Bulgaristan seferime 28 Ekim 2016 sabahı saat 05:30 gibi başladım. Hava daha aydınlanmamıştı, yağmur ve fırtına vardı. Fırtına, Kırklareli’ye kadar dinmedi. Buraya kadar zorlu ve soğuk bir yolculuk oldu. Ancak içimde, ilk defa tepilecek yolların merakı, sevinci ve fırtınanın ardına varma hevesi vardı.
Kırklareli’nde zirve yapan fırtına, sonra kesildi ve sisin içerisinden, gazellerin üzerinden geçip Dereköy (Aziziye) Sınır Kapısı'na (huduta) vardım.
Dereköy Sınır Kapısı küçük, sevimli bir kapı. Oyalanmadan geçtim. Bulgar tarafındaki görevli ile aramızda şöyle bir Türkçe diyalog geçti:
- Nereye?
- Burgaz’a.
- Bu havada mı?
Gülümsedim.
- Yalnız mısın?
- Evet.
Başını salladı.
- Haydi, iyi yolculuk…
- Eyvallah!
Ve böylece sonbaharın renk cümbüşü içerisindeki, tenha, sessiz ve huzur veren Bulgar eline girdim.
Sınırı geçer geçmez hemen soldaki markette bir kahve içeyim dedim ve burada Bulgaristan’da Avro değil de Leva kullanıldığını öğrenmiş oldum:) Neyse ki birkaç adım geride bir döviz bürosu vardı ve üzerimdeki Avro’nun bir kısmını Leva’ya çevirdim, kahvenin parasını ödedim.
Yine sınırı geçer geçmez, bence Bulgaristan karakteristiklerinden biri olan metruk binalardan ilki ile karşılaştım.
Seyahatim boyunca ülkede böyle terk edilmiş irili ufaklı çok bina ve yerleşim yeri gördüm. Fakat ne yalan söyleyeyim bunları, bu hali, bu tenhalığı sevdim. Ayrıca bu terklerden, ülkedeki değişimi biraz olsun okuyabiliyorsunuz. Şehirler, kasabalar boşalmış birkaç büyük şehre (Burgas/Burgaz, Plovdiv/Filibe, Sofia/ Sofya) ve bir kısmı da Batı Avrupa ülkelerine akmış. Eskiden ülkeye yayılmış bir hayatın, artık belli odaklarda toplanmakta olduğu anlaşılıyor.
Huduta 1 kilometre mesafedeki benzin istasyonunda depoyu doldurdum. Tahmin edersiniz ki burada yakıt melmeketimizden pek ucuz. Tüm ülkede benzin istasyonlarında bedava wi-fi var.
Kimi arkadaşlar uyarmıştı; bu mevsimde sınırdan Burgas’a doğru devam eden yol ıslak olur, virajlar kaygan olur diye… Motorumda rodajını henüz tamamlamış yeni lastiklerim vardı. Bu yol ve tüm gezi boyunca herhangi bir sorun yaşamadım. Zaten Burgas’dan sonra da yağış görmedim. Bolca kuru soğuk vardı…
Sınırdan sonrası Istırancalar, bizim Kırklareli ve civarının o müthiş doğasının devamı. Burgas’a kadar kimi zaman dar, kimi zaman genişleyen, bol virajlı yollardan, kimi zaman içinde birilerinin yaşayıp yaşamadığından şüphe ettiğim kasabalardan geçerek ve yolda tek tük araçla karşılaşarak sürdüm. Gördüğüm araçların bir kısmı son derece eskiydi ama sorunsuz gidiyorlardı, işliyorlardı. Yolda olmayanlardan bazıları da böyle dinleniyorlardı :)
Bulgar yolları, önceden fark edilebilen (hazırlıksız yakalanmadığınız) birkaç çatlak ve çukur dışında, hiç de fena değil. Bizdeki gibi, nereden gideceğini şaşırdığın, bol yamalı yollar pek görmedim… İlkini saymam ikinci kahvem :) :
Birçok şehrin girişinde polis ekipleri gördüm, ancak dört gün süren seyahatim boyunca, herhangi biri tarafından durdurulmadım. Geçtiğim kimi kasabada yol kenarında merakla bakan insanların önünden Brashlyan, Zvezdets, Krushevets üzerinden sürdüm, sürdüm…
Hemen söyleyeyim, Bulgaristan ile ilgili birçok uyarı almış olsam da hatta oradan geçme bile diyenler olsa da ben en ufak bir sorun yaşamadım. Tam tersine, çok güzel bir deneyim olduğu için, bu naçizane yazıyı yazıp hatırlamak istedim. İnsanları ilk başta belki Helenler gibi cana yakın değil, daha kapalı gibi olsalar da bence hepsi yardımseverdi. Mesela, ortak dil konuşamadığımız halde, Burgas’ta aradığım adresi bulmam konusunda bana epey yardımcı olan, buluşacağım kişiyi kendi telefonundan arayıp bulunduğumuz yere çağıran, beklerken bana ikram ettiği kahveyi dükkanın önündeki sandalyelerde oturup güneşin altında birlikte içtiğimiz ve lisan sıkıntısına rağmen benimle sohbet etmeye çalışan abi… Selamlar!
Burgas’ta aradığım adreste ve adresin bulunduğu bölgede cadde, sokak ismi filan yoktu. Bu bölge kısımlara ayrılmıştı ve o kısım (blok), numarası ile biliniyor. Bazı kısımlar yeni olunca çevrede yaşayan insanlar bilemeyebiliyor. Navigasyon cihazı kullanmıyorum şimdilik. Önceden telefonuma indirmiş olduğumu Google çevrimdışı haritalar epey işimi görüyor. Bulgaristan’da, uzun süre hiç motor görmedim. Sonrasında da nadir… Oysa Alexandroupoli / Dedeağaç (Yunanistan)’ta çok sayıda motor karşılıyor sizi.
Gördüğüm Bulgaristan şehirlerinin hemen hepsinde büyük bir meydan ve park var. Şehirlerin içindeki devasa heykellerden başka (ki bunların genelde bir ya da iki eli havada idi), hemen her şehrin girişinde de büyük bir anıt, heykel bulunuyor. Bunlar genelde bir askerin ya da o şehir için önemli bir kimsenin anıtı imiş.
Bu anıt ve heykelden biraz daha aşağı sürünce, pek hareket göze çarpmayan, bir yer var. Tepedeki bina artık kullanılmıyor gibi geldi bana… Yukarıda dediğim gibi Bulgaristan’da pek çok yer böyle sessiz, sakin, kimsesizdi.
İlk durağım olan Burgas, denizi olan Ankara gibi geldi bana.
Couchsurfing’den bana ev sahipliği yapan arkadaşlarımın evine yerleştikten sonra şehri biraz dolaştım. Happy isimli bir mekânda oturup müthiş lezzetli bir naneli nar suyu içtim ve yol yorgunluğunu attım. Burası, bugüne kadar oturduğum en güzel, en sıcak mekânlardan birisi. Sonradan öğrendim ki Happy Bulgaristan’da bir zincirmiş ve beğenilen mekânlardanmış. Bulgaristan’da yeme içme fiyatları gayet makul ve paranızın karşılığını fazlası ile alıyorsunuz ama bu mekân ne ucuz ne pahalı. Burgas’ın en güzel kızları da burada garson olarak çalışıyor, sanki. Mutlu olmamak elde değildi.
Ev sahiplerimle, Bulgar yemekli, güzel bir akşam yemeğinde hoş sohbet ettik ve onlara Şumnu/Shumen’e doğru süreceğimi söyledim. Şaşırdılar. Neden Shumen, dediler? Şöyle diyemedim: bir kadın seversin Şumnu’ya gidersin :). Bu kısmı geçip, Şumnu’nun arkadaşımın annesinin daha 1 yaşında iken Türkiye’ye göç ettiği şehir olduğunu, aslında bu yolculuğa birlikte çıkmayı planladığımızı, bu sebeple rotamda Şumnu’nun da olduğunu, fakat hava muhalefeti sebebi ile artçımın yola çıkmayı göze alamadığını anlattım. Sonra Tuna’yı görmeyi düşündüğümü söyledim ve onların da tavsiyelerini sordum. Tuna için, güzel geniş bir nehirdir ama nihayetinde bir nehirdir, dediler ve bana Veliko Tarnovo’yu görmemi tavsiye ettiler. Ben çok planlı gezmiyorum. Kaba bir rota çizip gerisini yola bırakıyorum. Kendi kendime, Şumen’den sonrasında Tuna kıyısındaki Silistra/Silistre ya da Ruse/Rusçuk’a sürebilirim, hele bir yola çıkayım da bakayım deyip, ertesi sabah yola koyuldum. İşte o yollar :)
Şu çeşmeye bakın, sanki Anadolu
Şumnu tren garı
Park önemli. Plovdiv / Filibe’de tanıştığım bir arkadaşım, neden Plovdiv’de yaşadığına dair şunları söyledi: benim büyüdüğüm şehirde büyük bir park yoktu, böyle parklar insanın mahremiyeti ve huzuru için gerekli, onun için Plovdiv’de yaşıyorum. Ayrıca benim anladığım kadarı ile Bulgarlar doğayı seven ve sayan insanlar.
Unutmadan; Bulgaristan’ın bir kısmında, İngilizce ile dil sorunu çekebilirsiniz ama Türkçe ile çekmezsiniz. Yani birine “Do you speak English?” diye sorup “No” cevabı alınca üzülmeyin (ki çok defa alabilirsiniz) bir de “Türkçe biliyor musun?” u deneyin. “Aa, sen Türk müsün” cevabı alıp yakınlık görebilirsiniz. Tecrübe ile sabit :) Zaten plakadan da tanıyıp konuşanlar oldu.
Burada bir Gök Gözlemevi de var. Aaa! O uçan siyah şey UFO mu yoksa :):
Anıt anıt dedik, Bulgar yurdunun muhteşem anıtlarından biri Şumen’de. Bulgaristan’ın kuruluşunun 1300. yılı sebebi ile inşa edilmiş. Çok etkilendim. Ben sırtlardan, yukarı kısımdan dolana dolana, seyre dala dala gelmiştim. Şehirden, 1300 basamakla da çıkabilmek mümkün anıta. Sözü uzatmayayım. Türkçe kılavuz aşağıda (dedim ya buralarda Türkçe geçiyor). Atabulgarın parmak ucu yaklaşık 6 insan boyunda.
Burada Tuna’yı görmekten vazgeçip (bir dahaki sefere, Romanya’ya sürerken artık), yönümü Veliko Tarnovo’ya doğru çevirdim. Yolda, Targosvishte’ye de uğrarım dedim, burada bir şarap fabrikası olduğunu öğrenmiştim. Targovishte’ye gittim ama şarap fabrikasını bul(a)madım. Acıkınca yemek yedim, sonra da canım tatlı bir şeyler çektiği için bir pastaneye oturdum. Orada sordum, şarapları pek de matah değildir cevabını alınca vazgeçtim fabrikaya gitmekten. Daha sonra güzel şarabı Veliko Tarnovo’da buldum. Bulgaristan özellikle son yıllarda şarap üretimine ağırlık vermiş ve bu konuda iddialı olma amacında. Yerli Mavrud üzümleri var, şarabı harika. Fiyatlar da öyle! Bizde her şey neden bu kadar pahalı :(. Ha, bu arada Burgaz’da ev yapımı rakı denemiştim; rakı ile pek aram olmasa da bu harikaydı.
Yolları, şehirleri görüyorsunuz değil mi, ne kadar tenha. Hava sıcaklığı genelde 7 derece civarındaydı, güneşliydi ama ortalıkta pek kimse görünmüyordu. İşte bu yüzden tenha ülke diyorum Bulgar diyarına.
Derkeeen, batan güneşin kızıllığında, Veliko Tarnovo’ya girdim; gezdiğim yerler içerisine en turistik olanı. Eski başkentlerden. Bir Rönesans şehri… Yantra Nehri’nin çevresine kurulmuş. Turistik olduğu için fiyatlar diğer şehirlerin birkaç katı… En çok kalabalığı da burada gördüm.
Hatırlatayım; buralarda, çok acıkmadan sipariş verin, basit bir yemek söylemiş olmama rağmen — saate baktım- tam bir saatte geldi yemek. Çok açtım da ondan dakikaları saydım. :) Sonra Filibe’deki arkadaşıma sordum ve bana, acele etmediklerini, özellikle akşam yemeklerinden zevk almak istediklerini, sohbet ettiklerini ve akşam yemeklerini uzatabildikleri kadar uzattıklarını söyledi.
Bulgarca ve Türkçe’nin ortak birçok kelimesi olduğu gibi mutfaklarında da ortak isimli yemekler var. Klasik Musakka tartışmasını bilirsiniz :); Musakka Türklerin mi, Yunanlıların mı, Bulgarların mı? Üçü de birbirinden farklı pişiriliyor, farklı yemekler (Helenlerinkine bayıldım), birçok meselede olduğu gibi bu konuda da itişmeye gerek yok. Tarator isterseniz Bulgaristan’da önünüze bizim cacık gelecektir. Ama yoğurdu da yoğurt ha!
Yoğurt deyince, “sipariş” üzerine Bulgaristan’da pek çok defa, farklı yerlerde doğal peynir ve bal sorduğumda, ne aradığımı anlatmakta zorlandım ve sıklıkla markete yönlendirildim. En sonunda şu cevabı aldım, bizde — markette de satılsa- zaten hepsi doğaldır. Gerçi Filibe’de bir gün daha kalsam dağ köylerine çıkıp yerli üreticilere bi bakabilirdik ama o da başka sefere kaldı. Bu doğal, organik işleri bir tuhaf, Kırcaali’de şu cevabı aldım; biz peynirimizi Türkiye’de yaptırıyoruz. Balın hasını ise sonra yine dağ başında buldum, birazdan anlatacağım.
Üçüncü günün sabahında Veliko Tarnovo’da biraz turladıktan sonra Plovdiv/Filibe’ye sürmeye başladım. Koca Balkan Dağları’nı Şipka Geçidi’nden geçip, enfes yeşilliklerin arasından, Kazanluk/Kazanlık üzerinden Stara Zagora’ya indim. Kazanluk, gülleri ve AK — 47 (Kalaşnikof)’leri ile meşhurmuş. Bunu bana söyleyen güldü :) Bulgaristan’da gülden her bir şey yapmışlar… Kremler, içecekler, yağlar, ballar (evet ballar, gül balı), vs, vs…
Stara Zagora’dan sonra Bulgaristan’ı doğu batı yönünde geçen ülkenin tek otobanına (Trakya Otoyolu) çıkmak zorunda kaldım, çıkmaz olaydım. Motorcunun otobanda işi ne… Sıkılıyor, yıpranıyor insan… Ama başka yol tarifi alamamıştım. Oysa şimdi bakıyorum da haritaya göre Kazanluk’tan batı ve güneybatı yönüne doğru yol var gibi. Neyse. Otoyola ücret ödemedim. Yunanistan’ın da bir kısmında otoyollara ücretsiz girilip çıkılıyor.
Sıkıcı bir otoban seyrinden sonra Filibe’ye vardım. Artık o eski ve sevimli arabalar göze çarpmıyordu. Filibe’de Old Town/Eski Şehir ve eteğindeki Kapana/Kapan denilen bölgede geçirdim zamanımı. Bu bölge bir nevi Beyoğlu; yeme, içme, eğlence, kültür, sanat ve sair yaşam alanları, zevkli mekânlarla dolu. Ama kalabalık mı, hayır, çok da kalabalık sayılmaz bana göre, hâlâ tenha ve bu güzel. :)
Tam da yukarıdaki fotoğraftaki yerde, motorun başında, bana motorumla ilgili sorular sorması üzerine tanıştığımız arkadaşımla, bir süre ayaküstü sohbetten sonra;
- Motorlar hakkında epey bilgin var, sen de motor kullanıyor musun, diye sorduğumda,
- Hayır, bisikletim vardı, yürümek için onu da sattım, dedi.
Yürüyerek dünyayı gezmeyi düşünüyor. Sırtında çantası ile dolaşıyor, cep telefonu kullanmıyor, sadece bir eposta hesabı var.
Anladığım kadarı ile Filibe’de genç nüfus yoğun, pek çok öğrenci var. Filibe’ye “500 Leva Şehri” diyorlarmış, her şey (kira, maaş, vs) 500 Leva olduğu için. Filibe’de doğayı seven, dağlarda vakit geçirmekten mutlu olan, yollara koyulma hevesinde, iyi niyetli insanlarla tanıştım. Sohbetlerimiz karşılıklı ilham vericiydi. Bir dahaki sefere Rodop Dağları’nı görmeli, belki oraya doğru giden trene de binmeli. Bulgaristan dağlarının bin bir güzellik barındırdığını öğrenmiş bulunuyorum.
Balkanlarda gezerken Balkanlar'ın Balkanlar olduğunu, Batı Avrupa’dan ne kadar farklı olduğunu, bizdeki Balkanlılığı, benzerliklerimizi görebiliyorsunuz. Filibe’deki sohbetlerimizde şu filmden haberdar oldum: The World is Big and the Salvation Lurks Around the Corner / Svetat e Golyam i Spasenie Debne Otvsyakade / Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda. Filmin bir yerinde şöyle deniyordu: “Balkanlar, Avrupa’nın bittiği ve bir daha hiç başlamadığı yer…”
Balkanlar güzel ya :)
Sabah erkenden yine sevinçle yola koyuldum. Otoyola çıkmama konusunda hassasiyet gösterip, eski yolu takip ederek Topolovo, Komuniga üzerinden Kırdzali/Kırcaali’ye doğru sürmeye başladım. Bu yolun kaplaması, yükseklere tırmanana kadar yer yer bozuk. Ama sağ tarafta Doğu Rodop Dağları sol tarafta Trakya Ovası ile harika bir yol.
Bu yol beni, müthiş bir ayazda, sonbaharın hayranlık uyandıran renkleri ile bezeli yükseklere taşıdı.
Yükseklerde yol kaplaması düzeldi. İnişe başladığımda her iki yanımın açıldığı ve rüzgârın sertleşmeye başladığı bir köyün (yanılmıyorsam Gabrovo) az ilerisinde teyzelerle karşılaştım İşte bu teyzelerden aldım balı! Kendi üretimleri. Nefis bir bal ve fiyatı inanılmaz ucuzdu. İki kavanoz aldım. Fiyat demişken bu tezgâhlarda Türk Lirası da geçiyor :) Teyzelerle biraz sohbet (Türkçe tabii ki) ettim, her bir teyzeden birer parça da olsa alış veriş ederek, kendi mahsulleri olan domates, biber, patlıcanları doldurdum bagajlarıma. Domatese bayıldım. Çekirdeklerini ekmek üzere saklıyorum.
Birçok Bulgar şehrinde olduğu gibi geniş caddeli ve geniş alana yayılmış yapılaşmalı bir şehir. Bu şehirde alçak yapılar ve düzenlilik bilhassa dikkatimi çekti. Ben pek şehir dolaşmıyorum aslında, onun yerine şehirler, kasabalar, köyler arası yollarda, yolda olmayı seviyorum. Bunun için Kırcaali’de pek oyalanmadım. Bir kahve içip bir iki yol sorup sürmeye devam ettim. Aklıma bu civardaki tekkeler takılmıştı. Onları sordum ama pek cevap alamadım. Hatta bir taksici abi (Türkçe): ya aslında biz taksiciyiz bilmemiz lazım, ayıp bize, dedi. Hah işte, bu abi peynirlerini Türkiye’den alan abi. Kahve içerken internetten okuduğum yerel gazetelerden de faydalanarak bir ipucu buldum ve Momchilgrad / Mestanlı’ya doğru gaz açtım.
Sevimli bir kasaba… Bulgaristan’ın çoğu yerindeki temizlik burada daha bir gözüme çarptı. Mestanlı’nın içinden geçip kendimi yaylalarına doğru vurdum. Köyler arasında bir teke gibi sektim durdum ve gezimin en güzel etaplarından birini tecrübe etmiş oldum. Tatul yakınlarında antik bir pagan tapınağı olan Orfeus Tapınağı, tekkeler, köylülerle ayaküstü hoş sohbetler, seyrine doyum olmayan manzaralar, bir görünüp bir kaybolan ceylanlar, arazilerde geviş getirerek ve sükûnet içerisinde beni gözleyen büyükbaş hayvanlar… İnsanın ruhunu tazelemesi için harika yerler buralar. Kimi yerde sadece bir araba geçebilecek genişlikte olan köy yolları, doğal olarak, kimi kuru kim yaş her boy hayvan dışkısı ile dolu, dikkat!
Bazen, acaba daha araziye girer bir motorum mu olmalı diye düşünüyorum. Ama şimdilik Küheylan ile aramız iyi. Bana sormuşlardı; deli misin motor aldın, diye. Delirmemek için, diye yanıtlamıştım. Yaylalarında iyice hafifledikten sonra Mestanlı’ya indim, karnımı doyurayım diye. Girdiğim yerde, çorba var mı diye sordum. Fasulye çorbası var, dediler. Bizim kuru fasulye yemeği imiş… Güzeldi.
Bu kadar güneye kadar inmişken melmekete dönüşü Alexandroupoli — İpsala üzerinden yapayım dedim. Aşağıya, Makaza’ya doğru sürmeye devam ettim. Varbitza nehrinin kıvrımları ve menderesleri arasından, kaymak gibi bir yoldan, kapıya vardım. Bulgaristan Yunanistan geçişinde tüm araçlara evrak kontrolü yapıyorlardı. Hani Şengendi yav! :) Benim de tüm evrakıma baktılar. Bulgar görevli ile Yunan görevli aynı konteynır içinde oturuyor, ben evrakı Bulgar görevliye veriyorum, o kontrolünü yapıyor, evrakı içerideki pencereden Yunan görevliye veriyor, o da kontrolünü yapıyor ve evrakı ondan teslim alıyorum. :)
Böylece Hellas topraklarına girmiş oldum. Nasıl olduysa bir süre telefonumdan kendiliğinden bir müzik yayımı oldu. Bu sürpriz pek hoştu :)
Sınırdan hemen sonra coğrafya ve iklim değişti gibi geldi. Bu algım, kadim yurtların seçilmesinde, belirlenmesinde, belirginleşmesinde, kültürlerin oluşmasında coğrafya, iklim gibi doğal unsurların etkisini düşündürdü. Bu düşüncelerle ve gülümseyerek, akşama doğru devam ettim.
Yanlış yol yoktur, yeni yol vardır.
Tekerinize taş değmesin!
:)