Bulutların Üstündeki Diyar: Pokut

Kaçkar zirvesinden önce son durak olan Yukarı Kavrun’da hayal kırıklığı ile geçen bir geceden sonra sırt çantamızı toplayıp ayrıldık. Önceki gün sislerin içinden, sırtımızda 15 kg ağırlıkla, yağmur altında, çamura bata çıka Öküz Gözü’nün aşağısına kadar gitsek de kamp kuramayacağımızı düşünüp yaylaya dönmeye karar vermiştik.

Sabah miskinlik biraz yaptık. Tekrar toparlanıp aşağıda Ayder’e vardığımızda akşamüzeri 15.00 gibiydi. Yokuş aşağı yürümek zor olmamıştı ama ıslanmak işin keyfini biraz kaçırıyordu. Çantaları bir kenara bırakıp kendimizi yaylanın yeşil yamacına bıraktık. Vadinin yukarılarını saran bulutların altında uzunca bir süre ne yapacağımızı düşündük. Plan bozulmuştu. Ama hayat da böyle değil mi zaten? Gözlerimizi bulutların içinden aşağı doğru gürüldeyerek akan şelaleye dikmiştik. Şelalenin masalsı manzarası yukarıda, bulutların üstünde başka bir dünya varmış hissi uyandırıyordu. O an neden o dünyaya gitmiyoruz dedik.

Duyduğu andan itibaren yol arkadaşınızın yüzünü gülümseten fikir iyi bir fikirdir. Trompetçi çocuk gibi bulutlara kadar uzayan sihirli bir fasulyemiz olmadığı için yukarı çıkmanın yollarını aradık. Önce minibüsle 15 dakika süren bir yolculukla Çamlıhemşin’e indik. Ardından ilçe merkezindeki tek taksi durağından bir abimizle anlaştık. Durmadan yolun ne kadar kötü durumda olduğunu anlatıyordu. O yüzden bir lira aşağı inmedi. O dakikadan itibaren bu seyahatin beklenen mucizelerinden biri olan bulut denizini görme hayali bizi tekrar havaya soktu.

Bir ümitle arazi aracıyla dağı tırmanıp bir saatin sonunda yaylaya vardığımızda yaşadığımız gene hüsrandı. Bir ralli pilotunda farkı olmayan taksici Kadir abi, bizi yolun bittiği yerde çamurun içinde bırakıp hızla uzaklaştı. Her tarafı kaplayan sisten hiçbir şey görmek mümkün değildi. Bir yandan da ahmak ıslatan yağmur ağır ağır ama itinayla her şeyimizi ıslatmakla meşguldü. Arkadaşım ne yapacağımızı sordu. Plan kamp kurmaktı. Fakat bu şartların bir önceki günden farkı yoktu. Çantalarımızı sırtlayıp stabilize ama haftalardır yağan yağmur yüzünden artık stabil olmayan yolun sonundan yukarı çıkan patikaya girdik. Patikaya doğru uzayan ıslak otlar sayesinde dizlerimize kadar ıslandık. Çantalar da artık yeterince ıslak sayılırdı. Alnımdan damlayan yağmur sularını silmek için kafamı kaldırdığımda yolun yukarısında önünde büyükçe bir verandası olan üç katlı ahşap ev dikkatimi çekti. Bu arada bir süre taksinin önünden koşup yaylaya dönen inekler de arkamıza takılmıştı. İneklerin mölemesine bir süre sonra kızgın bir köpeğin havlamaları katıldı. O anlara kadar hayalet kasaba olan yayla birden hareketlenmişti. Yağmurdan kaçıp ne yapacağımızı bilmez bir halde ahşap evin verandasına sığındık.

Ev yaylaya gelen turistleri konuk eden bir motel olarak işletiliyordu. Evin diğer köşesinde köpeği sakinleştiren genç kadın bize yaklaşıp selam verdi. Adının Seyhan olduğunu öğrendiğimiz ve daha sonra arkadaş olduğumuz bu genç kadın bize evin sağındaki düzlükte kamp kurabileceğimiz söylerken bir yandan da laf arasında kafasını arkaya dönüp hala sakinleşmeyen köpeğe “Batman, Batmaan.. hayır..” diye bağırıyordu. Batman, Sivas Kangalı ve Saint Bernard kırması mükemmel bir köpekti. Yüzü ve hırçın mizacını belli ki Kangal’dan almıştı. Seyhan, Batman’in normalde hırçın olmadığını ama muhtemelen ortalıklarda bir yaban olduğu için gergin olduğunu söyledi. Arkadaşım ve ben, bizden mi bahsediyor acaba diye birbirimize baktık.

Bu arada arkadaşım durumdan hiç memnun değildi. Sonunda kamp kurmaktan tamamen vazgeçip geceyi bu ahşap yayla evinde geçirmeye karar verdik. Fiyat konusunda Seyhan’la anlaşıp üzerimizdeki ıslaklardan kurtulmak üzere gıcırdayan tahta merdivenlerden çıkıp üst kattaki odamıza yerleştik. Bu küçük ve sıcak mekan bir işletme olmaktan öte ev gibiydi. İki Gürcü çalışan ve küçük kızları Marika dışında otelde iki de Arap misafir vardı. İki kafadar broşürde görüp hayran kaldıkları bulut denizini görmek üzere Riyad’den kalkıp buraya gelmişlerdi. Ama iki gündür burda olmalarına rağmen Pokut gösterisini sergilememişti. Hep birlikte yemek yedikten sonra fıkra gibi bu kadro (iki Arap, iki Gürcü, bir Azeri, bir Hemşinli ve ben) gece yarısına kadar süren koyu bir muhabbete daldık.

Dışarıdaki hava muhalefeti nedeniyle 2000 metrede birbirimizin içine doğru yolculuklara çıktık. Sabah 03.00 gibi herkes artık yatmış ve ben de yatmaya hazırlanırken evin kapısından dışarıyı seyreden Seyhan heyecanla verandaya çıktı. Bana seslenince arkasından koştum. O an gördüğüm manzara tarif edilemezdi. Gene de anlatmaya çalışayım. Bulut denizi oluşmuştu. Üstelik açık gökyüzünü kaplayan parlak yıldızlarla aydınlanan bir bulut deniziydi. Uzaktaki dağların zirveleri, ürkütücü alacakaranlıkta denizin içindeki küçük hayalet adacıklara dönüşmüştü. Manzara görkemli ve bir o kadar da sarsıcıydı.

Deniz seviyesinden iki bin metre yukarıdaki denizi, yıldızları, görkemli dağların adacığa dönüşen zirvelerinin alacakaranlık seyrine doyamadım. Gece böyleyse, gündüz nasıl görünebilirdi?!

Dikkat! Yazının devamını okurken fonda çalmak için; Karmate-Yaylalar.

Kalkmak için erken bir saat sayılsa da uyandığımda en ufak bir yorgunluk ya da uykusuzluk hissetmiyordum. Doğrulup yatağın ayak ucundaki pencereye gittim. Bulut denizini unuttuğum bir andı ve amacım sadece pencereyi açıp odayı havalandırmaktı. O an fotoğraflarda gördüğüm o muhteşem manzara ile karşılaştım. Geceki silüetten çok daha etkileyiciydi. Manzara o kadar sarsıcıydı ki birkaç saniyede tüm sabah mahmurluğumu attım.

Bütün gece hava durumu hakkında spekülasyon yapıp durmuştuk. Tüm seyehat boyunca peşimizi bırakmayan yağmur ve sis buraya çıktığımızda da bize hayal kırıklığı yaşatmıştı. Ama şimdi ahşap odanın penceresinden dışarı bakarken düşünüyorum da buraya geldiğimize değmişti. Hatta iki gündür manzarayı bekleyen Araplara göre şanslı bile sayılırdık.

Pencereyi açar açmaz serin ve nemli bir rüzgar odaya doluştu. Dağları küçük adalara çeviren bulut denizinin kaybolmaması için dua ediyorduk. Ama saatler boyunca yerinde durunca günün bu şekilde geçeceğine dair ümitlerimiz de artmıştı. Doğaya dair birşeyler okumak için burdan daha iyi bir yer bulamam diye düşünerek verandaya inip Walden’i elime aldım. Thoreau’nun hayatımızdaki detayların gereksizliğine dair tek tek muhakemelerini sıraladığı kısımdaydım. Yüzüme vuran sakin rüzgarla okumaya dalmışken Gürcü otel görevlimiz kahvaltıyı veranda da mı yoksa içeride mi alacağımızı sordu.

 
Kahvaltı geldiğinde kitabın sayfalarını serin esintiye bırakmış fotoğraf makinamı elime almıştım. Elimizdeki her türlü teknolojik aletle mümkün olan her açıdan fotoğraf ve video çekmeye koyulmuşken bir yandan da verandadaki tahta masanın üzerindeki kahvaltımızla ilgileniyorduk. Ortada bakır küçük bir tavada servis edilmiş bol tereyağlı bir muhlamamız vardı. Kızartılmış ekmekleri bana bana yedik. Bulut denizinin kıyılarındaki dağların ardından gelen yayla balının tadı yolculuğu kadar güzeldi. Yediğimiz herşeyin tadındaki tazeliği hissediyorduk.

Karnımı doyurup tekrar bulut denizini seyre koyulduğumda ilginç bir detayı fark ettim. Bulut denizi durgun bir gölden ziyade dalgalı bir deniz gibiydi. Bulutlar sağımızdaki Sal Yaylası'na yükselip geri gidiyordu. On dakikalık hızlandırılmış bir video çektiğimizde mucizeyi daha net görebiliyorduk. Bu arada Pokut’un batısında yer alan Sal yaylasına, spontan bir grup oluşturup küçük bir tur gerçekleştirdik. Yaylaların bulunduğu tepeyi aştığımızda kuzeyde yani Fırtına Vadisi ve Ayder Yaylası’nın üzerinde de ufka kadar uzanan sonsuz bir bulut denizini daha gördük. Çamlıhemşin’den aldığımız havadise göre aşağıda hava kapalı ve yağmurluydu. Biz ise yukarıda güneşli güzel bir gün geçiriyorduk. Pokut’un Sal’dan görüntüsü de ayrı bir güzeldi. Bir süre oturup bulut denizine doğru alçalan çıplak yeşil tepe boyunca güneye bakan yayla evlerini izledik.

Öğleden sonra bulutlar biraz daha yükselince dalgalar bu kez Pokut’un üzerinde gösteriye koyuldu. Gösteriyi en iyi yerden, tahta evin ikinci katındaki odamızın penceresinden izledik. Bulut denizi güneye doğru ince bir tepe halinde uzanan yaylanın iki yanından yükselip birleştiğinde yayla tamamen gözden kayboluyordu. Bundan birkaç saniye sonra pencereden odanın içine dolan bulutlar ortalığı tamamen beyaza bürüyordu. Ardından geri çekilme başlıyor. Birkaç dakika sonra yaylanın ilerideki sırtı beliriyor, eve yakın sırttaki diğer evlerin çatıları görünmeye başlıyordu. Bir dakika içinde bulutlar vadilere doğru geri çekildiğinde yayla tekrar yeşilin keskin tonlarına bürünüyor.

Bulut denizini gerçek bir deniz gibi düşünürsek solumuzda yürümekle birkaç saatlik mesafede denizin kıyısında dar bir sırtta uzanan başka bir yaylada evlerin çatıları batıya doğru ağır ağır alçalan güneşin ışıkları ile parıldıyordu. Burası Hazindağ Yaylası. Bu yaylanın bulunduğu dağ sırasında derin bir vadiyi aştıktan sonra ise vadinin çam ağaçlarıyla kaplı orman örtüsünün seyrekleştiği bir noktada Amlakit Yaylası görülüyor. Kaçkar Dağları’nın eteklerinden kaynaklanıp vadi boyunca birkaç dala ayrılıp akan dere akşam güneşi ile bembeyaz ışıldıyor.  Dere vadinin bulutların altında kalan kısmında devam edip, Kaçkar Zirvesi eteklerinden doğan Fırtına deresi ile birleşiyor. Birleştikleri nokta dere kenarında derin vadide yolun kenarı boyunca sıralanmış birkaç evden ibaret olan Çamlıhemşin. Fırtına deresi daha sonra Pazar ile Ardeşen’in arasında bir yerden Karadeniz’e dökülüyor.

Hazindağ ile Amlakit’in arasındaki derin vadinin yukarılarında ise civardaki en yüksek yayla olarak bilinen Samistal bulunuyor. Yayla Memişefendi ve onun kuzeyindeki Beştaş tepelerinin 2500 metrede birleşen eteklerindeki düzlükte kurulu. Derler ki bulut denizi Samistal’in aşağılarına kadar gelir ama yaylaya hiç çıkamaz. Samistal şimdilerde yeşil yol belası ile mücadele ediyor. Oraya gidemedik ama haberlerini aldık. Yaylanın anaları iş makinelerinin önüne dikilmiş, yola izin vermemiş. Biz yola çıktığımızda da Kavrun’daki cephe kazanılmıştı. Yalçın abi şimdi Samistal’e gidecekler demişti. Samistal de düşmedi. Yayla evinin verandasından bulut denizinin kıyılarını seyretmeye devam ediyoruz.

Seyhan, Güney batıda Çat Vadisi’nin batı yamaçlarında yeşili açık gökyüzünün mavisi ile karışan uzak sıradağların bulut denizine nazır sırtlarında Gito Yaylası’nı gösteriyor bize parmağıyla. Bu arada serin rüzgar, benim ara verdiğim kitabı yapraklarını uçuşturarak okumaya devam ediyor. Dağların tepelerinde yazın dahi erimeyen benek benek kar örtüleri görülüyor. Doğuda yeşil ve mavinin karışımı tepelerin ardında ise Kaçkarlar’ın grileşmiş yüksek noktaları mavi gökyüzüne doğru sivri zirvelerini uzatıyor. Samistal’in bulunduğu vadinin solundaki tepelerin ardından Kaçkar Dağı, daha solumuzda ise Beştaş Tepesi’nin arkasında, Kavrun Vadisi’nin ötesinde Kemerli Kaçkar Dağı ufukta gökyüzünden önceki en yüksek noktalar olarak görülüyor.

Zaman çabuk geçti. Seyhan’ın babası Haluk abi de aşağıdan geldi. Onunla da biraz muhabbet ettikten sonra akşama doğru hava tekrar kapandı ve masal hafızamıza kazınan muhteşem görüntüleri ile sona erdi. Yola koyulduğumuzda yağmur yeniden başlamıştı. Bulutların altındaki dünyaya geri döndük.

Bu yazıdaki bulut denizi hızlandırılmış çekim-1 ve hızlandırılmış çekim-2. Rüzgarın okuduğu kitap için Henry David Thoreau ve Walden.

Yazarın diğer yazıları için; gezegendebiryer.com