Karar vermemiz 10 dakika sürdü. Atina! Hemen biletler alındı, airbnb'den ev kiralandı. 4 gün Atina havası alacak, “uzo”ya balığa katık edecektik.
Olympic Air'in pervaneli, önce korkutucu ama sonra çok rahat olan uçağıyla 1 saat sonra Atina'ya varıyoruz. Tren neredeydi hangi meydana gidecektik diye bakınırken, toplam 25 kişi alan uçağın diğer Türk yolcuları ile aynı meydana gideceğimizi fark ettik. Syntagma; direnişler, gösteriler her şey burada oluyor; tam anlamıyla merkez. Atina enteresan bir şehir, bildiğin çirkin... “Bu ne be!” diyorsun şehre yaklaştıkça. Bakımsız binalar, her taraf apartman... Hiçbir albenisi yok. Ama... İşte o “ama”yı aşağıda okuyacaksınız.
Bizim evimiz antik stadyumun hemen yanında. Evde hemen birer Mythos ile başladık. Sevgilim ben evde dinlenirken, her zamanki gibi etrafı keşfetmeye gitti. Döndüğünde gözleri yine fal taşı gibi açılmış, “sevgilim süper lokantalar buldum! Hadi kalk" dedi. Hemen evin üst tarafında terası asma yapraklı olan lokantaya geldik. Mezeler, hemen uzo vs. derken masayı donattık. Her şey harika lezzetli değildi, hayal kırıklığı da olmadı ama sıradandı yani... Daha iyilerini yedik 4 gün boyunca.
Orada yemeler içmeler, “Biz geldik!” telefonları falan zaman geçti. Tabii biz de mahallemizi keşfetmeye devam ettik. Her 5 kepenkten 1'inin açık olduğu sokaklarda yürürken, Yunan “hipster”larının takıldığı Chelsea Bar'a denk geldik. “Hey yabancı?!” bakışları arasında, bir masa bulduk kendimize… Kahvemizi içtik, biraz soluklandık sonra doğruuu eve...
Uyandığımızda gece 00.30'du ve açtık! Hemen bizim Chelsea'ye attık kendimizi; et tabağı, peynir tabağı, bira, şarap derken saati 03.00 yaptık. Bu arada herkes sokaklarda bizimle beraber, gece mekânlar sabaha kadar açık neredeyse...
Makul saatte kalktık ertesi gün, harita benim elimde yine, çözmeye çalışıyorum. Parlamento binasını takip ederek, Syntagma'ya geldik. Oradan Ermou Caddesi üzerinden Monastiraki'ye doğru yürüyerek Plaka'ya geldik. Tabii böyle yazınca ne kadar hoş, ne kadar tatlı oluyor. Bayağı yürüdük yahu! Her yer antik kalıntı dolu, her yer! Oraya bakalım, buraya bakalım derken; acayip acıktık. Yine içgüdülerimize güvenerek, bir lokantaya oturuverdik. Saat yaklaşık 16.00 falandı; akşam yemeği gibi olmasın, uzo içelim meze yiyelim dedik. Karışık deniz tabağımız geldi; karidesler, kalamarlar, ahtapotlar anlatamam güzelliği...
Tabii o günlerde; Türk olduğumuzu duyan tüm Yunanlıların sorduğu şey İstanbul, Gezi Parkı ve son durumdu… Hemen içselleştirip kendi durumlarını anlatıyorlar, herkes birbirine “direnmeyi bırakmayın!” diye telkinde bulunduktan sonra fotoğraflar çekiliyor. Böyle bir lokantadayız işte, sohbet hiç bitmiyor. Yan masada 3 yaşlı amca sohbet ediyor. Önce kadehler kalkıyor, sonra ufak ufak muhabbet derken, 2 saat sonra ben göbek atıyordum!
Amcalar eşlerinden azar yememek için, 3 saat sonra falan kalktılar. Biz oturuyorduk. Yanımıza sonra Gallerli yaşlı bir çift oturdu. Hoşgeldiniz diyerek onlarla da başladı sohbet tabii! Hatta öyle ki amca en sonunda “Galler'e de bekliyorum!” diyerek cep telefonu numarasını ve adresini yazdı : )
Onlar da kalktı, biz hala oturuyorduk...
Sonra yine aynı masaya, bu sefer bir Türk aile geldi. Aynı uçakla beraber gelmiştik. 2 tatlı çocukları vardı. Onlarla muhabbet sohbet derken, saate baktık; 02.00'ydi! Lokantaya kamp kurmuşuz meğer… Yürüyerek Monastiraki Meydanı'na geldik yine, tarihi kilisenin duvarına oturup sokak müzisyenlerini dinledik, dinlemeye çalıştık en azından… Tekrar Syntagma'ya yürüyüş, oradan taksi ve ev ve uyku…
Bu ne hava böyle?!
Dün gece içilen uzoların içimde yarattığı depremin üstüne, pencereden baktığımda gördüğüm fırtınamsı hava da mum dikti tabii…
“Bir şey olmaz ya! Çok fazla yağmıyor zaten, sadece rüzgâr var bir şey olmaz sevgilim!” diyen ben evden çıktıktan 4 dakika sonra “sevgilim şu amcadan şemsiye alalım çok yağıyor!!” deyiverdim utanmadan… Bir banka oturduk, büyük parkın kenarında yağmurun biraz dinmesini bekliyoruz. Yanımızda da bir amca oturuyor, öyle bedbaht görünüyoruz ki amca sağ olsun bize poğaça ikram etti, hatta ölümüne ısrar etti. Başladık konuşmaya tabii, Yunanmış ama Avusturalya' da yaşıyormuş uzun zamandır. Yağmur dindi, amcaya “efharisto!” diyerek Kolonaki'ye doğru yürümeye başladık. Kolonaki, Atina'nın Nişantaşı'sı… Kafeler, şarküteriler, mağazalar hepsi burada... Ermou ve Monastiraki, zincir mağazaların hatta ilerisinde bitpazarı bulunan İstiklal Caddesi tarzında yerler… Kolonaki tam anlamıyla Nişantaşı… Neyse, o kadar çok yağmur yağıyor ki bir yere sığınıp kahvaltı ve oradan doğru Monastiraki'ye gideceğiz. Çünkü bugün sevgilimi, Exarcheia'ya götüreceğim. Exarcheia; öğrencilerin, sanatçıların, anarşistlerin, direnişçilerin bölgesi… Tüm sokakların, tüm evlerin abartmıyorum hepsinin üzerinde sprey boyayla bir şeyler yazıyor. Omonia metro durağında inip oradan birine sorarsanız, hangi caddeyi takip edeceğinizi söyler.
Biz herhalde biraz ölü zamanda gittik, gündüz sokaklar bomboştu ama o ruhu tamamen hissediyorsun… Ana caddelerde hiçbir şey yok; ara sokaklara dal, mutlaka çıkarsın bir yerden felsefesiyle ilerliyoruz. Muhteşem çantaların satıldığı bir mağazadan, geleneksel çanta alışverişimi yaptıktan sonra, satıcı kızdan Avli diye bir lokanta olduğunu öğreniyoruz. Buluyoruz ve amca bize bir sofra kuruyor anlatılmaz! Git mutlaka Exarchia'da Avli!
Mis gibi yemek yedik, dinlendik ve amcayla vedalaştıktan sonra yürümeye devam… Şimdi de bir kafe bulup kahve içeceğiz. Yine bilmediğimiz sokaklara girerek, çok güzel müziğin duyulduğu bir kafeye girdik. Ben kahve, sevgilim de çok sevdiği fakat çok nadir bulunan viskisinden içti. Burası küçücük avlusu olan bir yer… İsmini bilmiyorum.
Zaten çok gerek duymadıkça gittiğim yerlerin isimlerini vermeyi sevmiyorum. Çünkü istiyorum ki herkes kafasına göre keşfetsin, kaybolsun, yeni tatlarla tanışsın…
Yorgunluktan bayılmadan atladık taksiye evimize doğru… Bir de baktım ki Exarcheia'dan dümdüz devam edince Kolonaki'ye geldik bir anda! E bu Atina çok kolay yahu! İyice çözdüm artık!
Eve geldik, biraz enerji için uyumak lazımdı. Uyuduk zar zor kalktık, resmen zoraki görevmiş gibi Kolonaki'ye gittik. Bir yere oturduk, yemek yedik ve kalktık. Konuşmaya halimiz yoktu. Eve döndük uykuya devam... Bir kez daha anladık ki bu programsal şeyler bize gelmiyor. Günümüz az! Bir dakikası bile boşa geçmemeli diyerek kendimizi perişan edemiyoruz.
Onca uykuya tabii bomba gibi kalktık. Bugün; Apollon Tapınağı ve bilumum diğer tapınaklar, yani Akropolis gezilecek… Başladık tırmanmaya, hava güzel sıcaktan patlamıyoruz ama insan kalabalığından fenalık geliyor. Arkadaş bu ne!
Okları takip ede ede ya da insan güruhunu takip ederek de olabilir, Akropolis'te dolanıyoruz. 3. yüzyıldan kalıntılar var. Evet, kabul ediyorum çok güzel korunmuş harika ama göz aşinalığı var herhalde... Diğer ülke vatandaşları gibi ağzım açık dolanmadım. Ama müzelere bayıldım orası ayrı... Akropolis ve civarı için bence daha çok vakit gerekiyor, gezilecek çok yer var. Sabahtan başlayıp müzeleri de öğleden sonraya bırakmak gerekiyor. Zira 15.00'e kadar gezdin gezdin.. Ama sıkıntı yok çünkü 12 Euro'ya alınan biletler 3 gün geçerli...
Neyse konu dağılmasın;
Çıktık antik bölgeden hop Plaka'dayız : ) acıktık da… Souvlaki yemeden olmaz... Bak mekân ismi vermem diyorum ama buraya gidilir, Souvlaki Bar!
Süper tatlı bir yer, shot bardaklarında tadımlık çeşit çeşit souvlaki geliyor. Bir de yanına uzo, cennet gibi! Derken, Zeus kızdı herhalde, bir gök patladı bir yağmur! Herkes kaçışıyor! Biz Souvlaki Bar'ın içine sığındık.
Bu arada Atina'da iç mekânlarda sigara içiliyor. Her yerde uyarı var ama kimse dinlemiyor, ama yine de öncesinden sormakta fayda var.
“Madem yağmur yağıyor, mahsur kaldık, o zaman dayan uzo'ya dayan souvlaki'ye!” tadında yine binlerce saat oturduk. Sahibiyle tanıştık tabii adettendir, aman Allah çok tatlılardı. Karı koca işletiyorlar. Muhabbet bitmedi.
Aşağıda adresi var Souvlaki Bar'ın, çok merkezi bir yerde! Atina'da yer yön bulmak da çok kolay… Mutlaka bir mola vermek lazım...
5 saat sonunda evimize dönmeye karar verdik.
Zira bu akşam Taylan'ı Gazi'ye götüreceğim. Gazi; Atina'nın kafelerle ve barlarla dolu olan bölgesi… Taksiyle ya da Keramikos metro istasyonundan gidilebilir.
Sıra sıra kafeler var, 20 yaşında olsam beeelki oturabileceğim yerler… Süslenip püslenip birbirini kesen gençlerin oturduğu, bangır bangır müzik çalan yerler… Beğenmedik, bize gelmedi. Hayal kırıklığı tavan tabii... Bir şeyler atıştırdıktan sonra, ara sokaklara daldık. Neresi var bakalım derken, “bu akşam caz dinlesek ne harika olur!” dedim ve 5 dakika sonra ana caddenin bir sokak arkasında minicik oldschool bir bar, caz standartları çalıyor… İçerisi tıka basa dolu... Daha sonra rock klasiklerine geçtiler Chaka Khan cover'ı yaptılar, tavana sıçrıyorduk sevinçten… “Mastika”ları golden shot tadında alıp, yolumuza devam ettik.
Atina'da son gün… Atina'yı her geçen gün daha çok seviyor insan… “Öf çok çirkin şehir yaa!”dan “Ay canım Atina'ya!” dönüş yaptık artık. Elimdeki haritayı da kullanmıyorum, çünkü her yeri öğrendim. Kahvaltı için Kolonaki'ye gittik. Her zaman yaptığımız gibi; peynir, şarküteri ürünleri, kedi maması?! gibi market alışverişimizi yaptıktan sonra eve döndük. Taylan evde uyumak istedi, benim de alacaklarım vardı. Çıktım, Kolonaki'de harika bir şarküteri var; oradan sevgilime jamon aldım. Aşağıya kısa yoldan Syntagma'ya, oradan Hard Rock Cafe'ye… Yine Taylan'ın tişörtünü değiştirdim. Oradan indim Ermou'ya dolaşmaya, resmen gitmek istemiyorum. Sanki yıllardır Atina'da yaşıyormuşum gibi hissediyorum.
Son dakika alışverişlerinden sonra apar topar eve geldim, bir baktım ki sevgilim evi toplamış ve temizlemiş. Evimize veda ettikten sonra taksiyle havaalanına yola çıktık. Ama Syntagma'dan da trenle gidilebiliyor, 50 dakika sürüyor.
Sonuç olarak;
Atina estetik bir şehir değil, Akropolün muhteşem manzarası dışında hiçbir şey yok diyebilirim ama inanılmaz bir çekiciliği var. Çirkin ama çok çekici bir kadın Atina...
Tekrar tekrar görmek istediğin, ondan ayrılamadığın bir kadın…
Zaman zaman birbirimize, “Atina'ya mı gitsek ya? Çok özledim!” diyoruz. Bunu 4 gün sonunda söylüyoruz... 1 ay kalsaydık; tası tarağı toplar, yerleşirdik eminim.