Bangalore, Beni Kalbimin En Derinlerinden Vurdun

Ah Hindistan… Kalbim sende , bedenim burada.. Kendime gelemiyorum bir türlü, döndüm döneli. Nasıl bir büyü ki, İstanbul’daki ilk günümde büyü bozulacak korkumdan evden bile çıkamadım. Fotoğraflarım ile baharatlarım ile, tütsülerim ile evde yalnız kalmak istedim.

Neden gittiğimi, gidecek başka yer mi bulamadığımı, aşı olmam gerektiğini, Gidenlerin erkenden döndüğünü mutlaka bağırsak enfeksiyonuna yakalanacağımı  söyleyen pek çok arkadaşıma rağmen kararlılıkla 11 Şubat tarihinde 19:10 Emirates havayolları ile yolculuğumuza başladık. Aslında tamamen eşimin iş gezisine kaynak oldum, hem de ilk kez. Bu nedenle ölmek var, dönmek yoktu. Dubai aktarmalı bu yolculuk toplamda 7 saat sürse de ayakta kalma süresi 12 saat civarı. Ertesi sabah 07:30’da Bangalore’de oluyoruz. Saat farkı -3.5 saat. Yolculuk son derece keyifli, hizmet son derece güzel. Ama yine de THY diyorum.Hindistan’da çok da garip kuşlar gibi olmayışımız ve bize her an destek olabilecek Hintli dostlarımızın olmasından tabii ki. Alandan onların şoförleri ile aldırılıyoruz ve hemen otele. (Goldfinch otel.32/3,Crescent High Grounds Bengaluru Tel.+918041291300 www.goldfinchhotels.com

Girişi çiçeklerle bezeli, mis gibi kokan bir otel. Güler yüzlü personel. Keyifli büyük bir oda. Hoş, odaya girdiğimde minik bir haşere misafirimiz vardı ama rahmetli oldu sayemde. 509 nolu odada 2 gün konaklayacağız,  kaldığım oda dünyanın neresinde olursa olsun hemen evim gibi oluyor, kaynaşıveriyorum. Hemen süsleyip, ev moduna getiriyorum. Bu güzel odada ,20 dakika yetiveriyor dirilmeme. Aklım sokaklarda çünkü. Hintli arkadaşım Bhavna her ne kadar çabuk dirilmeme mutlu olmasa da, çarşıda buluyoruz kendimizi ve Sarilerin arasında kendimizi kaybediyoruz. Taa ki açlıkdan ölene dek… Yemeği Ballal Recidency Vegeterian Comfort Hotel in restoranında yeniyor, Bhavna’nın başka arkadaşlarının da katılımıyla.. Yaklaşık 30 dakika sıra bekleyip oturuyoruz masaya. İçerisi hınca hınç kalabalık. Tabaklar havada uçuyor. TALİ yiyoruz. Aluminyum bir tepsinin ortasına haşlanmış pirinç konuluyor, etrafında da içinde neler olduğunu bilemediğim, ama hemen hepsi lezzetli şeylerin  bulunduğu karmakarışık 10 minik kap var. Bunlardan biraz biraz pirincin üzerine döküp ellerinizle yiyiyorsunuz. İtiraf ediyorum bende aynen onlar gibi ellerimle yedim. İlk önce etrafımı seyrederken, hiç de iç açıcı gelmedi ama çok keyifliymiş meğerse…

Burada görüntüye takılmaz iseniz, baharatı ve acıyı da seviyorsanız aç kalmanız imkansız. Buralarda saçların gür olmasının sebebi, parmaklardan arda kalanların saça biryantin niyetine sürülmesi olabilir mi diye düşünmüyor değilim, bende yaptıktan sonra;)) Şaka bir yana yemekten sonra içerisinde limon bulunan sıcak su geliyor.

Öğlen tıka basa yedikten sonra yine sokaklardayız. Arkadaşımın iş görüşmesini fırsat bilip, pazarda buluyorum kendimi. Turist olduğum, yüzümden , kameramdan, kıyafetimden besbelli. Zira burada bacakları açıkta bir kadın görmedim. Genç- yaşlı çoğunluğun belleri ortada ama göğüs dekoltesi yok. Ayakkabılar dümdüz, parmak arası. Ayakkabıların kolay çıkartılabilmesi gerektiğini gün boyu bağcıklarımı 100 kez açıp bağlayınca anladım. Çünkü dükkanlara girerken çoğunlukta ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor. Dükkanların bir köşesinde dini sembolleri, onun resmi, bir bardak su ve mutlaka tüten tütsüleri olduğundan , ayakkabı yasak.(ayaklarımın akşam ki halini görmeyin kabus gibi, kömür karası, çitilemekle arınmayacak cinsten) sokakları tarif etmek çok zor, yaşamak gerek. Çılgınca çalınan kornalar hakim sokaklara. Neden çalındığı, kime ve niçin çalındığı da belli değil.. Ellerini kaldırmıyorlar inanın kornanın üzerinden. Kimsede bunu takmıyor. Acayip sakinler. Çalan da, çalınan da bu rutin harekete alışmış. Yerleri sorarsanız, felaket, her şey yere atılıyor. İnekler, insanlar, motosikletler, ve üç tekerlekli araçlar (tree wheelers = auto rick shaw) hepsi aynı yerden ,birbirlerine teğet geçiyor. Motorsikletlere 2-3-4 ve hatta 5 kişi biniyor. Nasıl mı? Pide gibi, incecikler zaten. Büyüklerin arasına sıkışmış çocuklarda cabası. Sarili kadınların motorlara bir yan oturuşları var ki.. görülmeye değer.. elbiselerini uçuştura uçuştura gidiyorlar.. kadınlar; rengarenk.. elbiseler süslü, saçlar hep özensiz.

Motosiklet, bisiklet ve tree wheelers ile yük taşıma oranlarına bakarsanız, dünya da birinci olabilirler. Meyve tezgahını arkasına takmış mini bisikletli dükkan diyebileceğiniz insanlar. Zencefil, meyve ve fıstık satanlar hemen her yerde. Çok renkli bir hayat var burada, tempo çok hızlı.

Sokaklar güvenli mi diye sorarsanız ehh.. Pazarda yanıma yanaşıp, beni bir yerlere çekiştirmek istediler, amaçlarını bilemedim, günahlarını da almayayım ama, sert bir ses ile beraber kaşınızı çatarsanız, bir de işaret parmağınızı sallarsanız gidiyorlar. Onun dışında pek sorun yok.

Fotoğrafa son derece açıklar, hatta makinayı elimde görenler koşup geliyor, kendilerini çekmem için. Bazen bu durum daraltıcı boyuta bile gelebiliyor.

Daracık sokaklar da insanlar, inekler, kalabalık halinde yürüyen insanlar, arabalar, motorlar ve tüm bunlara rağmen yerlerde ürün satan tezgahlar.. Kendinizi film setinde gibi hissediyorsunuz.. İnanmak güç ama bu film setinde herkes işini çok iyi yapıyor, ölü yada yaralı yok. Hayatta kalma başarıları çok yüksek. Onlarca tanrıları ve inançları onları koruyor, kesinlikle.. Buna  inanıyorum.

Karşıdan karşıya geçerken tüylerimin nasıl kirpi dikeni moduna geçtiğine bilemezsiniz tabi, bir de bana sorun.. Bunca karmaşanın arasında ilk günü sağ sağlim atlattığıma inanasım gelmiyor.

Çarşıda yürürken, meyve yemek istedim, satıcı seçti, kesti ve üzerine göz ucu ile gösterdiği bir şeyi serpmek istedi, itiraz etmedim, esmer şeker sandım görüntüsünden ..ama bol baharatlı ve acılı bir karışımmış. Ayy!! iğrenç demeyin hemen, harikaydı. Bayıla bayıla da yedim.

İlk gün onca uykusuzluğun üzerine onca hareket ve mutlu son…muhteşem bir akşam yemeği.. Eh hakkettim sanırım. TANDOOR RESTORAN’dayız.. Burası insanların kuyruk da bekleyip, gittiği bir yer. Yerel biraları ‘KING FISHER’ çok lezzetli. Yemekte sıra şöyle; önce et türü şeyler, sonra mezeler, en sonda çorba. Burası çok şık ve lezzetli bir restoran. Yemek den sonra çiğ yaprağa sarılmış baharatlı bir şey ikram ettiler ki muhteşem, tekrar gelmenize bile sebep..!! Lezzetler gerçekten süper.

Akşam nasıl ve nerede uyuduğumu hatırlamayacak kadar yorgun olduğumu söylemeliyim. Hiçbir şey hatırlamıyorum, nasıl uyuduğuma dair. Gücümün son damlasına kadar, bir şeyler görme ve yapma isteği beni bitiriyor.

İkinci gün sabah biraz uyku birazda kahvaltı keyfi yapıp 12:00 gibi güne başlıyorum. Yine sokaklardayım. Commercial Street de yürüyorum. Çok renkli ve hareketli bir yer. Sokaklarda oldukça sık rastlanan tek tarafı kalkık, tek tarafı yapışık beyaz şapkalı trafik polisleri var. Neyi , nasıl idare ediyorlar inanılmaz. Trafik ışıklarına uyuduğunu, ancak yollarda yol çizgisinin olmadığını, asla sinyal verilmediğini söylemeliyim. En iyi hallerinde, ellerini çıkartıp sallıyorlar. Trafiği tarife kelimeler yetmez, yaşamak gerek.. Neyse ki bende kendimi bu akışa kaptırıp ve alışverişe başlıyorum. Gelsin ipek şallar, gitsin tütsüler.. antikacılar.. ayakkabıcılar.. takıcılar.. hemen hepsi harika. ‘Saree‘ciler ise başlı başına bir olay. Buralarda bütün gününüzü , hatta günlerinizi geçirebilirsiniz. Kotondan olanlar, ipekten olanlar, milyonlarca renk ve desen de olanlar.. boncuklu olanlar, pullu olanlar.. Sari dükkanlarının bazılarında yerler kumaş kaplı, ayakkabılarınızı çıkartıp giriyorsunuz ve yere çömeliyorsunuz. Kimilerinde ise, yine ayakkabılarınızı çıkartıp giriyorsunuz, cam masaların karşısındaki sandalyelere oturuyorsunuz. Hemen hint çayı (chai) ikram ediliyor minicik bardaklarda. Bu çay bizim nescafeyi andırsa da ilk bakışta , aslında zencefilli, sütlü, siyah çay. Hemen herkes çok misafirperver.. Bir yandan , sarilere bakarken, bir kadında gördüğüm saça takılan taze çiçekleri soruyorum ki , sormam ile  anında bana da geliyor. Kendimi prenses gibi hissediyorum bu çiçeklerle.. Harikayım… Biraz tombulum ama olsun.. Hindistan’da zayıflarım diyordum ama bu gidişle kilo alacağım gibi görünüyor.

Günün sonuna yaklaşırken, Saree dükkanlarından kendimi zor kurtarıp, sokağa dalıyorum yine.. Sokaklar bir harika.. Bakmaya doyamıyorsunuz.. Kapıda trafik polisi ile sohbet ediyorum. Derken başkaları da bize katılıyor. Herkes cana yakın.. Herkes Güleryüzlü.. Genel bir huzur hakim yüzlerde… Kavga edenlere hiç rastlamadım sokaklarda.

Sokak aralarındaki tapınaklar, çok özenli hazırlanmış, dışları ayrı içleri ayrı güzel… Rengarenk çiçeklerle bezeli her yer… Burada insan neye, nereye bakacağını şaşırıyor…

Sokaklarda taze zencefil satanlara sık sık rastlıyorsunuz. 1 kg’nı fiyatı 20 Rupi. Zencefil hayatın vazgeçilmezi nerede ise (çaya çorbaya cinsinden). Yerlerdeki tezgahlarda satılan rengarenk fosforlu tülleri sorduğumda ise, cibinlik olduklarını öğreniyorum.

Güne doyamadan, akşam oluyor ama yapacak bir şey yok. Ve bir tree wheelers’a kavuşup otelin yolunu tutuyoruz. Varır varmaz da, bir duş ve tazelenme molasının ardından, günün heyecanını paylaşıyorum eşimle motor gibi. Yorgunluktan olsa gerek dışarı çıkacak hal yok kimsede.. Ve otelin çatısındaki restoranda yeniliyor yemek. Yıldızlı bir gecede oldukça keyifli geçiyor. Masaya yerleştirilmiş olan barbekünün üzerinde pişen  şişlere, olmazsa olmaz pirinç ve pek çok acı – baharatlı soslar de eşlik ediyor. Ertesi gün akşam Ahmedabad’a yolculuk var. Alışınca gitmek zor geliyorL Ama değişik bir yer görecek olmanın heyecanı bunu hafifletiyor. Eşim sabah benden önce Pune’ye doğru yola çıkacak, içim buruk ama olsun Hintli dostlarım yanımda.

Üçüncü gün sabah 06:00 sularında eşimi yolcu ettikten sonra biraz daha uyuyup, hiç gitmeyecekmiş gibi yayıldığım odayı toplamaya başlıyorum, başlıyorum da bir sorun var ki bavula sığamıyorum. Bavullar tıkıştırmaktan dokunsan patlayacak durumda…

Yerleştikten sonra keyifli bir kahvaltı ve yine sokaklar.. 2-3 saatlik bir tapınak turuna çıkıyoruz. Kameramızı, telefonlarımızı, ayakkabılarımızı, terk edip İskon Temple’ın kapısından içeri giriyoruz. Çok kalabalık , herkes tek sıra halinde, tek tek taşlardan oluşan uzun bir yolda sıraya girmiş durumda. Tanrı için dua  okunarak birer basamak, birer basamak  ilerleniyor. Krishna krishna hari hari krishna. (Krishna; Tanrının adı)

Yukarıya vardığımızda büyük bir çanın altından geçerek tapınağa giriyoruz. Büyük bir mekanda, sahne tarzı kurulan yüksekçe yerdeki din görevlileri çeşitli törensel şeyler yapıyorlar. Sonra ellerindeki sudan kalabalığa doğru savuruyorlar. Suyun insana denk gelmesi son derece özel bir durummuş ki, ben sırılsıklam oldum. Çok etkileyici bir törendi.

Ardından, çıkışta devasa kaplardan herkese ikram edilen, kurutulmuş yaprak içinde sunulan baharatlı pirinç ise harikaydı. Tadı ve kokusu damağımda. Neden ikinci tabağı almadım diye halen hayıflanıyorum.

Bu görkemli yerden mutlu bir şekilde ayrıldıktan sonra, sıra otelden bavulları almaya ve Ahmedabad’a giden uçağa yetişmeye geldi.

*** Yazının ikinci bölümü: HİNDİSTAN'DA AHMEDABAD'DA için linke tıklayın.http://gezimanya.com/GeziNotlari/hindistanda-ahmedabaddayim

FULYA EROKYAR

Yazar Hakkında

FULYA EROKYAR

1967 istanbul doğumluyum..İlk -orta -liseyi Yeşilköy de bitirdikden sonra, 1988 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun oldum.