Brüksel’den Brugge’a hızlı tren ile yaklaşık 15 Euro karşılığında 55 dakikada gitmek mümkün. Kuzeyin Venedik’i olarak bilinen bu şehir, 1300’lü yıllarda bir liman şehriymiş. Ama suların çekilmesi ile birlikte denizden uzaklaştığı için liman, Blakanberge’ye taşınmış.
Brugge’de bütçenize göre birçok konaklama alternatifi bulmak kolay. Bunlar arasından tavsiye edebileceklerim şehrin kenar kesiminde yer alan ve Beguinage'ye yalnızca 5 dakikalık ve Belfort'a ise 20 dakikalık yürüme mesafesinde bulunan ibis budget Brugge oteli. Şehrin iç kesimleride ki otellere gelecek olursak Hotel Bourgoensch Hof uygun konumu ve ulaşım ağlarına yakınlığıyla tercih edebileceğiniz bir otel. Otel, De Halve Maan Bira Fabrikası ve Beginaj Yapıları’na yürüyerek 10 dakikada, Groeninge Müzesi'ne de yürüyerek 5 dakikadan az bir mesafede bulunuyor. Buna alternatif olarak da hemen hemen aynı konumda yer alan ve alışveriş, restoran ve eğlence mekanlarına da yakın olan Hotel Koffieboontje’de düşünülebilir. Brugge’daki diğer oteller için isterseniz buradanbooking.com’a girerek göz atabilirsiniz de.
Otelimiz Maria straat denen caddede ve tren istasyonundan yürüyerek gidiyoruz. Yürüyüş yolu çok keyifli. Öncelikle güzel bir parkın içinden geçiyoruz. Sabah saatleri olduğundan birçok kişi yürüyüşe çıkmış. Kanalın üzerinden çok sayıda köprüler var. Kanala bakan nehir kıyısındaki taştan evler, bu evlerin renkli kapı ve pencereleri çok etkileyici. Taştan yollarda valizimiz tekerlerinin çıkarttığı “tıkı tıkı tıkı” sesleri hala kulağımda. Yollar o kadar keyifli ki, aklımda hiç “hadi hemen otele gidelim de yerleşelim” gibi bir düşünce yok.
Brugge’un nüfusu 1 milyon civarında, ama Belçika’nın en fazla turist çeken yeri. Yılda 4 milyon turist Brugge’u ziyaret ediyormuş. Otelimiz katedrale ve ana meydana çok yakın. Eski ama çok merkezi bir otel. Çok dik merdivenli ve yüksek tavanlı bir otel… Notre Dame Hotel.
Otele valizlerimizi bıraktığımız gibi, kendimizi şehrin sokaklarına bıraktık. Burada dükkanlar saat 10:00’da açılıyor ve 18:00’de kapanıyor. İlk olarak Markt Place denen ana meydana yürüyoruz. Bu meydan biraz Krakow’daki meydanı andırıyor. Çevredeki binaların çatı stilleri de Letonya, Litvanya tarafındaki çatı mimarisine benziyor.
Çevredeki tüm kafeler birbirinden güzel. İçlerinden birini gözümüze kestiriyoruz; Le Panier D’or… Burada Brugge’e özgü bir çeşit balık varmış onu denedik. Çok lezzetliydi.
Brugge’da bisiklet kullanımı Brüksel’e göre daha yaygın. Ara sokakların neredeyse tamamı Arnavut kaldırımı. Bir çok ara sokak hep 16.yy’dan kalmış. Burada bisiklet kiralayarak ta şehri keşfedebilirsiniz. Bisikletlerin kiraları günlük 5 Euro ile 12 Euro arasında değişiyor.
Dünyadaki ilk feminist hareketin Brugge’de yapıldığına inanılıyor. Bunun sebebi ise burada yaşayan Beguine’lerin olması. Beguine’ler 12. yy’da Low countries diye adlandırılan Batı Almanya, Hollanda, Belçika ve Luxemburg’u kapsayan kesimde toplu biçimde yaşamaya başlayan kadınlardır. Bu kadınların bir kısmı bekar ya da eşinde ayrılmış, bir kısmı eşini savaşta kaybetmiştir. Roman – Katolik dinine mensup olan bu kişiler hastanelerde gönüllü hemşirelik ya da okullarda gönüllü öğretmenlik yapmışlardır. Toplu halde yaşayarak bir erkeğe ihtiyaç duymadan hayatlarını devam ettirebileceklerini göstermişlerdir. Bu toplulukta bir kadın evlenirse bu topluluktan ayrılabiliyormuş. En son Beguine’nin 1920 senesinde Brugge’da öldüğü söyleniyor. O nedenle Beguine’lerin zamanında yaşadığı yer Unesco dünya mirasları listesine girmiş. Diğer söylentiye göre ise şu an Brugge’da 27 tane Beguine kalmış.
Meydanlar, Heykeller ve Önemli Yapılar
İçerisinde barındırdığı sanat eserleri nedeniyle şehrin, hatta ülkenin en önemli kilisesi olarak gösterilen “Our Lady's Church”ün en önemli özelliği şehrin en yüksek kulesine sahip olması. 13. yy’da yapımına başlanıp, 15. yy’da gotik tarzda tamamlanıyor. Bitirildiği dönemde kulesinin yüksekliği 122 metre. Burası Belçika’nın 2. en yüksek kuleye sahip kilisesi. Birincilik 123 metre ile Antwerp’teki katedrale ait. En önemli olması dini vasfından dolayı değil, bu unvan St Salvator Kilisesi'ne ait. Kilisenin sağ kanadındaki şapelde Michelangelo’nun 20’li yaşlarında yaptığı Madonna (Meryem Ana) heykeli bulunmakta. Mermerden yapılan bu eser, İtalya’daki Sienna’da bulunan kilse için yapılmış olsa da 1506 senesinde Jan ve Alexander Moscroen tarafından buraya getiriliyor. Bunun yanında yine burada sergilenen 15 kadar mermer heykel var. Bu kiliseyi en önemli kılan konu işte bu! Yani Mona Lisa Paris için ne ifade ediyorsa Michelangelo’nun Madonna’sı da Brugge için onu ifade ediyor.
Hemen bu kilisenin arka tarafında kanal kıyısında yer alan Memling Müzesi var. Eskiden burası bir hastaneymiş. 1188 senesinde yapılan bu hastane 1978 senesinden sonra müzeye çevrilmiş. Şu an içerisinde o döneme ait eserler sergilenmekte.
Brugge’da 2 tane önemli meydan var; birincisi Markt place diğer adı ile Town Hall Meydanı, ikincisi ise Burg Meydanı. Birinci meydan daha çok ticari amaçlar için, ikinci meydan ise yönetim ve dini objeleri barındıran meydanmış.
Town Hall meydanındaki en önemli yapı Cloth Hall ve Belfry Kulesi. Kesinlikle görülmeye değer. Buranın ilk yapılış tarihi 1280 senesi ama 1287deki yangından zarar görüyor ve 1482-86da tekrar inşa ediliyor. 1493’te zarar görüyor ve 1741’de yeniden yapılıyor. Burası Brugge’un en eski ticaret merkezi. Belçika’da üretilen Flamanlara ait ürünler buradan tüm dünyaya gönderiliyormuş. Şu an içinde 364 adet minik mağaza bulunduğu söyleniyor.
Belfry Kulesi'nin yüksekliği 83 metre ve yukarıya çıkmak için 366 basamak tırmanmanız gerekiyor. Değiyor mu derseniz kesinlikle evet! 17. yy döneminde yapılan din savaşları döneminde burayı zarar görmekten Flamanlar korumuş. Ancak savaşlar nedeniyle değil doğal koşullarından dolayı katedralin kulesi yaklaşık olarak 1,5 metre civarında yana doğru kaymış. Ancak bunu gözle pek fark edemiyorsunuz. Tabii ilerde Kuzey’in Venedik’i yanına bir de Kuzey’in Pisa’sı unvanını ekler mi bilinmez.
Buradan Burg Meydanı'na geçiyoruz. Eskiden bu meydanı Vikingler ve Normanların saldırısına karşı korumak için çevresini surlar ile çevirmişle ama şu an bu surlardan pek eser kalmamış. Bu meydanda en fazla dikkati çeken yapı 1376 senesinde inşa edilmiş olan Town Hall. 1895 senesinde neo-gotik tarzda yenileniyor. Brugge tarihinde önemli bir yere sahip.
Burg Meydanı farklı tarzdaki mimari eserler ev sahipliği yapıyor. Hemen Town Hall’un yanında 1883’ten beri Adalet sarayı olarak kullanılan Neo-klasik tarzdaki diğer bir önemli bina yer almakta. Ancak günümüzde turist bürosuna çevrilmiş.
Meydanın sol kısmında ise 1662 senesinde barok tarzda yapılmış Deanery denen St. Donatius Kilisesi'nde çalışan rahip ve rahibelere ev sahipliği yapmış olan bina var. Ama sonradan sarayı bir bölümü olarak hizmet vermiş.
Meydanın diğer köşesinde ise Flamanlar tarafından yapılmış olan Basilicus Kilisesi bulunuyor. Hemen yanında ise en çok turist çeken noktalardan biri olan Holy Blood Şapeli var. Buranın özelliği ise içeride kutsal kan olduğuna inanılıyor. 12. yy’da İsa’nın kanı bir silindir içerisinde buraya getirilmiş. Günün belli saatlerinde (14:00-15:00 arası genellikle) bu silindiri korunduğu yerden çıkartıp bir yastık üzerine koyuyorlarmış. Katolikler bunun kana hareket kazandıracağına inanıyorlar. Buradaki yıllık kutlama ise Mayıs’ın 2. Haftası yapılıyormuş.
Burg meydanındaki Town Hall binasının arasındaki daracık sokaktan geçerek kanalın yanına çıkıyoruz. Zaten burada bütün sokaklar daracık ve labirent gibi. Ama çok keyifli. Hangi köşeyi dönseniz bir sürpriz bekliyor sizi. Kanalın oradan şehri tekne turu ile de keşfetmek mümkün. Yaklaşık olarak için 35 dakika sürüyor. Kanalın üzerindeki köprüden geçince sol tarafta bir balık pazarı var. 1820’den beri Pazar günleri hariç her gün balık pazarı kuruluyor burada.
Sağ tarafta ise birbirinden çeşitli kafeler ve hediyelik eşya satan mağazalar var. Eğer hediyelik eşya almayı düşünüyorsanız, bu taraftaki mağazaların fiyatları çok daha makul.
Kanallar Venedik’tekilere göre çok daha geniş. Kanala paralel uzanan kuleleri saran sarmaşıklar, kanallarda gezinen kuğular, yemyeşil ağaçlar, at arabalarının nal sesleri şehre ayrı bir romantizm katıyor.
Bu çevrede yer alan Hotel Relais Bourgondisch Cruyce çok etkileyici. İki kanalın kesişimindi bulunan butik bir otel.
Brugge’de otel önerisi olarak, Beguinage’ye 10 dakikalık yürüme mesafesinde yer alan ve çevresinde birçok restoran bulunan Martin's Brugge oteli düşünülebilir. Otel konum olarak şehrin tam kalbinde yer alıyor. Bunun yanında Hotel Montovani’yi de tercih edebilirsiniz. Otel, şehrin tarihi kent merkezine oldukça yakın ve fiyatları da gayet uygun. Şehrin kültür ve alışveriş noktalarına yakın bir diğer otelde Hotel Ter Brughe ise Markt, Brugge Çan Kulesi ve Augustijnen Köprüsü’ne yakın bir konumda bulunuyor. Brugge’daki diğer oteller için isterseniz buradan booking.com’a girerek göz atabilirsiniz de.
Kısa bir yürüyüşün ardından Astrid Park'a geliyoruz. Bu park döneminin kraliçelerinden bir için yaptırılmış ama şimdi bir botanik bahçesine dönüştürülmüş. İçerisinde bir de Neptune’ün heykeli bulunuyor.
Şehirdeki yaşlı nüfusun çok oluşu dikkat çekiyor. Parkta bile birçok yaşlı çift el ele yürüyüşe çıkmış sanki aşk tazeliyorlar. O kadar hoş ve güzel bir görüntüydü ki, mutlaka gidip bunu yaşayın. Aşk dolu, çikolata kokusu dolu, nal sesleri ile akordeon sesleri dolu yemyeşil bir şehir… Eski şehrin dışına doğru diğer bir kanal boyunca dizilmiş 600 senelik yel değirmenlerini görüyoruz. Burada şu an sadece 37 tane yel değirmeni kalmış. Hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde duruyorlar ve kanal boyunca sıralanmışlar. Vaktiniz olursa bir pazar sabahı buradaki Cafe de Windmolen’e giderek burada iskambil oynayan ve bira içen Belçikalılar ile tanışma fırsatı yakalayabilirsiniz.
Çikolatanın şehrinde Çikolata Müzesi'ne gitmeden olmaz. Bu müzenin en dikkat çekici öğesi, girişte sizi karşılayacak olan gerçek boyutlarındaki çikolatadan yapılmış Obama heykeli. Aman dikkat! Altında da bir not var: Amerika Başkanı Obama’yı yememenizi rica ederiz. Diğeri ise Manken Pis’in çikolatadan heykelini yapmışlar ama burada işediği madde de çikolata. İlk şekilli çikolata kalıpları 1947 senesinde yapılmış. Tabii ki o nefis kokular ardından müzenin altındaki satış mağazasından elimiz boş çıkmadık.
Ardından Patates Müzesine geliyoruz. Bu müze çikolata müzesi kadar etkileyici değildi. Daha çok Patates’in Avrupa’ya gelişini anlatmışlar. Patates ilk olarak Peru’da bulunuyor. Oradan Şili’ye gidiyor. 1550 senesinde Şili’den Kanarya Adalarına, 1600’de Kanarya adalarından İspanya’ya, İspanya’dan da Avrupa’ya yayılıyor. Avrupa’da Patatesle en geç 1780’lerde Kuzey Avrupa tanışıyor. Müze ziyaretlerimiz ardından ara sokakların havasını solumaya devam ediyor ve ana meydanda birer bira içerek soluklanıyoruz.
Brugge gezimizi akşam Passage isimli yerel bir restoranda yediğimiz Midye ve Flaman tabağı ile sonlandırıyoruz.
Brugge, 2009 senesinde Brugge’da çekilen Brugge isimli film en iyi senaryo ödülü aldıktan sonra daha fazla turist çekmeye başlamış, bana sorarsanız çok daha fazla turisti hak eden bir kent!