Makedonya'nın İncisi Ohri

Ülkelerin sınırları, bayrakları, dilleri, dinleri o kadar esir etmiş ki zihnimizi, başka bir ülkeye adım atmanın heyecanını tedirginlik ve stres alıyor. Ya da engeller bizi daha azimli kılıp sınırları aşmaya zorluyor. Başka topraklarda bulunmak; dili, mutfağı, alışkanlıkları farklı dokudaki bir ülkeyi ilk defa görüyor olmanın heyecanı karışık bir tat veriyor.

Başkent Üsküp İzlenimlerim

Sofya’dan Makedonya sınırına yaklaştıkça bunu daha güçlü hissediyorum. Sabaha doğru Makedonya topraklarına girdiğimizde araba bozuluyor, bu küçük aksilikten sonra, günün ilk ışıklarında varıyoruz başkent Üsküp’e.

Osmanlı Dönemi’nde yapılmış Taş Köprü çıkıyor karşımıza, şehri ortadan bölen Vardar Nehri ve Taş Köprü’nün iki tarafında birbirinden farklı iki hayat yaşanıyor. Şehir merkezi tarafında biraz daha modern yapılar ve kargaşalı bir hayat var, diğer tarafta daha çok Türkler yaşıyor ve Osmanlı Döneminden kalma yapılar turistlerin daha çok ilgisini çekiyor. Kale’yi, Eski Çarşı’yı geziyorum, küçük sıra dükkanlar, berberi, ayakkabıcısı, harika kahvelerin yapıldığı küçük kafeleri dolaşıyorum.

Daha çok özü Türk Mutfağından gelen restoranlar var; güveç, tas kebabı, börek... her türlüsü Türkiye’de olduğundan daha bir lezzetli geliyor. Ve her zamanki gibi, hareketliliği renkliliği ile şehrin yaşamını anlatan salaş bir kafeye oturuyorum. Yıllardır aynı esnaftan alışveriş yapan ve bu günlük rutini yerine getiren teyzeler, bisikletli yaşlı amcalar, dükkan önlerinde ilk kahvesini içen esnaf, ara yerde yaşayıp giden kediler; hepsi bir şehrin değişmez manzaraları; onları Makedonya kahvesi içerek izliyorum.

Bu küçük salaş sokak beni ülkenin kalbinde hissettiriyor. İnsanlar sakin, ılımlı ve tebessümlü halleriyle adres sorunca eşlik ederek gösteriyorlar. Eski Çarşı’dan ayrılıyor,  tekrar Taş Köprü’yü geçerek şehir merkezine varıyorum. Mesai başlama saatleri olmalı ki, bu sefer koşuşturan bir kalabalık karşılıyor beni. Trafiğe kapalı caddelerdeki yeşil tenteli kafeler dolu, sokaklarda oturan insanlar aceleyle yudumluyor kahvelerini. Şık giyimli takım elbiseli insanlar sarmış etrafı, şehrin iki zıt hayatına tanık oluyorum. Caddeler pırıl pırıl ve rengarenk çiçekli, tarihi yapılar oldukça bakımlı görünüyor. Eski Çarşı’da yakaladığım sıcaklığı ve enerjiyi düz yapılar ve aynı insanlar arasında kaybetmek istemiyorum. Hemen haritayı açıp ismiyle ve tarihi bir şehir olmasıyla ilgi çeken Ohri’ye gitmeye karar veriyorum.

Ohri'ye Yolculuk

Ohri’ye giden yolda çok beklemeden İvan adlı bir bey alıyor arabasına. Şanslıyım, Ohri’ye kadar gideceğini söylüyor, yüzünde yol arkadaşı bulduğu için mutlu bir ifadeyle yaklaşık dört saatlik yolculuk boyunca hep konuşuyor. Dağın yamacına açılmış ormanlık yolun göz alıcı manzarasıyla ilerliyoruz.

İncisi ile meşhur Ohri’ye ''Makedonya’nın İncisi'' demek yanlış olmaz. Farklı topraklarda doğan güneş Ohri Gölü üstünde batarken yeşillikler arasında küçük evler, kiliseler ve eski kaleyle çevrilmiş bu tarihi şehir karşısında bırakıyorum yorgun bedenimi. İşte yine yaşamın en farkına varılabilir anlarını yaşıyorum.

Gündüz alışveriş için uğrak yer olan küçük çarşı akşam, barları kafeleri dolduran insanlarla canlanıyor. Dondurmacılar, takıcılar, sokak sanatçıları, kitapçılar olabildiğine hareketli bir manzara. Önce sokakları adım adım gezip sonra insanları izleyebileceğim balkonlu bir bara oturuyorum. Bir şehrin en güzel saatleri yaşanıyor, güneşin batıp geceye geçildiği saatlerde bir iki birayla hafif melankolik bir havaya bürünüyorum. İnsanların alışkanlıkları kıyafetleri aynı belki ama yüzleri başka, dilleri mimikleri başka, çocuklar ise her zaman aynı. Beni izleyen insanların ifadelerine bakıyorum, perişan halim, alacalı bulacalı güneş yanıklarım onlara ipucu veriyor ve nerden gelip nereye gittiğimi soruyorlar.

Ertesi sabah erken saatlerde Ohri Gölü’nün şehirle birleştiği yoldan kaleye çıkıyorum, bir tarafta Osmanlı yapıları, dükkanları, bir tarafta kiliseler; iki kültürün yapıları da oldukça sağlam ve uyumlu görünüyor. İnsanlarla konuşunca Türk ve Makedonyalı ayrımı yapıldığını, politik sorunların vatandaşı yıprattığını söylüyorlar ama yaşantıda her şey akıp gidiyor gibi görünüyor.

Akşam şehir meydanında barlarda gördüğüm birçok kişi erken saatlerde varmış bile kaleye. Kalenin yanındaki kilise öyle güzel bir manzaraya sahip ki, burada yaşasam kiliseyi her gün arşınlarım diye düşünüyorum. Ürpertici yükseklikte, önümde Ohri karşımda Arnavutluk toprakları; dünya çok küçük geliyor bir an gözüme. Uzun süre Arnavutluk’a bakıyorum, haritayı açıp çok yakın olduğuna kendimi inandırarak başka bir keşif için yola çıkıyorum.

FERHAN BOZKAYA

Yazar Hakkında

FERHAN BOZKAYA

Doğup büyüdüğüm Likya topraklarındaki tarihi alanları gezmek ve başka coğrafyaların kültürünü merak etmekte atıldı ilk tohumlar.Üniversite yıllarında başlayan Türkiye gezilerimin ardından, Antalya