yürürken kartpostal gibi eşsiz manzaralar ile karşılaşmak mümkün.

Tuğba CEBECİ BENLİ

Yazar Hakkında

Tuğba CEBECİ BENLİ

hayat gezince güzel.. bide sevince..en güzeli de sevdiğinle gezince :)