Porto’dan 3 saatlik yolculuktan sonra Santa Apolonia'da indik. Ev sahiplerini arıyoruz. Süper tatlı gülen 2 kişi el sallıyor bize, Nuno ve Gonçalo ile eskiden tanışıyormuşuz ama sanki yıllardır görüşmemişiz gibi sarılıyoruz. “Biraz yürüyeceğiz 5 dakika!” diyorlar. Evet, tamam 5 dakika ama ellerde bavul, parke taşlar ve rampa tırmanıyoruz. Sevgilim ve Nuno bir yandan konuşup bir yandan hızlı hızlı tırmanıyorlar. Gonçalo'da beni lafa tutuyor sürekli sorular soruyor, hem tırmanıp hem cevap vermeye çalışıyorum?! Neyse 5 dakikalık yürüyüşten sonra Alfama'nın içinde bulduk kendimizi; evimizin hemen üstünde minicik bir meydan, evimizin tam karşısında bir bank, zeytin ağacı, birbirine bitişik evler, bağıra bağıra konuşan insanlar, köşede bir amatör futbol kulübü ve şaşkın şaşkın bakınan Kuzey Avrupalı turistler...
Bizim çok aşina olduğumuz ve sevdiğimiz, Tarlabaşı'nın biraz daha uslu ikiz kardeşi gibiydi Alfama… Nuno ve Gonçalo ile biraz konuştuktan sonra, meşhur kara kaplı deftere bakarak kendimizi sokaklara attık. Alfama bir kere karışık bir yer, her yer birbirine benziyor, o yüzden kaybolmak işten bile değil. Gelmeden önce herkesin binmeden olmaz dediği Tram 28'e binerek başladık, o şekilde başlamaz olaydık. Geçtiğimiz yerleri bilmeden şaşkın şaşkın bakınırken, çoğunluğun indiği bir meydanda biz de indik. Tamamen sürü psikolojisi, yine kalabalığı takip ederek Bairro Alto'ya varacağımızı biliyordum. Bairro Alto; bizim Beyoğlu gibi, bar ve restoranlarla dolu, insanların sokaklarda eğlendiği bir bölge bu arada…
Gelmeden önce öyle çalıştım ki gidilecek restoranların adres tarifleri, telefonlarına kadar yazmıştım. Fakat hiçbirine gidemedik, eksiklik olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tesadüfen bulduğumuz restoranlar da muhteşemdi. En güzeli de bu oluyor bence, tavsiye ile gidilen yerlerde beklenti çok yüksek oluyor ve bir şeyden memnun olmayınca keyif kaçabiliyor.
Yine sokaklarda dolanırken, tesadüfen keyifli bir yere denk geldik. Güzel yemek, işletmecisiyle güzel muhabbet derken, tek başıma bir şişe şarabı bitirdim. Dolanalım biraz dedik, caz kulüp arıyoruz. İyice kalabalıklaşmış sokaklar, bildiğin insan trafiği var. Tam da o sırada caiprinha istedi canım! Arkadaş başıma ne geliyorsa onun yüzünden geliyor. Caz kulübü bulduk, içerisi dolu ama dinlemek için bizi alacaklar içeri fakat içkisiz! Hadi o zaman fondip! İçki bardakta bırakılmaz sonuçta... “Lizbon güzel, biz güzeliz, müzik güzel ben daha ne isteyeyim ya!” tadında sallanırken, Bairro Alto'ya her akşam gelinemeyeceğini adamı zıvanadan çıkarabileceğini anladım.
Taksiyle hadi hop eve olmuyor Lizbon'da özellikle de Alfama'da oturuyorsan… Taksici bizi evimizin önüne bırakamadı! Her sokak birbirine merdivenle bağlı olduğundan, belirli yollar var arabalar için… Fakat o yolların bir kısmı da belirli saatlerde trafiğe kapatılıyor. Taksici amca bizi, evin aslında üst sokağında bırakıyor ama o kadar bilmiyoruz ki inmiyoruz. Aynı yerde adamcağızı 3 kere döndürüyoruz. En sonunda adam taksiden indi, bize yürüyeceğimiz yeri gösterdi, inmek zorunda kaldık. Hemen yolda gördüğümüz amcayla teyzeye yapıştık, “Ruo dos Corvos (ruo doj corvoşj şeklinde okunuyor) nerede?” diye... O kadar tatlı ki insanlar, teyze eve kadar bizimle geldi neredeyse, tek kelime İngilizce bilmiyor ben de obrigada! (teşekkürler) demekten başka bir şey bilmiyorum; bizi evimize getirdiler, tabii “eyvah kaybolduk!” korkusuyla ayıldım...
Cascais, okyanus kenarı bir kasaba… Sahil güzel, deniz muhteşem ve deli soğuk… Burası sanki Lizbon zenginlerinin sayfiye yeri gibi, muhteşem evler var. Cais De Sodre İstasyonu’ndan 40 dakikada gidiliyor. Buradan kalkan otobüslerle Cabo de Roca'ya yani Avrupa'nın en batı ucuna gidebilirsin…
Dönüş kolay olsun çok uğraşmayalım diye, biz denize girme olayını Estoril durağında inerek hallettik. Cascais istikametinde Estoril'de iniyorsun metrodan, alt geçitten geçip plajlara Tamariz'e geliyorsun. Restoran var, emanet var. Şezlong kişi başı 8 € idi yanlış hatırlamıyorsam… Her şey harikaydı, buz gibi okyanus suyu, “Thai”li teyzenin yarım saatlik masajı... Ta ki yemek yiyene kadar… (Mayıs 2013 gibi “clean food” olayına girdim. Spor yapıyor, işlenmiş gıda yememeye ve ağır beslenmemeye dikkat ediyorum. Lizbon’da clean food meselesini koy verince ben, olan oldu… Önüme gelen her şeyi yemeye başlayınca o gün Tamariz'de bünye iflas etti. Önce çok kötü olmadım, hazımsızlık çekiyorum sandım, içkiden müzikten geri durmadım. Akşamüzeri plajın sol tarafındaki Şato'nun önünde caz yapmaya başladılar. Dinlemeye gittik gitmesine ama o an bir terslik olduğunu anladım. Bırak caz dinlemeyi, ayakta durmak istemiyordum. Ertesi gün de Sintra'ya gidecektik. Sintra; Rossio istasyonundan 40 dakika uzaklıkta… Dokusu bozulmamış çok romantik bir Ortaçağ kasabası… Anlatacak hiçbir şeyim yok orasıyla ilgili çünkü herkes tişörtlerle dolanırken, ben üzerimde 2 kazak kafamda şapka boynumda atkı ile otururken, sevgilim hastanenin yerini öğrenmeye çalışıyordu. Geldiğimize pişman olarak, tekrar 40 dakikalık bir yolla Rossio istasyonuna döndük, bir daha o kadar yemeğe tövbe ettim tabii…
Ben dinlenirken sevgilim mükellef bir sofra donattı, masayı çıkardı kapımızın önüne, keşke daha çok keyfini çıkarabilseydim. Ben içerde uyurken, o mahallenin delikanlılarıyla takılıyordu.
Sabah turp gibiydim artık! Erkenden kalkıp kahvaltı ettik, “Ginjinha”larımızı (meşhur vişne likörü) içip, Museu do Fado'ya geldik. Fado beni çok etkiler, çok severim, o yüzden müzeden de çok keyif aldım. Dinleme odaları, tarihçe, plaklar, sanatçılar çok güzeldi.
Oradan çıkıp, Cais do Sodre istikametinde yürümeye başladık. Praça do Comercio'ya geldik. Meydanda bir bira müzesi var, Portekiz bira tarihini anlatıyor; en sonundaki eski mahzen mizanseni, fıçıdan bira içme seremonisi dışında bir numara yok.
Cod Fish yani Morina Balığı, Lizbon'da menülerde en çok gördüğünüz şey olacak. Sadece morina balığından 300 farklı yemek yapıyorlar. Köftesi, çorbası, pilavı, yahnisi çeşit çeşit… Ana besin kaynakları morina balığı…
İşin enteresan tarafını bize Nuno açıkladı; morina balığı Atlantik Okyanusu’nda Portekiz kıyılarında bulunmuyor! Evet! Portekizliler morina balığı canlı kanlı nasıl gözükür bilmiyorlar. “Biri resmini çiz” dese, çizecekleri aşağıdaki olurmuş (valla Nuno'nun yalancısıyım).
Bu balıklar yüzyıllardır tuzlanmış şekilde Norveç'ten Portekiz'e geliyor. insanın aklına “hiç yöresel ana yemek ithal olur mu yahu?” sorusu gelmiyor değil tabi…
Tuzlanmış cod fishlerin olduğu dükkân, mis şarküteriler, harika tasarım tişörtler satan dükkân derken; Baixa-Chiado'da bulduk kendimizi. Burası bizim İstiklal Caddesi gibi; mağazalar, kafeler, zincir butikler, tasarım mağazaları her şey var. Bairro Alto'nun alt tarafında kalıyor Baixa…
Ben alışverişe vermişken kendimi, sevgilim Santa Justa Elevador'un kıyısında beni bekledi. Bu asansörü de görün, görmemezlik etmeyin. Binmeli misin? Valla siz karar verin… Asansörün kendisi ve metal üzerindeki oymalar daha dikkat çekici bana göre…
Dönüşte “Fado Müzesi’nin ön tarafında eski depolar var, oradan güneşin batışı harika izleniyor” notumun peşinden yürüyerek denilen yere gittik. Gittik ama koskocaman bir cruise gemisi tüm manzarayı kapatmış; üstüne üstlük animatörlerin lambada eşliğinde iğrenç seslerine turistlerin çığlıkları karışıyordu. Biz Lizbonlular şaşkındık. Karar verdik, bazı yerler bazılarına kapalı olmalıydı... Koşarak uzaklaştık cruise ve gürültüsünden...
Eve dönüşte yine kaybolma ve 12 km yürüyüş, günlük rutinlerdendi iyi ki de olmuştu. Duş alıp attık kendimizi dışarı tekrar, Lizbon sardalyası tadacağız. Kırmızı ekoseli masa örtüleri olan, minicik bir avluya atılmış, enerji insanı çatlatan garsonları olan bir yere geldik.
Sevgilim neredeyse tüm Alfama ile ahbap oldu, herhangi bir yerden “Turco!” diye birileri bize seslenebilir her an… Neyse, yine sanki Alfama muhtarı gibi tokalaşmalar ve kucaklaşmalar sonrasında masamıza oturduk. House wine, 2 porsiyon sardalya, salata tam da istediğim gibiydi. Aşağıdaki fotoğraf keyfin kanıtıdır…
Lokanta 00.00'da kapandı biz de yine kalan şaraplarımızı elimize alıp, sokaklarda “ne yapsak, nereye gitsek?” tadında dolaşmaya başladık.
Bir kapı gördük sonra, yaklaştık, yaklaştıkça büyülendik. Tıka basa dolu küçücük mekânda kocaman sesli bir kadın şarkı söylüyordu. İçeride çıt çıkmıyor, sessizce “girebilir miyiz?” diyerek, harikalar diyarına adım attık. İki adam enstrüman çalıyor, bir kadın şarkı söylüyor; ama onlar konuşurken herkes susuyor. Ola ki kazara iki laf ettin, hemen “şşşşşttt!!” diye ayarı yiyorsun diğer dinleyicilerden... Lizbon'da müzik dinlemek layıkıyla yapılıyor. Bir köşeye iliştik, o kadar minik bir yer ki bizim yan masadakilerle ahbap olduk, ertesi gün bizi partiye davet ettiler. Diğer yan masadaki Fransız kızla yeni tanışan Brezilyalı çocuk ne yaptı? Bunlar hala merak konusu...
Herkesin birbirine içki ısmarladığı, harika müzik yapılan, 11 bira ve 8 tekilaya sadece 26 € verilen, mabedin ismini maalesef bilmiyorum; yerini de tarif edemem şu an… Bizim kadar şanslıysanız bulursunuz. Ama küçük bir ipucu; Museu do Fado'yu arkanıza alıp gözünüze kestirdiğiniz yokuştan yukarı doğru çıkarsanız, düzlüğe geldiğinizde sorarsanız bulursunuz diye düşünüyorum.
Belém; Alfama'nın karmaşasından kaosundan sonra otobüse binerek, Belém'e gelmek iyi fikirdi. Nehir kıyısı, parklar, bahçeler, Belém tatlısı (ki müthiş bir şey), Kâşifler Anıtı, Jeronimos Manastırı, Belém Kulesi derken yine tarihi bir gün yaşadık. Belém pastası yapan yeri kime sorarsan gösterir ama önemli olan, onun hemen iki yanındaki restoran... Git, dilin damağın coşsun! Belém için 15 numaralı tram'e binebilirsin.
Belém'den yine aynı yolla yani otobüs, tram ile dönebilirsin; bizim gibi “ya yol çok güzel, nehir kıyısından gidelim hem LX factory de yakınmış” deme… Yürümeye alışkınım, ayakkabılarım iyi ama bu kadar da olmaz ki arkadaşé Bu arada LX factory; eski fabrika binalarının düzenlenip, tasarım butiklerin, tarz kafelerin yer aldığı hipster mekânı… 10-20 fabrika binasını bu şekilde değerlendirmişler güzel de olmuş. Bir oturalım nefes alalım dedik, sonra hemen taksiyle doooğru eve…
Artık Fado dinlenmeli... Fado; hüzün, aşk, yas demek… İcra eden kadınlara “fadista”, erkeklere “fadisti” deniyor.
Bir kere Fado ciddi iş, hem dinleyen hem de icra eden için disiplin gerektiriyor. “Nasıl?” demeyin, şöyle ki 21.00'de başlıyorsa eğer; 20.00'de orada olman, yemeğini yemen, içkini söylemiş olman gerekiyor. 21.00'den sonra ara verilmedikçe; içeri girmek, dışarı çıkmak yasak. Performans sırasında konuşmak, gülmek, kıkırdamak, yemek yemek yasak… Çok dikkat çekmeden içki içebilirsin.
Tamamen turistler için yapılmış mekânlar var, bu kurallar orada pek de geçerli değil. Yani daha esnek diyelim. Ama tam bir Fado evinde yukarıdaki kuralların hepsi geçerli…
Sanatçılardan, yer sahibinden fırçayı yersin valla benden söylemesi…
Biz de kendimize göre bir Fado evi seçip, oturduk. Ara verilmişti, alelacele yemek siparişi derken, Fadista çıktı sahneye… Başladı söylemeye; tamam harika zaten ilk defa dinlemiyorum, Fado'nun verdiği duyguya bayılıyorum, peki ama metabolizmamın istekleri? Ölüyoruz açlıktan ve ağzımıza hiç bir şey atamıyoruz. Kadın resmen gözlerimin içine bakarak söylüyor, hipnotize olmuş haldeyim. Bu durumdan faydalanan sevgilim, kimse görmeden etleri löp löp atıveriyor ağzına… Bunca eziyet, harika müzik ile tabi sinirler bozuldu; gülme krizleri falan derken, kimseden fırça yemeden kapattık Fado akşamını…
En olmadık zamanlarda, en olmadık insanlarla tanışma yetimiz var bizim… O gece de koskoca Lizbon'da sevgiliyle aynı işi yapan adamlarla tanışıp, sokaklarda votka içerek, gece yarısı şantiye gezmeye gittik. İş konuşuldu, detaylar gösterildi, fikirler paylaşıldı. Ama en güzeli, bana “Christian Louboutin'in komşusu olmak ister miydin?” diye sorduklarında suratımın aldığı ifadeydi bence. Tabii kim istemez, ayakkabılardan konuşur, samimiyeti ilerletince belki Chris “gami'cim dur içimden geldi sana özel bi'şey tasarlıycam!” diyecekti. Bende buna karşılık ona kahve falı bakacaktım, gül gibi geçinip gidecektik.
Bu hayallerle oradan çıkıp, daha gece bitmedi diyerek bizi, bir kulübe davet ettiler. Gittiğimiz yerin adı, “Viking”… Disko toplu, Abba falan çalan, tamamen old school ama Lizbon'da trend olan bir yer… Genç, yaşlı herkes burada... Kulübün emekli olan striptizcisinin şimdi vestiyerde durduğu, komik, eğlenceli ama ufacık taşkınlıkta bodyguardların yanında soluk aldığın bir yer… Çok eğlendik, çok güzel insanlar tanıdık. Lizbon yine bizi yanıltmadı.
Ertesi gün artık yataktan kalkamıyordum. 14.00 gibi ayılıp, Baixa'ya hediyelikler almaya gidilecek, sonra da Nuno ve Gonçalo ile yemek var. Sıkıntısız her şeyi halledip, akşam yemeğine hazırız. Nuno ve Gonçalo daha önce de söylediğim gibi, sanki yıllardır arkadaşlarımız, acayip kıkırdayıp gülüyoruz. Sonra bir anda çiçek çıkıyor, pasta geliyor;
Parabéns a você, Nesta data querida.
Muitas felicidades,
Muitos anos de vida.
Hoje é dia de festa,
Cantam as nossas almas.
Para menina_
Uma salva de palmas.
eşliğinde benim bilmediğim ama büyük emekle daha biz gelmeden çalışmalarına başlanmış doğum günü kutlamam başlamış oldu. Daha mutlu olunamazdı, Lizbon'da en sevdiğinle en sevdiğinin gözlerine bakarak doğum günü kutlanır mıydı? Bu bir rüya mıydı? Lizbon kendisini unutmayalım diye her türlü kıyağı geçiyordu bize…
Son gecemizde, Nuno ve Gonçalo'yu bizim eve davet ediyoruz. Türk kahvesi takımı getirmiştik onlara, önce nasıl kahve yapılır onu öğreteceğim sonra da fal bakacağım. Kahveler yapıldı, evimizin tam karşısındaki banka oturduk dördümüz… Klişelere klişe katıp, “yeni yollar var sana Gonçalo!” bile dedim.
Bavulları topla, eşyaları sığdır, son alınacakları al, sığmaya çalış… Son vedalar…
Herkes sevmez Lizbon'u; çünkü Roma, Paris, Barselona gibi değil kendisi, biraz başına buyruk, göz alıcı olmayan ama baktığında büyüleyen kadınlar gibi...
Aşağıda Lizbon'da gezilecek yerlerin isimlerini yazdım. Tek tek nedir, ne değildir yazmadım; haritanı eline alınca zaten çözeceksin. İster hepsini not et gez, istersen bizim gibi emprovize takıl… Bacalhau ye, ginjinha iç, caiprinha iç, Belem pastasını tat… Bir de eğer Lizbon'dan keyif almak istiyorsan, mutlaka Alfama'da kal...
Hoşçakal canım Portekiz… Hayatımıza harika insanlar kattın, evimdeymişim gibi sarıp sarmaladın. Yerin hep ama hep ayrı olacak…
Sadece içinde Lizbon geçtiği için değil, en güzel aşk şiirlerinden biri olduğu için bir okuyun bence...
Maya,
Seninle gül gibi yaşarız
Geçinip gideriz diye düşünüyorum
Sen benim yaralarımı temizlersin ben oltaları,
Perşembe pazarından aynalar alırız
Renkli gösteren
gemilere bakarız. Sen süvariye aşık olursun,
ben karısına. Tekneye atlar Lisbon boğazına gideriz.
Oltaları sallandırır yeni aşklar bekleriz.
En fazla iki şarkı ezberleriz. Gelene gidene söyleriz.Kaptan karısına döner. Oltamızı toplar bir yan şehre geçeriz.
Salih Ecer
LİZBON'DA GEZİLECEK YERLER
- GULBENKIAN MUSEUM
- CASCAIS
- BELEM
- BAIRRO ALTO
- BASILICA DA ESTRELA
- PRACA DO COMERCIO
- MUSEU DO FADO
- ELEVADOR DA BICA
- SINTRA
- TAMARIZ
- PORTAS DO SOL
- ALFAMA
- SAO JORGE CASTLE