Motosikletle İç Ege - Bölüm 1

Ülkemizde, olumsuz hava şartlarından etkilenmeden motosiklet sürülecek ayların sayısı çok fazla değil. Özellikle, sıcak yaz aylarında, asfalttan ve motordan yükselen sıcaklık, insanı perişan ediyor. Bu düşünce ile, yaz sıcağında gezilecek en uygun yerlerin,  yüksek rakımlı, serin yerler olduğuna karar verdim ve bir İç Ege gezisi planladım: Bayram ertesi, yollar sakinleştiği zaman, yola çıkmaya karar verdim.

Rota: İstanbul, Bursa, Orhaneli, Harmancık, Tavşanlı, Emet, Hisarcık, Simav, Demirci, Köprübaşı, Salihli, Birgi, Ödemiş, Tire, Söke, Doğanbey, Akbük, Mumcular, Ören, Akyaka, Çamlıköy, Muğla, Çine, Söke, Güzelçamlı, Kuşadası, Selçuk, İstanbul şeklindeydi. Güzergahta, zaman kısıtından dolayı, birkaç küçük değişiklik oldu ama, genel hâliyle değişmedi.

Eskihisar - Topçular Feribotu

Bayramdan sonraki ilk iş günü olan 12 Ağustos sabah erkenden yola çıkmayı planlamıştım fakat acil bir iş çıkınca, hallettikten sonra, ancak öğle sularında teker döndürebildim.

1200 GS’in yan çantalarına bir türlü ısınamadım. Bana hantal geliyorlar. Bu nedenle, bagajımı bir tank çantası bir de yolcu koltuğuna ahtapotla bağladığım, orta büyüklükte bir spor çantaya rahatlıkla sığdırdım. Kirli giysileri, temizlerle aynı yere koymaktan rahatsız olduğumdan, konakladığım yerlerde çamaşır yıkamayı severim. Eve dönüşte, hiç kullanmadığım hayli giysi olduğunu farkettim. Bir sonraki geziye, daha az giysi götüreceğime, kendi kendime söz verdim.

Yalova’da, eskiden iyi bir müşterim olan, kırtasiyeci bir arkadaşa selam verip, çayını içtikten sonra, Bursa’ya geldim.

Üniversiteden yakın arkadaşım Orhan emekli olduktan sonra, birkaç yıl önce Üsküp’ü ziyaret ederek, lezzetine hayran kaldığı makedon böreği imalatı yapan bir börekçi açtı. Bu işi fark yaratarak yapmak için de, Üsküp’ten iyi bir usta getirtti. Malesef, usta, hasta olan annesini görmek için iki günlüğüne Üsküp’e gitmişti. Aksi halde yufkayı nasıl oklava kullanmadan, havada çevirerek ipincecik açtığını çekecektim.


Orhan, eşi ve küçük oğlu ile
(EL BÖREĞİ: Ahmet Taner Kışlalı Bulvarı No:33 Özlüce - Nilüfer BURSA)

Akşam Orhan’ların evinde konuk oldum. Beni mütevazı sofralarında, geniş gönülleriyle ağırladılar, sağolsunlar. Bu arada Orhan’ın büyük oğlunun nefis pilav yaptığını öğrendim. Annesi, yaptığı pilavı eleştirmesinden bıkarak, “Bundan sonra bu evde pilavı sen yapacaksın!” demiş. O da yiğitliğe mok sürmemek için, kusursuz pilav pişirmeyi öğrenmiş. Özellikle gezi olaylarından sonra, şu gençlere daha çok hayran olmaya başladım.

Usta, Makedonya’da olduğundan, çalışan garson çocuk da henüz bayram izninden dönmemiş olduğundan sabah erkenden kalkarak, dükkanı biz açtık. Ustanın önceden hazırladığı börekler fırına atıldı. Çay demlenirken uzun süredir özlediğim dükkan temizliği işine giriştik.


...ve etkili bir sabah çalışmasının ödülü

Mis gibi sıcak Makedon bureklerini mideye indirdikten sonra, vedalaşarak yola vurdum kendimi. 


Doğancı Barajı - Orhaneli yolu

Güneş kendini göstermeye başladı ama irtifa giderek yükseliyor. Sabah serinliğinde yolun sıcak bölümünü geçmek istedim  Önce Harmancık’a, ardından Tavşanlı’ya vardım. Kısa bir moladan sonra Emet ve Hisarcık. Köylerden geçtim. Mis gibi hayvan dışkısı kokusunu içime çekiyorum. Bu doğallığı özlemişim.

Bence, Hisarcık ile Simav arasındaki çam ormanları içinden giden, virajlarla yükselen dağlık yol, Türkiye’nin en iyi sürüş yollarından birisi. Çam kokusu geniz yakacak kadar keskin. Yol üzerinde buz gibi dağ suyu içebileceğiniz bir çok çeşme bulunuyor.

Simav’a 20 km kala, 2011 yılında EMOK Motosiklet Festivali'nin yapıldığı Gölcük Yaylası'ndan geçtim. Festivalde, Erkin Koray’ın yaşlılıktan zar zor tamamladığı kısa ama öz konseri hatırlıyorum. Çadırların kurulduğu alandaki yüzlerce tarla faresine ve 15-20 kişinin tavuktan zehirlenmesine rağmen, güzel bir organizasyondu.

Simav’a inince, hava yine ısındı. Bu nedenle kaplıcaların önünden hızla geçtim. Güzel bir lokantada yemek için birkaç kişiden bilgi istedim. Birisi bir yer tarif ediyor. Kendi aralarında, “Orası yaramaz, şuraya git!” şeklinde bir tartışmaya giriyorlar. Tarif ettikleri yerlerin yemek yemeğe uygun olmadığını düşünerek, yola devam ettim.

Yemek yenilecek yerleri gözüme kestirdiğim en şişman kişiye sormayı adet edinmişimdir. Ancak şansıma, buradakiler çiroz gibi.

Simav’dan çıkınca Salihli yönüne döndüm. 15 km sonra sola, beni Demirci’ye götürecek olan Akçakertik Geçidi'ne tırmanıyordum.


Akçakertik Geçidi (1470 m.)


Simav - Salihli Yolu


Bendeniz

Bu kadar tırmanmama rağmen hiç yokuş aşağı inmeden Demirci’ye vardım. Demirci sandığımdan daha gelişmiş bir yer. “Halıkent” diyorlar. Hakikaten de öyle. Yağcıbedir halılarının imalat yeriymiş. Yokuşlu, bayırlı bir kasaba. Şans eseri kırmızı ışıkta yanımda, şoför koltuğuna zor sığan bir ağabey duruyor. En iyi demirci kebabının adresini soruyorum. “Beni takip et!” diyor. 5 dakika sonra Şehir Lokantası'ndayız. Lokantanın bulunduğu caddede parkyeri sıkıntısı var. Ben, iki aracın arasında bir yer buluyorum. Üniformalı birisi, İspark görevlisi gibi arabalara bilet kesiyor. “Pes!” diyorum.

Beni lokantaya getiren ağabey girip oturdu. Ben de izin isteyip, karşısına oturdum. Yaşar Ağabey, doğma büyüme Demirci’liymiş. “Öğle yemeği yemiştim ama sen sorunca kebap aklıma girdi. Yemesem rahat edemem,” dedi. Hayli kilolu. Kalp, tansiyon, şeker hepsi varmış. “Bizim buralar Ege amaEge gibi değil, kışın çok soğuk olur. O yüzden yemekleri yağlıdır,” diyor. Maşallah, dediğini doğrular bir göbeği var.


Demirci Kebabı (Şehir Lokantası - Demirci)

Koyun eti iyice dövülerek sinirlerinden, yağından ayrılıyor. İlik gibi olunca, baharatla harmanlanarak iyice dinlendirildikten sonra güveçlere basılıyor. Fırında pişiriliyor. Yalnız orijinal versiyonunda, üzerinde kaşar peyniri yok. Bunlar koymuşlar. Bence uymamış. Kendi yaptıkları yufka ekmeği ile servis ediyorlar. Güzeldi. Ayran, malum uyku veriyor. O yüzden su içtim.

Demirci’den çıkıyorum. Artık yokuş aşağı iniş başladı. Ama ne iniş. İn, in bitmiyor. Ben hangi ara bu kadar tırmandım yahu?

Salihli - Simav yoluna çıkıyorum. İrtifa azaldı, hava ısınmaya başladı. Sağolsun motor da iyi kızdırıyor. Hayalimde Demirköprü Barajı'nın kıyısında oturup, ayağımı serin sulara sokarken çayımı yudumlamak vardı. Ancak sukut-u hayale uğradım. Zira barajı kuzeyden, güneye geçmeme rağmen, kıyısında bir tane ağaca ya da tesise rastlayamadım. Ortalık kerbela gibi. Koca koca kayalar yüzünden cayır cayır yanıyor. Baraj kıyısında nasıl ağaç olmaz, anlamıyorum. Neyse ki barajın en güney ucundaki bir köyde (galiba Çarıklar köyü) bir ağaç gölgesi buluyorum. Tenha kahvesinde çayımı yudumluyorum.

Demirköprü Barajı - Köprübaşı

Uşak - İzmir yoluna varınca, Salihli yönüne dönüyorum. Salihli’yi geçtikten hemen sonra sola; Üçler Geçidi, Bozdağ yönüne dönüyorum. Tırmanış yine başladı.

Bu noktadan sonra, tekrar iniş başlıyor. İstikamet Birgi.

Nihayet Birgi’ye vardım. UNESCO Dünya Mirası Koruma Listesi'nde tarihî bir kasaba. Yapılar iyi durumda gözüküyor. Hemen, Çınaraltı Pansiyon’a gittim. Ama o ne? Yer yok. Amerikalı bir grup gelmiş, tüm odaları tutmuşlar. Keyfim kaçıyor. Pansiyon görevlisinin tavsiye ettiği yere gidiyorum. Ama çok bakımsız ve özensiz bir yer. Odada alaturka tuvalet var ama lavabo yok. Sahibi, “Siz en iyisi Gölcük’e gidin” diyor. Yorgunluktan, çok merak ettiğim Aydınoğlu Mehmet Bey Camii'ni gezemedim ve sonraki bir geziye bıraktım. Tekrar Bozdağ yönüne dönüyorum. Gelirken önünden geçtiğim Gölcük tabelasından sola giriyorum. Kıvrıla kıvrıla 8 km aşağı iniyorum. Nihayet Gölcük Gölü görünüyor. Abant Gölü'nden daha küçük bir göl. Etrafı bostanlarla dolu. Adımbaşı motopomp. Sulamayı gölden yapıyorlar. Bir tarafında da evler var. Tabii, bir düzen yok. Kargacık burgacık çirkin yapılar. Ara yollar toprak, hem de çok ince. Bu nedenle bir araç geçince, ortalık toz duman.. Türk usulü; suluyorlar, bu sefer de vıcık çamur oluyor. Tavsiye üzerine Göl Pansiyon'a gidiyorum. Sahibi Murat Bey de eskiden motorcuymuş. Hemen sıcak bir hava oluşuyor. Oda lüks değil ama temiz. Yorgunluktan, bir duş alıp biraz uzanıyorum.

Akşam yemeği saatinden bir saat önce kalktım. Gölcük’ü dolaşmaya çıktım. Göl kıyısı, panayır yeri gibi. İncik, boncuk, giysi, leğen, ne istersen var. “Göl çevresini yürüsem mi?” dedim ama gözüm yemedi.

Akşam yemeği için pansiyona döndüm. pansiyonun işletmecisi Murat’ın eşi, “Bu sabah 14 kiloluk bir yayın balığı aldık, ondan mı istersiniz yoksa köfte mi yapalım?” diye sordu. Düşünmeden, “Balık!” dedim. “Bir de soğuk bira rica ederim.” Bahçedeki masalardan birine oturdum. Geniş bir bahçesi var 4-5 masa çocuklu ailelerle dolu. 5 dakika sonra Murat geldi, utana sıkıla, fısıldayarak, “Başar Bey'ciğim, kusura bakmayın, burada bira veremiyoruz.” Haydaaa! Yahu biz Ege’yi medeni bilirdik, bu ne hâl? Ama galiba buranın İç Ege olduğunu unutmuşum. Suratım asıldı ama yapacak birşey yok. Neyse ki, Murat hâlden anlıyor ve “Size terasta güzel bir masa hazırlattım, oraya buyrun,” diyor. Teras çok güzel, her yer asmalarla çevrili. Az sonra sofra donatılıyor. Belli ki Murat mahcubiyetini telafi etmek istiyor. Hava bayağı serinledi, organik domates çorbası iyi gidiyor. Murat, sofradaki her şeyin kendi bahçelerinden olduğunu, doğal gübre dışında hiçbir şey kullanmadıklarını söylüyor. Yayın kılçıksız, çıtır çıtır ve hiç yağ çekmemiş. Özellikle patates, lokum gibi. Eee, ne de olsa, Ödemiş’ten 15 km uzaktayız. Yarım saat sonra, o da bir bira alıp geliyor. Birlikte sohbet edip, içiyoruz.

Devam edecek...

Başar Çakmak

Yazar Hakkında

Başar Çakmak

Merhaba, bendeniz Başar Çakmak. 1964, İstanbul doğumluyum. Üniversiteden sonra iş hayatıma çocuk konfeksiyonu imalatı ve satışı ile başladım.