Yola ihtiyacım vardı. 10 günlük tatil zamanında yetişince, cuma günü iş çıkışı Romanya’ya doğru sürmeye başladım.
Temsili rotam şu şekilde:
İlk molam Danamandıra’da oldu. Kızılağaç köyünde akşam oluyordu. Hava kararırken, ilk durağım olan Cehennem Şelalelerine vardım. Motoru yukarıda bırakıp, vadiye indim, karnımı doyurdum, kayaların üzerine matımı serdim, uyku tulumuma girdim, yıldızları seyrederek uyudum. Böylece; doğada güvende hissetmeyi, zihnimi ve ruhumu yatıştırmayı öğreniyorum. Bilirsiniz, temiz havada az uyku yetiyor. Gün aydınlanmadan uyandım. Acele etmeden toparlandım, motorun yanına çıkıp, vadiye karşı kahvaltı ettim.
Sonra ver elini Demirköy Hudut Kapısı. Balaban, Sarpdere… Malum bayram tatili. Ben diyeyim 3 kilometre siz deyin 5 kilometre sınır kuyruğu... Motorla olmanın avantajı ile kuyruğu pas geçip kapıya vardım, görevliler önden buyur etti, sınırı geçtim. İşte güzelim Bulgar elindeyim. Bu defa ülkenin doğusu, Karadeniz kıyısı boyunca bir rota tutturdum. Burgaz, Sunny Beach, Varna, Balçık, sonra kuzeybatıya doğru, Silistre.
Sunny Beach’in çıkışında, mola yerinde karşılaştığım aileye selam ederim... Türkiye’denBulgaristan’a tatil için gidiyorlardı. Sağ olsunlar, var olsunlar; yengenin pişirdiği köftelerden, böreklerden ısrarla ikram ettiler, ne de güzel geldi, yanıma yolluk meyve bile verdiler. İletişim bilgilerimizi almak aklımıza gelmedi, Avcılar’da oturuyorlar, belki bir gün denk geliriz yine.
Silistre’ye yaklaşırken, atıklardan yapılmış harika bir açık hava sergisinin içinden geçtim. Aşağıdaki fotoğraf atıklardan eserler sergisi.
Buralarda yol genelde düz gidiyor. Gün batımına Tuna üzerinde, teknede denk geldim. Dürdüğüm nevale ile hazırladığım akşam yemeğini yerken seyreyledim Tuna’yı.
Feribot ödemesi çıkışta yapılıyor, kredi kartı ile ödeme de mümkün.
Karanlıkta Bükreş’e doğru sürmeye başladım. Tuna yakınları bol sinekli. Göz hizasında, yola paralel, hayalsi sisler ve çiğler eşliğinde, akşam olmasına rağmen ışıkları yanmayan köylerden geçe geçe sürdüm. Yolların kenarında top oynayan, scooter’ına binen, gelene geçene bakan çocuklar var.
Bükreş’e vardım. Ertesi sabah çok yorgun hissediyordum. Bu sadece son 1 günkü yolun yorgunluğu değildi elbet, son zamanların, şehrin yorgunluğu idi. Kılımı kıpırdatasım gelmedi. Sadece uzanıp dinlenmek istiyordum. Bu nedenle burada 1 gece kalmayı düşünürken, ev sahibi arkadaşımın anlayışı ile 2 gece kaldım. Ev, Bükreş’in eski şehrinin hemen yakınında sakin bir mahaldeydi. Bu kadar yakınken ertesi gün kalkıp eski şehir ve bir kısım Bükreş’i gezdim gördüm.
Bükreş’te ilk durak; yanlış adres
Bu yolculuğa çıkarken kamp ağırlıklı konaklama düşünüyordum, beni çeken Romanya’nın yeşili, doğası idi. Ama yol başka şeyler getirdi. Bir kere bile çadırımı kurmadım. Ama çadırda kaldım mı, kaldım.
3. günün şafağında yeniden yola koyuldum. Sinaia'ya doğru, belki de Romanya’nın en güzel şatosu olarak bilinen Peleş Şatosu’nu görmeye. Çok erken varmıştım, henüz bilet gişesi açılmamıştı. İçeri girmeye de çok hevesli değildim. Bahçe, avlu ve dış görünüşü yeterince tatmin ediciydi. Burada Facebook’ta ilk canlı yayınımı denedim. Eğlenceli idi.
Bu aşağıdaki gördüğünüz fotoğraftaki de hemen yakınındaki Pelisur Şatosu.
Oradan, kıvrıla kıvrıla Braşov’a indim.
Braşov’dan da Bran Şatosu’na.
Transilvanya’ya gelip de Kont Drakula’yı ziyaret etmemek olmaz dedim. Aslında olur mu olur. Bran Şatosu, Romanya’da gördüğüm en kalabalık turistik yerleşim yerlerinden birinde. Kendimi hemen kasabanın çıkışına attım, kale ile uzaktan hatıra fotoğrafı çektirip (fotoğrafımı Türkiye’ye gelmeyi düşünen bir İngiliz motorcu çekti, sağ olsun) Prapestil Zarneşti Ulusal Parkı’na doğru sürdüm.
Burada biraz yürüyüp birkaç saat dinlendikten sonra Campulung’a doğru devam ettim. Arada yağmur çiseliyordu. Bu yol, özellikle Fundata, Fundatica civarı çok güzel. Tepeden kıvrıla kıvrıla devam ediyor, köylerin arasından geçiyor. Yolun iki yanı da seyirlik yamaçlar bulunuyor. Hatta o kadar güzel geldi ki bana kendi kendime “ya, acaba Transfaragaşan abartılmış olabilir mi böyle bir yol varken” diye düşünüyordum. Yol kenarından, deriye sarılmış güzel bir peynir aldım, gezim boyunca yufkaya sarıp yedim durdum. Fundata civarından bir fotoğrafım ise aşağıda.
Evvel yükseklerde idi…
…düze indi şimdi gönlüm.
Ertesi gün Transfagaraşan’ı güneyden kuzeye geçmeye karar verdiğimden başlangıç noktası olan Curtea de Argeş’e varmaya çalışıyordum. Domneşti civarında beton asfalt, bol yamalı bir yolda, karanlıkta, mecburen düşük hızda sürdüm. Bu kadar yavaş gitmek, ev sahibimi bekleteceğim için canımı sıkıyordu ama yolun durumundan ötürü yapacak bir şey yoktu. Curte de Argeş’e yorgun bir halde saat 21.00'e doğru vardım. Ev sahibimi arayıp “Ben geldim” dedim veee henüz gelmemiş olduğumu, evinin yaklaşık 45 kilometre daha ötede, Ramnicu Valcea’da olduğunu öğrendim. Yapacak bir şey yoktu, oraya sürdüm. İyi ki sürdüm; dünya tatlısı, çok misafirperver, gördüğüm en iyi niyetli, ruhu en ince ve güzel insanlardan biri ile tanıştım. Su gibi akan doyamadığımız bir sohbetten sonra o işine gitti ben de yatmaya.
Sabah ben çıktığımda yağmur yağıyordu ancak hava açar diyerek yola çıktım.
Romanya'da ikinci bölüme geldi sıra. Sabah ben çıktığımda yağmur yağıyordu ancak hava açar diyerek yola çıktım. Karpatlara kıvrıla kıvrıla tırmanarak Transfagaraşan’ı yarıladım ve Transfagaraşan neymiş anladım. Doyumsuz bir güzellik: Dans eden sis, bir görünüp bir kaybolan güneş, çiseleyen yağmur, buz gibi çağıl çağıl berrak sular, keskin kayalıklar, koyunların çan sesleri, otlar, yumuşak esinti, gülümseyen insanlar. Virajlardan öte beni etkileyenler bunlardı. Heyecan verici, sevince boğan, gözlerinizin içini gülümseten, “İyi ki buradayım!” dedirten, sürekli bir hareketlilik halindeki hava, manzara ve duygular. Doyamadım; yolun bir kısmını indim, sonra geri çıktım.
Buradaki heyecanımı anlatamam, hemen sağda akan ırmak, üstünde basit bir köprü; adeta bir kapı açılıyordu… Sis kendisini sevdiriyordu.
Transfagaraşan’da yolun başı bu fotoğraftaki gibiydi.
Güzelim rüzgar, şırıl şırıl akıp giden ırmak, uzanıp bu güzelliğin tadı çıkarılmaz mı dedim ve tadını çıkarmaya karar verdim.
Ardından kuzeye devam edip Cartişoara’ya doğru süzüldüm. Buranın adını, sanırım Transfagaraşan’ı kuzey-güney geçişinin başlangıç noktası olmasından ötürü, çok duymuştum ama herhangi bir özelliğine rastlayamadığım, bolca ev konaklaması imkânı sunan bir kasaba. Sorduğum yerde, evde bir oda (banyo, mutfak ortak) -kahvaltısız- 70 leydi.
Kasaba demişken, Romanya’da geçtiğim gördüğüm yerleşim yerlerinin çoğu kasaba ölçeğindeydi. Ana yolları kullanmadığım içindir belki. Bu kasabaların çoğunda tipik bir mimarî hâkim. Yurt dışında çalışanların çoğu gelip kendi ülkesine ev yaptırıyormuş ve bu yeni evlerde de aynı mimariyi koruyorlarmış. Evleri büyük inşa ediyorlar, bahçeleri yola değil içeri bakıyor. Evler yola neredeyse sıfır.
Romanya’da köylerde, kasabalarda, yollarda çok bisiklet kullanıldığını gördüm, her yaştan insan bisiklet kullanıyordu. Transfagaraşan’a da bisikletle tırmanan çoktu.
Romanya için medeni bir ülke diyebilirim. Nazik tavırlı insanlar, bakımlı ve temiz yerleşim yerleri, sakin bir trafik, saygılı sürücüler. Saygılı sürücü demişken, bırakın motorcuya saygıyı, trafikte aldıkları konumla, tavırları ile motorcuyu koruyup kolluyorlar. Yolu uygun görünce de geç diye işaret verip kenara çekiliyorlar. Romanya’da yolların çoğu gidiş gelişti. Sık sık rastladığım yol çalışmalarında şu aşağıdaki ışıkları kullanıyorlar. Geçiş belirli aralıklarla sıralı olarak veriliyor ve yol boş görünse de bir kişi bile beklemeyip geçeyim demiyor.
Romenler ülkelerini gezmekteler anladığım kadarı ile, ne de olsa seyahat serbestisi ülkenin insanları için çok eski bir şey değil. Bükreş’teki arkadaşım bir zamanlar ülkede var olan seyahat sınırlaması hakkında konuşurken şöyle demişti: “Küçükken, sırf seyahat edebilmek için, büyüyünce diplomat olmak istiyordum”. Evet, bugün durumlar değişmiş ve görülüyor ki insanlar güzelim ülkelerinde seyahat edebilmenin tadını çıkarıyorlar. Vaktiyle Karpatlar’da lojistik amaçlı açılmış olan Transfagaraşan bile bugün en gezilip görülen yerlerden birine dönüşmüş.
Romanya’da hava değişken, her an yağmura dönebilir halde. Gezimi ağustos sonu eylül başında yapmış olduğumdan ekipman bakımından sınırdaydım. Hava açıp ısındığında kışlık eldivenlerim fazla geldi (iyi ki yazlıkları da yanıma almışım) ama yeri geldi kışlık montumun içinde rüzgârlık üzerinde yağmurluğuma ihtiyaç duydum.
Romanya ley’i Türk lirası ile hemen hemen aynı değerde. Yakıt da bizdekine yakın fiyatta. 50 ley’den başlayarak uygun ve temiz hostel bulabilirsiniz. Yerine göre küçük bir köy otelinin 30 euro olduğu yerler de var. Eşelnita gibi...
Batıya doğru gidip akşama doğru Sibiu’ya vardım. Eski bir Alman şehri. Meydanında oturdum, kahve içip dinlendim.
Kalacak yerimi ayarladım. Eski şehrin merkezinde tavsiye edebileceğim bir hostelde kaldım. adı Old Town Hostel — Sibiu. Manzara ise aşağıdaki fotoğraftaki gibiydi.
Akşam, hosteli çekip çeviren arkadaş ve bir Alman yolcu ile birlikte akşam yemeği hazırlayıp yedik, içtik, sohbet ettik. Sonra Alman arkadaşla çıkalım şehri biraz dolaşalım dedik ama şehri saat 23.00’te kapatmışlar. Hakikaten, her yer kapalı ya da toplanıyor. Neyse açık bir yer bulduk. Harika, eski tarz döşenmiş bir pub. Sanırım Pangea Hostel’in yanından giriliyordu, adını hatırlayamadım. Orada biraz zaman geçirdik, yorgunluk ağır bastı ve uyumak için döndük.
Ertesi sabah yönüm Bicaz Kanyonu idi. Mediaş (bir Alman şehir daha), Sighişoara (Bir Orta Çağ şehri) üzerinden Kanyon’a gidecektim. Sighişoara için dediler ki: Avrupa’nın Orta Çağ’dan bu yana en az değişen ve kesintisiz yerleşimin devam ettiği şehriymiş ama bir şehir sonuçta.
Mediaş’taki meraklı kedi.
Sighişoara’ya geldim ve yola devam ettim. Fazla mı şehirlerdeydim, yoksa Romanya’nın medeni (şehirli) olması ile ilgili miydi bu, bilmiyorum. Derken, “yoldan” çıktım. Navigasyona inanamadım. Romanya’da ilk defa duble bir yolda giderken bana aniden “sola dön” dedi; baktım, orada yol yoktu. Yine de sürdüm. Yanından tren yolu geçen şu köyün içerisinden geçip altındaki yola çıktım.
Tarlaların arasından geçtim, madem o da var, tren yolunu da kullanayım dedim. Ardından önce bozuk sonra nispeten iyi durumdaki, kuş uçmaz kervan geçmez, virajlı asfalt yollarda sürdüm. Kuş uçmaz derken, bir ara bir baktım tepemde yırtıcı bir kuş. Az sonra ilk defa devriye atan bir polis arabası gördüm, şaşırdım. Derken, bu tenhalığın içinde, küçük bir köyden geçtim. Geçerken bir binanın üstünde NATO bayrağı gördüm; bu polise bir açıklama oluyordu. Sonra asfaltı güzel, yeşilliği gani, virajlı orman yolları başladı.
Yolda mola verdim, daha sonra yolda tabelalar iki dilli olmaya başladı: Romence ve Macarca. Buralarda biraz daha Batı Avrupa havası vardı diyebilirim ve Kızıl Göl’e vardım.
Bicaz Kanyonu ise biraz ilerideydi. Bicaz Kanyonu’na fotoğraflarından görüp beğendiğim için gelmiştim. Fotoğrafların yanıltıcı olabileceğini bir kere daha anladım. Burası güzel bir kanyon ama çok kısa. Hatta bir süre emin olamadım burası olduğundan ama doğru gelmişim.
Oradan Lacul Bicaz’a doğru sürmeye başladım. Hayatımın en ilginç deneyimlerinden birisi başlamak üzereydi.
İnsan her zaman aklından geçirdiğinde dikkatli ve özenli olmalı; aklınızdan geçirdiğiniz önünüze gelebilir. Romanya’da sürerken kiliselerdense manastırların daha çok olduğu dikkatimi çekiyordu. Birkaç kere aklımdan “Ya, şu manastırların birinin bahçesinde bir gece konaklasam” diye geçirdim. Bilirsiniz, manastırlar çoğu zaman inziva yerleridir ve konumları sakindir, güzel bir doğa içinde bulunurlar. Romanya’ya giderken kimi arkadaşlarımın “Yasaktır, ama yapabilirsen bir şatonun bahçesinde konakla” tavsiyelerinden çok, ilgimi çeken, bir manastırda konaklamaktı. Lacul Bicaz’a geldim. “Bugün kalacak yerimi biraz erken ayarlayayım” diye düşündüm, geri döndüm. Sürerken Izvoru Mantelui diye bir tabela gördüm, “Izvoru Dağı’dır” dedim ve oraya doğru kırdım. Güzel bir köyün içerisinden geçtim ve Parcul National Ceahlau’nun (Ceahlau Ulusal Parkı) kapısına geldim. Önceki ulusal parkta bariyerden öteye motorla geçmek yasaktı ve mümkün değildi ama bu parkta bariyer açıktı. Gişede ve danışmada kimse yoktu. İngilizce herhangi bir yazı da yoktu. Tabelayı görmedim (!) “Araçla girmenin yasak olduğunu anlamadım” dedim kendime ve parkın içine doğru sürmeye başladım. Kimse engel olmazsa çadırımı kuracak bir yer bulacaktım, engel olursa geri dönecektim. Sol tarafımda bir duvar gibi yükselen kayalık dağ güneşi gölgelemişti, yol bozuktu ve yolun her iki yanında geniş yapraklı bir bitki hâkimdi.
Uzak durmaya çalıştım çünkü Rusya’da Saint Petersburg’un dışına doğru çıkarken de böyle yerel ve bölgeye hâkim iri bir bitki vardı, Rus arkadaşım onların zehirli olduğunu söylemişti. Yalnız olsam merak edip dokunabilirdim. Sağ tarafımda ise çadır kuracak boşluk dahi olmayan orman uzanıyordu. Yaklaşık 7 kilometre sürdüm. Arada uzaktan böğürtüler duyuyordum. Romanya dağlarında ve ulusal parklarında ayı ve yaban domuzları olduğunu duymuştum. Ne yalan söyleyeyim, biraz tedirginlikle serinlemekte olan havada sürmeye devam ettim ve bir anda güneş soldaki kayalıkların ardından kurtuldu ve sağda bir tabelayı aydınlattı. Baktım bir manastır tabelası. Bir göz atayım dedim, toprak yola girdim. Yolun sonunda, ağaçların arasındaki açıklıkta, yemyeşil bir yamaçta, küçük ahşaptan bir kilise ile biraz ötesinde yine ahşaptan inşa edilmiş, keşişlerin küçük evinden oluşan manastıra vardım.
Tam o sırada yukarıdan bir panelvan hareketlendi yola yani bana doğru geldi ve yanımda durdu. Selamlaştık ve aracın sağında oturan kişiye ilk olarak “Bu gece burada kalabilir miyim?” diye sordum. O da direksiyondaki kişiye (Manastır’ın keşişiymiş) döndü, bir şeyler konuştular ve dönüp bana “Tabii” dedi. “Çadır mı kuracaksın?” diye sordu. “Gerek yok, tuluma girip yatabilirim de” dedim. Nerde yatıyorum ya, öyle yatsam donardım, tulum da çiğden sırılsıklam olurdu. Gayet iyi İngilizce konuşan dostum “Bizim biraz işimiz var, yarım saat kadar sonra geliriz, sen keyfine bak” dedi ve gittiler. Küheylan’ı kilisenin yanına çektim ve “Vay be!” dedim. Uzun süre başka bir şey de diyemedim zaten. Aklımdan geçirdiğim önümdeydi, aklımdan geçirdiğimin içindeydim. Şükran dolu bir mutluluk içinde çimlerin üzerinde yalınayak yürüdüm, derin nefesler aldım. Bilirsiniz, yol bir arınma, durulaşma halidir…
Manastırın bahçesinde bir sahra tipi çadır bir de büyükçe bir kamp çadırı olduğunu gördüm. Sahra tipi olan, zaman zaman gerçekleşen etkinliklerde gelenlerin kalabilmesi için kurulmuş, içerisinde bir kaç yatak ve battaniye vardı. Gece ben burada uyudum. Yatakta, tulumumun içinde, battaniyenin altında, ancak yetti...
Derken dostum ve keşiş geldi. Dostum da yolda geçtiğim, hatta yakıt alıp biraz oyalandığım, bir başka şehirde papaz olarak görev yapıyormuş ve eski arkadaşları olan manastırın keşişlerini ziyarete gelmiş ailesi ile. O olmasa idi keşişlerle kolay anlaşamazdım herhalde. Önce, az önce sağdıkları sütten ikram ettiler, misss... Akşam yemeğine davet ettiler, teşekkür edip kabul ettim, ateş yanarken çevreye bakındım ve tadını çıkardım. Izgarada yemeğimiz pişerken ev yapımı rakı ve meşe fıçılarda bekletilmiş şarap ikram ettiler. Ben de 2 keşiş, dostum, eşi ve 5 oğluna, yanımda getirmiş olduğum nazar boncuklarından birer tane hediye ettim. Ateşin başında bol bol sohbet ettik. Yolun kenarlarındaki o geniş yapraklı bitkilerin aslında şifalı bir bitki olduğunu, baş ağrısında başın üstüne konduğunu öğrendim. Delikanlılardan en büyük ikisi de gayet iyi İngilizce konuşuyordu. Gecenin soğuğu başkaydı. Düşünün, dostum ve ailesi kar tulumları içindeydiler. Bir ara zangırdamaktan konuşamadım; motora gidip üstüme kalın giysilerimi aldım. Sohbetin bir yerinde dostum, konuşurken bir türlü gözümü alamadığım dağı gösterip “Yarın bu dağa tırmanacağız” dedi.
Orada da vaktiyle bir süre kaldığı ve inşaatında da çalıştığı bir başka manastır varmış, ailesine orayı göstermek istiyormuş. “Olur, ben de gelirim, yetişeceğim bir yer yok” dedim.
Ertesi sabah, harika bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Delikanlıların en küçüğü 6 yaşındaydı ve hepsinin aralarında 2 yaş kadar vardı. Tırmanışımız yaklaşık 3 saat sürdü. En küçüğü dâhil yolda tek bir şikâyetleri olmadı. Dostum bir ara gülerek “Bizimkisi biraz Spartalı tarzı çocuk yetiştirmek” dedi. Bu tırmanış, dostumun eşi için de büyük bir mücadele idi; birkaç yıl önce geçirmiş olduğu ciddi kaza ve sonrasındaki, halen etkileri devam eden operasyondan sonra, ilk defa kendisini bu kadar zorluyordu. Başardı! Keyifle mantarlar, şifalı bitkiler toplayarak, bolca olan yabanmersinleri ve başka yaban meyvelerini toplayıp yiyerek tırmandık. Bir platoya vardık. Burada bir konuk evi var, ötesinde de bir kamp alanı. Oturduk dinlendik. Sonra platonun diğer tarafına kurulmuş manastıra vardık.
Burada da küçük ahşap bir kilise var. Aşağıdaki “Küçük Manastır”dan farklı olarak, birkaç konuk odası da var. Birini bize tahsis ettiler. Soba da olunca sıcak bir gece oldu. Manastır’da başka misafirler ve bir de aşağıdaki bir köyden Manastır’ın işlerine yardım etmek için gelmiş olanlar vardı. Kısa bir dinlenmeden sonra yaklaşık 1 saat kadar daha tırmanışla zirveye vardık. Çevreme bakmaya doyamıyordum. Karpatlar…“Kartalların Banyo Yeri” denilen yerdeydik.
Nadir görülen, yurt dışına çıkarılması yasak olan endemik bir çiçeğe (Floare de colt) de rastladık. Daha sonra Manastır’a döndük. Herkes kendi âlemine çekildi; dostum, keşişler ve rahibeler yaklaşık 3 saat süren akşam ibadetlerine başladılar. Ben bir kaya buldum ve uzun uzun Karpatlar’da gün batımını seyrettim.
Sonra akşam yemeğine davet edildik, yedik içtik, sağ olsunlar. Sofra hep beraber toplandı. Manastır’da bulunan misafirler bana sabah çektikleri fotoğrafları gösterdi: Alp Denizi. Dağlardasınız, sabah bulutlar bulunduğunuz seviyenin aşağısında oluyor ve güneş doğarken adeta bir deniz gibi görünüyor, işte buna Alp Denizi diyorlarmış. Tabii ertesi sabah erkenden kalktık, platonun, güneşinin doğuşunu görebileceğimiz yanına yürüdük ve doyduk!
Bahsettiğim aşağıdaki manastıra inişimiz yine 3 saat kadar sürdü. Keşişlerden küçük olanı (Bu manastırda abi kardeş iki keşiş kalıyor sadece) bizi müthiş bir kahve ile karşıladı. Taze sütü hatırlatmama gerek var mı. Yol yorgunluğundan olduğunu sanmıyorum, hayatımda içtiğim en güzel kahve diyebilirim. Bunu ona söyledim. “Övünmek gibi olmasın, harika kahve yaparım” dedi, gülüştük. Sadece gülüştük mü, hayır. Çayırda ufaktan güreş de tuttuk. Spor yaptığımı duyunca, bana gücünü göstermek istedi; hakikaten demir gibi bir adamdı.
Bolca kahve içtikten sonra müsaade istedim. Transalpina’yı da geçmek istiyordum ama önce görmek istediğim bir yer vardı: Turda. Ulusal Park’ın kalan kısmını da kuzeye doğru sürüp, Durau’dan çıktım.
Borsec, Reghin, Targu Mureş üzerinden akşam Turda’ya vardım.
Burada bir tuz madeni var. İlginç olabileceğini düşünüyordum ve hakikaten öyleydi. Yerin 14 kat altına inebildiğiniz, dibinde bir göl olan, isterseniz o gölde kayıklarla turlayabildiğiniz, yankı odası, harika desenli galerileri, tadına bakabildiğiniz duvarları ve tünelleri ile Salina Turda!
Geceyi bir pansiyonda geçirdim, sabah madeni gezdim. Alba Ulia, Sebeş üzerinden Transalpina’ya doğru yola çıkmak üzereyken müthiş bir yağmur bastırdı. Biraz bekledim, dinmeyince, yola koyuldum.
Transalpina’ya adım adım yaklaşıyordum ve sonunda geldim. Transalpina müthiş! “Acaba burası mı, yoksa burası mı en güzel yeri” derken sürekli başka güzellikler, seyirlikler sunan rotayı keyifle sürdüm. Durdum, yürüdüm. Transfaragaraşan’a yeşil renk hâkim dersek Transalpina’ya sarı renk hâkim diyebiliriz. Transalpina rüzgârlıydı. Biraz uzaktan koyunlara benzeyen tümseklerden oluşan plato en yüksek yerlerindendi. Bolca motorlu gezgin vardı. Romanya’da en sevdiğim şeylerden biri de yollarda, özellikle bu meşhur rotalarda çok sayıda motorcu görmek oldu. Ortak bir heyecanı paylaştığınız insanlarla karşılaşmak, selamlaşmak sevindirici. Transalpina inişinde önüme iki Polonyalı motorcu düştü; iki motor adeta tek motor gibi sürüyorlardı; onların temposuna ayak uydurmaya çalıştım, harika bir iniş oldu.
Koyun gibi görünen bir yüzeydi bu; yürümek gerçekten zor oldu.
Transalpina… Sürüler içinde sürmeli koyun.
Sonunda Ranca’dan çıktım, Targu Jiu ve Severin’e doğru yoluma devam ettim.
Doğu Alpleri artık geride kalmıştı. Küçük, güzel köylerden geçtim. Kıvrıla kıvrıla Orşova’ya geldim. Gördüğüm tüm Romanya şehirlerinden başka bir hava; sanki 1970'lerin sonundan kalmış bir sayfiye yeri gibiydi. Dağ havasına alışmıştım sanırım. Tuna’nın kıyısında olan bu şehrin havası çok sıcak ve nemli geldi. Hava kararmaktayken yukarı doğru tırmandım, Eşelnita’da konakladım. Akşam bakkala gidip gelirken köyün yaşlıları ile selamlaştık. Romanya’daki bakkal ve marketlerin önü ya da yanında aynı zamanda bir çeşit kafe/bar, toplaşma yeri olan yerler var. Burada, biraz daha kuzeyde olan Timişoara Bira Fabrikası’nın ürününü denedim; tadı akılda kalmıyor.
Sırbistan’a geçecektim ama önce bu civardaki, güzel olduğu söylenen bir kanyonu görmek istiyordum. O tarafa sürdüm ama bulamadım. Daha fazla da gitmek istemiyor, sınır kapısı için geri dönmek istiyordum. Döndüm, aynı marketin önünden geçerken park etmiş bir motor gördüm. Sürücü marketin önünde birkaç kişi ile oturuyordu. “Bu motorcuya sorabilirim” dedim; tam da doğru kişiye sormuşum. O abi, görmek istediğim kanyonda gezi teknesi işletiyormuş, motoru ile işe giderken burada sabah kahvesini içiyormuş. Bana da kahve ısmarladı, ben de tüm oturanlara birer nazar boncuğu takdim ettim, sonra o önde ben arkada yola koyulduk. Tuna’nın kıyısında güzel bir yere geldik. Tuna’nın diğer tarafı Sırbistan’dı. Tuna boyunca tur yapan tekneler geçiyordu. Motorcu abi yıllarca Almanya’da çalışmış olduğunu, asıl işinin tamircilik olduğunu, burada ek iş yaptığını, yarı İngilizce yarı Almanca anlattı. Kanyonun girişinde eski bir devlet adamının sureti kayaya oyulmuş (Chipul lui Decebal / Decebal Kaya Heykeli). Belki bu yapaylıktan, belki yola devam etme arzumdan; ne kanyon ne de burada bir tekne turu beni çekti ama şunu söyleyebilirim; bu rotaya devam edildiğinde Tuna kıyısı boyunca güzel yol olur gibiydi.
Nasıl güzel bir yol değil mi? Ben ise geri döndüm ve Sırbistan sınırına doğru sürmeye başladım. Artık kafamda dönüş yolu başlamıştı. Bir köprüden oluşan sınırı çabucak geçtim ve uzun bir bisiklet rotası olan yolda Tuna boyunca Donji Milanovac’a doğru sürdüm. Sınırdan geçtikten sonra yakıtımın azaldığını fark ettim, Tuna’nın bu tarafı diğer tarafına göre bir hayli tenhaydı, gelen geçen ve yaklaşık 50 kilometre kadar kayda değer yerleşim yeri ve benzin istasyonu yoktu.
Neyse ki yolda kalmadım. Yakıtı alınca rahatladım ve PE Djerdap Ulusal Parkı’nın içine doğru sürdüm. Belgrad’ı görmekten vazgeçmiştim, yolda Niş’i görmekten de vazgeçtim. Hafif yağmurlu bir havada, başlangıçta asfaltı bozuk ama sonra kısmen düzelen yolda, sık ormanda sürdüm. Karşıma bir tilki çıktı. Küçük Prens’teki tilkiyi hatırlatıyordu. Fotoğrafını çekmek istedim. Durdum. Motoru kapattım. İndim. Eldivenimi çıkardım. Tüm bunları yaparken tilki yolun solunda ağaçların arasından beni kımıldamadan seyretti. Tam deklanşöre (Cep telefonunda da deklanşör mü diyoruz?) basacaktım ki vınnn, gözden kayboldu. Tilki ile karşılaştığımız yer de anı olarak kaldı.
Sırbistan’ı doğusundan, kuzey güney doğrultusunda geçtim; az önce asfalta kötü mü demiştim; daha da kötüleşti, yama, yama, yama ve en sonunda asfalt tamamen yok oldu. Derin bir stabilize yola dönüştü. Yolun bu kısmı bir hayli yorucuydu. Geçtiğim köyler sessizdi. Bir çeşmede ve bir mezarlıkta kısa bir süre durdum; mezarlıklar ilgimi çeker. Nihayet bir köyün bakkalında mola verdim. Önünde bir masa; 6 - 7 kişi oturuyor, kafaları güzel. Otur iç dediler; motoru gösterdim. Dönüp dönüp ısrar ettiler, derdimi anlatamıyordum. Bir ara, kafası en hoş olanlardan birisi, “Motoru ver de bir tur atayım” dedi. “Motor lazım, daha İstanbul’a döneceğim” dedim. Bir diğeri bilgece sözler söylüyordu. Neyse, zinciri yağladıktan sonra oturdum bir meyve suyu içtim hayatımın en uçuk muhabbetlerinden biri eşliğinde. Kırıcı olmadan paçayı kurtarmaya çalışıyordum. O sırada oradan geçen birileri; “Ne yapıyorsun, onlar köyün delileri," dedi, sonunda tekrar yola koyuldum. Çok yorulmuştum, uçmayı denedim.
Olmadı. Benzin aldıktan sonra istasyonun yan tarafında bir süre sırt üstü uzanıp dinlendim.
Sırbistan köylerinden geçtim.
Dimitrovgrad’dan da geçtim. Eminim Sırbistan’ın çok güzel yolları vardır ama sanırım ben en yorucu rotalardan birini seçtim. Sınıra en yakın yerleşim yeri olan Dimitrovgard’da bir mola daha verdim. Garson Türkçe konuşabiliyordu. Zaten buraya doğru gelirken Türk lokantaları başlamıştı yol üzerinde. Sonra, sağanak bir yağmur eşliğinde güzelim Bulgar eline girdim.
Gökkuşağını yakalayamadım ama huzurla Sofya’ya kadar sürdüm.
Geceyi Sofya’da geçirdim. Hostelde tanıştığım Rus arkadaşımla önce Happy isimli mekânda bir yemek yedik, sonra Sofya’yı turladık. Happy sevgimi bilen bilir. Ertesi sabah yolda bir kere daha Happy'e gittim!
Ve daha sonra girdim memleket kapısından içerü.
Kapı Kule Sınır Kapısı, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirini de buraya bırakayım.
Ayrıca Edirne’ye kadar gelmişken, Koca Sinan’ın ustalık eserini görmeden geçmek olmazdı.
Çorlu civarında yol kenarında kana kana bir kavunu yediğim zaman yolculuk bitmişti; “Oh!” dedim.