Motosikletle Moğolistan Turu

Montumun da içerisinde olduğu sırt çantam  - uçağın yarısının bagajları gibi- Ulan Batur’a ulaşmadı. Çok sık oluyormuş burada. “Yarınki uçakla gelir” dediler, “Eyvallah” dedim. Sanırım anlamadılar :) Aslında macera en baştan başlıyormuş, sonra anlayacaktım.

Moğol arkadaşım Bat beni karşıladı, Ulan Batur’un kıyısında bir mahalledeki evine götürdü. Evlerinin bahçesinde Ger’ler/Yurt’lar (Moğol çadırları) vardı. Yurtlar şehirde de hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Annesi hemen tsai dedikleri süt, su, yeşil çay ve tuzdan yapılan ve Moğolistan’da, bizim çayın yerini tutacak kadar yaygın içilen içecekten ikram etti ve buuz (bir çeşit mantı) yaptı. Sabahın erkeninde kahvaltı olarak höpürdeterek yedik içtik. Güzel bir gün doğuyordu.

Ulan Batur arka mahalleler

O günü Bat ve onun arkadaşları ile Ulan Batur ve çevresinde geçirdim. Planımda yoktu ama Tsonjin Boldog’daki Cengiz Han Heykeli kompleksine gittik.

Cengiz Han Heykeli (Tsonjin Boldog)

At bindik; Moğol gardaşlara ayak uydurabildiğime sevindim.

Dörtnala koşmadan önce :p

Buraya giderken yolda sağda Tonyukuk Anıtı var. Ama ben Orhun Yazıtları ile ilgiliydim. Ulan Batur cazip değildi. Sırt çantamı beklemek yerine, yoluma devam etmeye karar verdim ve akşam trene (katara) atlayıp Gobi Çölü’ne Saynşand’a doğru yola çıktım. Niyetim Khamarin Khiid (Khamar) Manastırı yakınındaki Enerji Merkezi’ne gitmekti. Çoluk çocuk dolu, sıcacık bir yataklı tren… Koridordaki koltuklar dahi yatağa dönüşüyordu. Yataklı evet, ama çarşafsız, yastıksız, örtüsüz; aç uzan! Trenin sıcacık olması nedeni ile nema problema.

Saynşan’da inip, makul bir ücret karşılığında, yolcuları istasyonda karşılayan, paylaşımlı arabalardan birine bindim. Şoför ve Moğol bir aile ile birlikte civarda görülecek diğer yerleri (Bayanzurkh, Meme Kayaları/Muum Khadde, Büyük Çan, Meditasyon Mağaraları) dolaşıp Enerji Merkezi’ne geldik.

Enerji Merkezi — Khamarin Khiid

Burası turistik olmayan, çoğunlukla Moğolların ziyaret, ibadet ve olumsuz enerjilerden kurtulup arınmak için geldiği, dünyanın enerji noktalarından (çakralarından) biri olarak bilinen bir yer. Eskiden bu yerde, bölgenin enerji potansiyelini fark eden Danzanravjaa adlı bir keşişin (aynı zamanda bir eğitmen, sanatçı) kurduğu bir tapınak varmış, sonra yıkılmış. Şimdi yakınında yeni bir tapınak kompleksi var. Okuduklarımdan anladığım kadarı ile burası eski dönemde, dini bir inanç merkezinden öte sanat, kültür ve özgürlük vahası olmuş.

Kapının önünde durup iki gözün arasındaki 3. göze bakıyor ve sol kapıdan (Altın Kapı) girip belli bir ritüel/sıra takip edip, sunular sunup (süt, votka, pirinç, su, vs.) sonunda çöle, rüzgâra doğru geleneksel bir şarkı (Ulemjin Chanar/Your Perfect Qualities/Senin Mükemmel Özelliklerin) söylediğiniz bir stupaya varıyorsunuz.

Yolculuğumun ilk çarpıcı anlarını burada yaşadım. O stupanın önünde, şarkı söyleyen bir kadın gördüm. Müthiş bir ses ve söyleyişle şarkıyı söylüyordu. Daha sonra bu şarkıyı internette birçok kişiden dinledim ama onun gibi söyleyenine rastlamadım. O kadın bedeni ile değil ruhu ile orada bulunuyordu, sesi rüzgâra karışıp gelip gönlüme dokunuyordu. Onun söyleşinde duyumsadım şarkının sözlerindeki naifliği, bu sözlerin getirdiği hafiflemeyi, müteşekkirliği, kalenderliği, yalınlığı… Sonra bu kıymetli kadın gitti, avlunun bir yanındaki kırmızı taş, topraktan oluşan alanda oturdu meditasyona başladı.

İşte o kadın!

Bu merkezdeki ritüel, herkesin, ayakkabılarını çıkararak girdiği bu alanda, oturarak, yatarak, uzanarak ya da ayakta biraz zaman geçirmeleri, meditasyon yapmaları ve sonrasında sağdaki kapıdan (Gümüş Kapı) çıkmaları ile tamamlanıyor. Çıkıştaki tabela bir durdurup düşündürüyor: “İyi şanslar ve barış getir!”

Moğolistan’da otostop neredeyse imkânsız zira neredeyse her araç bir taksi. Paylaşımlı bir taksi ile Ulan Batur’a döndüm, gece havalimanına vardım. “Sizin çantayı hava yolu şirketinin şehir merkezindeki ofisine gönderdik, orası da ancak sabah açılır” dediler. Ulan Batur’da bir gece daha konakladım. Sabah çantamı sapasağlam teslim aldım.

Fiyatları ve internet sitesindeki samimi hava nedeni ile ilgilenmekte olduğum motosiklet kiralama şirketini aradım. Yola çıkmadan önce gönderdiğim e postama cevap vermemişlerdi. Sebebini sonradan öğrenecektim. :) Israrlı birkaç aramadan sonra (belki erken saatte arıyordum) telefona çıkan Cheke’ye meramımı anlattım. Nereden geldiğimi, adımı sordu ve “Şu an müsait değilim, 5 dakika sonra arayacağım” dedi ama aramadı. Bu arada kahvaltı ettim, aradan 1 saat geçmişti, yine aradım. Kader ağlarını örüyordu. :) Kendimi tanıttım. “Arayacağım dediniz, aramadınız” dedim. Cheke, “Ha, sen İstanbul’dan Ali’sin, motor istiyorsan gelip alabilirsin, hazır” dedi. Sevindim. En çabuk nasıl gelebileceğimi sorunca (internet sitesinde ulaşım olanakları yazıyor) nerede olduğumu sordu ve kardeşi Jaga’nın, taksisi ile benim bulunduğum yer civarında olması gerektiğini, istersem onunla konuşabileceğini söyledi ve 5 dakika sonra, beni, oturduğum kafenin karşısında bekleyen Jaga’nın taksisindeydim. Jaga, Moğol tarihi ve günceline dair özeti de içeren hoş bir muhabbetle taksisini Ulan Batur’un dışına doğru sürdü.

Ulan Batur arka mahalleler

Cheketours’un yerine vardık. Burası mütevazı, işlevsel, bir bahçe içerisinde yer alan küçük bir ev, biri ofis ve zaman zaman misafirhane olarak kullanılan iki Yurt, motorların garajı olarak kullanılan konteynerler, banyo, tuvalet ve gerekli ekipmandan oluşan, personeli son derece yardımsever ve arkadaş canlısı bir yer. Cheke yoktu, beni Anna karşıladı, formaliteler ile oyalamadı. Ödemeyi yaptım (sadece nakit kabul ediliyor), kısa sözleşmeyi imzaladım, motoru hemen aldım.

Cheketours

Bütün kamp ekipmanımın da içinde olduğu sırt çantam ve küçük çantam motorun üzerinde bağlıydı. Önce motordaki elektrik çıkışına uygun girişli (USB’siz) bir şarj aleti bulmak istiyordum. Hemen yakındaki havaalanındaki mağazada yoktu. Danışmadaki kız, yolumun üstünde büyük bir market olduğunu, orada bulabileceğimi söyledi. Yola koyuldum. İstikametim Khustain Nuruu Milli Parkı… Ulan Batur’a yaklaşık 100 kilometre... Motora, Moğolistan yollarına alışmak, ilk molayı vermek ve vahşi atları görmek için iyi bir mesafe ve yer.

İlk sağ sapağı kaçırmışım. Bunu çok sonra fark ettim. Kader ağlarını örmeye devam ediyormuş :) Farklı bir yoldan gitmekte olduğum için o büyük marketi bulamadım. Benzin istasyonlarında market yok. Denk geldiğim dükkânlar birer bakkal, onlarda da şarj aleti yok. Harita uygulamaları hayli şarj yiyor, şarj aletim olsa  -sürerken telefonumu şarj edebileceğim için -  kendimi daha rahat hissedeceğim; zira neye doğru sürdüğümü tam olarak bilmiyorum ama “medeniyetin” olanaklarından uzaklaşmakta olduğum belli.

Ulan Batur’dan birkaç kilometre çıktıktan sonra ortalık belirgin şekilde tenhalaşıyor, biraz daha gittiğinizde zaten kırsaldasınız. Motoru kiraladığım Cheketours’un yeri de hemen şehrin kıyısında (havaalanına yakın) olduğu için Ulan Batur’un trafiğine dalmadan kendinizi Moğol steplerine atmanız kolay.

Hava kapanıyordu. Köy mü, mahalle mi olduğunu anlayamadığım bir yerden geçerken asfalt bitti. Bıçakla kesilmiş gibi… Önce durdum. Ama baktım yanımdan bir araba geçti ve araziye doğru, tozu toprağa katarak gidiyor, aynı istikamette uzakta bir araba daha var, “devam”, dedim. Yolun bittiği yerde Moğolistan başlar derler, başlamıştı.

Moğolistan

Sağ tarafımda, kuzeyde, bana eşlik eden Khatantuul Nehri imiş, o zaman daha adını bilmiyordum.

Khatantuul Nehri

Ulan Batur’dan sonra yaklaşık 30 kilometre yol kat edip Altanbulag’a geldim. Ummadığım bir şekilde, şarj aletini buradaki markette buldum, rahatlamıştım.

Şarj aletini bulduğum market

Bu küçük yerleşim yerinin 2 pompalı benzin istasyonunda, çok eksilmemiş olsa da yakıtımı tamamlamak istedim. Pompacı, deponun azıcık aldığını görünce (84,86 tugrik kadar) şaşırdı, bozuldu ve uyanıklık yapıp fiyatı bana 8.486 Tugrik diye yutturmaya çalıştı. Tabii, yer mi Anadolu çocuğu :) Pompacı bu sefer yemediğime şaşırdı, bozuldu ve 84,86 tugrik’i (Moğol para birimi) de almadı.

Altanbulag Sağlık Merkezi’nin bahçesini temizleyen güler yüzlü gardaşa Khustan Nuruu’ya nasıl gidebileceğimi sordum. Gülümsedi.

“Nehir geçebilir misin”, diye sordu?Moğolistan’dayız ne de olsa, “Denerim”, dedim.
“Bulabilirsen, 10 kilometre kadar ötede köprü var”, dedi.
“Denerim”, dedim.

Telefonu sabitleyemediğimden, gözümle görebileceğim bir yere koyamadım. Durup çıkardığımda da haritanın yüklenmesi zaman alıyordu. Zaten şu maps.me’ye alışamadım gitti. Moğolistan’da çevrimdışı sorunsuz çalıştığını söyledi herkes, çalışıyordur herhalde :) Google haritalar ise çalışmıyor ondan eminim.

Altanbulag’ı arkada bırakıp tepelere doğru sürdüm. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Sezgilerimle yolu bulmaya, nehre yaklaşmaya çalışıyordum. Bu diyarda denklemler değişiyordu; yol soruyor, yön bulmaya çalışıyordum. At sürüleri başta olmak üzere hayvan sürüleri başlamıştı. Yaban Moğolistan’a, Vahşi Doğu’ya doğru sürüyordum.

Bir tepenin etrafından kıvrılınca, aşağıda nehri ve köprüyü gördüm. “İşte buldum köprüyü!”, dedim sevinçle.

Köprüler yaptırdım gelip geçmeye

Keyifle birkaç fotoğraf çekip video kaydı yaptıktan sonra köprüyü geçtim. “Tamaaam” derken, bir köprü daha… “Eh, peki olsun”, derkeeen… O da ne, bir köprü daha! İndim baktım ama bu geçilecek gibi değil.

Köprüden geçemiyom, az doldur içemiyom.

Köprünün solundan, sudan geçtim.

Bu, Kızılyıldız’ı son görüşümüz

Burada, karşıdan gelen yerli bir motorluya, elimle işaret ederek, gideceğim yeri bağırdım, durmadan başını salladı, “doğru” yoldaymışım. Bir su geçişinden daha sonra, gideceğim yönün aksi yönde, ileride gördüğüm Yurt’lara doğru sürdüm. Nadiren rastladığım çiçekli bir kırdan üç Ger’in (Yurt) kurulu olduğu çayıra vardım.

Moğolistan - Altanbulag civarı

Ağıla doğru yürüyen “yaşlı” teyzeye “Khustai Nuruu?” dedim, eliyle, “dağlara paralel git, sonra dağlara doğru dön” işareti yaptı. Başımla “tamam” dedim. Birkaç fotoğraf daha çekip geri döndüm. Arazi müsait; ister patikayı takip ederim, ister araçların yol izini, ister kendi yolumu çizerim (bu Moğolistan’da çoğu zaman iyi fikir değilmiş).

Biraz dağlara paralel sürüp, sonra dağlara doğru yönelince nehir çıktı karşıma, yaklaşık 20 metre genişliğinde. Kıyısı bıçakla kesilmiş / çökmüş gibi dik. Akıntı gözle görünür şekilde kuvvetli. Buradan karşıya geçilmez. Kıyıyı takip ederek suyun akış yönünde devam ettim. Nehir kıyısında ağaçlı bir bölge başladı. Nehrin küçük bir kolundan, yamacı yaklaşık 1 metre yüksekliğinde, kavisli, çamurlu bir yerden suyu (burası 20 metre genişliğinde değil) bir daha geçtim ve yine dağlara ve gün batımına doğru yöneldim. Uzun otlu, seyrek ağaçlı bir düzlüğe çıktım. Düzlük ağaçlarla çevrili. Düzlüğün öte tarafına, ağaçlara, nehrin kıyısına doğru sürmeye devam ettim. Önümden at sürüleri koşturup geçiyor sık sık. Ne güzel atlar var. Koşarken toprakta çıkardıkları derin tok sesler ne güzel... Durdum. Neredeyim diye telefona baktım, anlayamadım. Sinekler rahatsız etmeye başladı. Nehir, kıvrıla kıvrıla önüme çıkıyor belli ki. “Ya”, dedim kendi kendime, “Khustai Nuruu’ya aslında yaban atlarını (tahki/Przhevalsky) görmeye gidiyorum, yeterince at görmedim mi, dönsem mi”, arkama baktım, geçtiğim suları ve yönümü bulmak için harcayacağım çabayı düşündüm, gözüm kesmedi. Nehre yaklaştım tekrar, onun nerede olduğu gayet belirliydi. Arazi kurumuş bataklık, motoru hoplatıp duruyor. Bol sinek. Motordan indim bir ara keşif için, kıyıya yaklaşınca balçığa batıyorum, yok buradan da geçilmez.

Güneş batmış, hava kararmaya yüz tutmuş. Çadırımı buraya mı kursam diye düşündüm, sinekleri düşününce iyi bir fikir gibi gelmedi. Işık yerine gölge hâkim olmuştu. Bir kere daha başka bir yerden, bu sefer motorla kıyıya yaklaştım. Yüksek. Çamur. Karşı kıyıdaki ağaçlar günün son ışıklarını örtüyor. İşte tam bu anda ne düşündüğümü sormayın; hatırlamıyorum. Sadece nehre baktım, karanlığına, akışına, yüzeyinde ara ara görünüp kaybolan ışıltılara, şırıltısına, ötesine… Geçilmesi gerekiyordu; atımı nehre sürdüm.

Ön teker gidebildiği kadar dibe gitti, arka teker yukarıda, motor takla atacak kadar dikildi, birlikte suya/çamura doğru süzülüyoruz. Sakince “gittik”, dedim. Kendimi motorun sağına doğru bıraktım. Göğsüme kadar suyun içindeyim. Motoru tuttum. Bir şey yüzdü; sağ aynaymış, “gitsin, sorun değil” dedim. Motoru geri itebilir miyim diye yokladım. Ayaklarım bataklığa batıyor, kolay olmayacak. O an karşı kıyıya baktım. Aklımdan şu geçti: Madem ki bu nehri geçmeye çalışıyorum, madem ki başka yol bulamadım ve madem ki şu an nehrin içindeyim, neden yüzerek geçmiyorum?

Son saatlerin en parlak fikri gibi geldi. Sol elimle motoru iyice kavradım ve kendimi soğukkanlılıkla akıntıya, nehre bıraktım. Az önce kıyıdan duyduğum şırıltının içindeyim şimdi, ses artıyor ve her yerimi sarıyordu. Sağ elimle kulaç atmaya çalışıyor, sol elimle motoru taşımaya çalışıyordum. Nehir boz bulanık akıyor… Akıntı iyice kuvvetlendi, hızlandık, motoru görmüyorum, iki kıyının ortasına ulaştık, artık ayaklarım yere basamıyor, motor, üstündeki çantalar ve ben birlikte yüzmeye çalışıyoruz. Arada, motoru iki elimle yukarı çekmeye çalıştım bir iki kere. Bilemiyorum ne kadar, belki 50 metre belki daha fazla, böyle yüzerek / sürüklenerek, karşı kıyıya, en olmayacak yerden, vardık. Çalılar, dallar ve kıyıdan nehre doğru sarkan ağaçların oluşturduğu bir baraja takıldık, kaldık. Su derin, ayaklarımı hâlâ yere basamıyorum, kıyı yüksek, kaygan çamurdan, elim kayıyor. Motoru yukarı çekebilmem mümkün değil. Sırtımdan bastıran akıntı, suyun altındaki motoru alıp götürmek istiyor elimden, sağ elimle kendimi bir yere sabitlemeye çalışıyorum. Sadece sol elimle motoru tutmak iyice zorlaştı. Acaba bu barajın altından motorla yüzüp geçebilir miyim diye iki defa dalmayı denedim ama başımdaki kaskla mümkün olmadı. Nehrin suyunun tadını şimdi bile hatırlıyorum. Sonunda motoru bıraktım. Çalkantılar durdu. Her şey duruldu. Sessizlik içinde kıyıya tırmandım. Sanki Khustai/Khushuut dağları beni seyrediyordu.

en alta belki

Bilgelerin Huzurunda

Sudan çıktığımdaki hissi tarif edebilir miyim bilmiyorum. Aslında bunu günler sonra düşündüm; müthiş somut, canlı, doğal, derin, sade bir his. Hiç, tam olarak şimdi ve burada olduğunuzu hissettiniz mi. Bunun üzerine saatlerce konuşabiliriz. Buraya geri döneceğiz.

Neredeyse arkama bile bakmadım. Yola devam edebilmek için yeterli her şey ve fazlası (bir kat giysi, montum, botlarım, çalışmayan telefonum, cüzdanım, belimde -içinde sadece bir düdük bulunan- su geçirmez çantam) üzerimdeydi. Pasaportumu kiralama ofisine depozito olarak bırakmak harika bir fikirmiş.

Kaskı çıkardım, yanıma alayım, karşılaşacağım insanlara hikayemin bir delili olur; elleri boş, sırılsıklam bir adamdan daha inandırıcı olabilir, diye düşündüm. :) Ola ki dönüp motoru arayabilmek için, onu gömdüğüm yeri hafızama kaydettim. Yorgun değildim. Müthiş bir sakinlikle geldiğim yöne, daha önce yol sorduğum Gerlerin bulunduğu yöne doğru, bu sefer nehrin öte yakasından, yürümeye başladım. Aslında neredeyse iç dürtüsel olarak hareket ediyordum. Dünyanın bir ucundaydım… Gözlerim çevreyi tarıyordu. Hava kararmadan sığınacak bir yer bulmam gerektiğini düşündüm sadece ve bu konuda da Moğol Göçebelerinin / Yörüklerinin misafirperverliğine güveniyordum.

Çoook uzaktan bir jip geçti, Khustai Nuru yönüne doğru, el kol ettim, görmediler. Ne Khustai Nuru aşkıymış arkadaş! Birkaç kilometre ötede görünmeye başlayan Gerlere doğru yürümeye devam ettim. Yürüyüşümden başka ses duymuyorum. Yürüdükçe üstümden sular süzülüyordu. Ben diyeyim 3 km siz deyin 4 km yürüdüm. Derken, nehir yine karşıma çıktı. Gerlere yaklaşmıştım ve oraya varmak için nehri geçmem gerekiyordu. Canım sıkıldıysa da bu, sadece bir iki saniye sürdü ve yine bıraktım kendimi sulara. Bel seviyesini biraz geçen, kıyısı dik, uzun yeşil otlu bu yerden yüzerek, yürüyerek karşıya geçtim.

Gere yaklaşırken 14 yaşlarında güleç bir kız, Namuuntsetseg, bana doğru yaklaştı, tek bir şey bile sormadan başını hafifçe yana eğerek, sol eli ile beni zarifçe çadırlarına buyur etti. Bir Moğol Yörük (Nomad/Göçebe) çadırına böylece adımımı attım. Sağ ayakla girilmesi gerektiğini biliyordum. Namuunsetseg’in annesi Sarantuya seğirtti. Hemen tsai ikram etti. Beypazarı kurusuna benzer yiyecekleri (Boortsog) ikram etti. Şekerli olan çok lezzetli geldi. Namuun, birkaç kelime İngilizce biliyor. Halimi anladılar. Evin (Yurt’un) babası Chuluunkhuv geldi, oğlu Enkhtor geldi; 12 yaşlarında… Bir de bebek vardı yerde, Dolgoon, kilimin üzerinde, gözleri çapaklı. Botlarımı çıkarmış verdikleri terliği giymiştim ama hâlâ üzerimde ıslak giysiler vardı. Derken dede Dondog geldi, nene Orgoi geldi. Üç çadırlı yurtun tüm nüfusu bu kadar. Kendi aralarında konuştular zaman zaman. Başımdan geçenlere aşırı tepki göstermiyorlardı, olur burda böyle şeyler, der gibi soğukkanlılardı. Dede, belli ki mizacı gereği kıpır kıpır. Dede dediğime bakmayın, zıpkın gibi bir adam. Motoru soruyor, uzakta olduğunu anlatmaya çalışıyorum, arada sanki cık cık der gibi bir yüz ifadesi ile oturduğu taburede kıpırdanıp duruyor, sağına soluna bakıyor, diğerlerinin yüzüne bakıyor, bir çözüm bulmak üzerine düşünüyor ve bunun heyecanını yaşıyor gibi. Baba kayıtsız, çadırın dışında sigarasını tüttürüyor, arada içeri başını uzatıyor, pek konuşmuyor. Anne, tsai’yi gösterip “iç”, ekmeği gösterip “ye” diye ısrar ediyor. Namuun, dupduru güzelliği ile hep güleç, bildiği bir iki kelime ile anlamaya ve tercümanlık etmeye çalışıyor. Enkhtor, merak ve babasının kayıtsızlığı ile karışık beni izliyor, ben ona bakınca başını usulca başka yöne çeviriyor. Bebek kendi kendine oynuyor. Nene (o da yaşını hiç göstermiyor), anlayışlı bakışlarla karşı divanda oturuyor. Ben, bir yandan, üzerimden akan sularla çadırı ıslatıyorum diye kaygılanırken (yersizce) bir yandan da içten içe sevinmeye başlıyorum. Çünkü Moğolistan’a giderken istediğim az şeyden birisi de bir Moğol Yörük Çadırı’na, turistik olmayan bir şekilde, misafir olabilmekti; işte tanrı misafiriydim.

Dedenin “ha” demesiyle bir kıpırdanma oldu. Gidiyorduk!?. Kalktık, iki kabinli, külüstür pikapa doluştuk. Nehrin kıyısına ilk defa yanaştığım yere geldik. Ben, pikapla nehri geçeceğimizi sanmanın rahatlığı içinde arkama yaslanmışken, durduk. İndik. Yerdeki izlere ve toprağın çiğnenmişliğine bakılırsa nehrin “geçit” verdiği yer burasıydı ama en başta da söylediğim gibi motorla geçilecek gibi değildi. “Motor nerede?” diye sordular yine.
Elimle, ağaçların ardını işaret ettim ve elimi sallayarak “uzakta” dedim.
“Ne, nehrin öte yakasında mı”, dediler.
“Evet”, dedim ve motorun çoktan sulara gömüldüğünü anlatmaya çalıştım.

Bu dialoglar bir iki kelime İngilizce, el kol hareketleri ve anlamadığım Moğolcayla idi. Kendi aralarında sevimli seslerle kısaca bir şeyler konuştular ve sonra “haydi, bizim oğlana göster motorun yerini”, dediler. Ben aklımdan “şimdi mi, hava kararıyor”, diye geçirirken delikanlı paçaları sıvamış ve nehre girmişti bile. Arkasından yürüdüm. Eh, kim çekinir artık sudan ama bileydim botlarımı çıkarmazdım, terlikle zor olacak. Nehrin akıntısının kuvveti, yürürken bile hissediliyor. Karşı kıyıya geçtik. “Haydi bakalım” dedim elimle, “daha yolumuz” var. Az ilerisi, bilek seviyesinde bataklık, onu da geçtik. Bir yandan çevremi, bir yandan delikanlıyı kesiyorum. Son derece atletik, iyi kondisyonlu ve sessiz. Atası “Ha!” deyince gıkını çıkarmadan yola koyuldu. Moğolların büyük bir kısmı Atalar Kültü’ne mensup. Gök (Mavi) Tengri (Gök) ve atalarına inanıyor, daha doğrusu hürmet ediyorlar. Git, git, git… Yaklaşık 4 km demiştim değil mi. Çocuk, yüzüne konmak isteyen sinekleri savuşturmadığı aralarda nazik bir şüpheyle bana bakıyor, “daha var” diyorum el ve yüz işaretlerimle, eline bir dal alıyor, kayıtsız bir görünüşle yürümeye devam ediyor. Kıyıya yanaştım, ki yeri tanıyabileyim, çünkü ağaç ağaca benziyor ilk bakışta. Nehrin, incecik bir girinti yaptığı yere geldik, “Hah!”, işaretim burasıydı. Onu da kayıp düşmeden geçtik, “İşte burası”, dedim elimle işaret ederek. “Burası mı!?” Emin olup olmadığımı anlamak ister gibi nazikçe baktı çocuk, teyit ettim, “Burası!” Çevreye baktı, o da zihninde işaretledi yeri, sonra birkaç sopa dikti kıyıya. Aynı yolu yürüdük geri. Bataklığı, sonra yine nehri geçtik. Hava kararmıştı. Ama aydınlık bir gece olacak, birkaç gün sonra dolunayı görecektim. Pikap, dede, baba bekliyor, diğerleri çadıra dönmüş. Uzun sürmüştü. Aralarında konuştular, dede döndü, gözleri büyüyerek baktı bana, yine kıpır kıpır… Dede şaşırmış mıydı, yoksa o tez canlılığının devamı bir bakış mıydı? Öyle bir yüz ifadesi var ki her zaman sevimli ve sevecen. Baba da bu sefer anlamaya çalışır gibi baktı ama bu uzun sürmedi. Ben ise artık ıslak giysilerden kurtulsam iyi olur diye düşünüyordum.

Çadıra döndük. Çocuk, dede ve babanın söyledikleri sonucu anne, nene ve Namuun’un da katıldığı bir heyecan dalgası oldu, ben anlamadım. Anne yine tsai ikram etti, önüme etli pilav, ekmek koydu, “ye ye”, diye ısrar etti. Sık sık yüzüme baktı. Çok aç olduğum söylenemezdi. Önce telefonumu pirince koydum. Üzerimdeki giysilerin bir kısmını, dışarı, gerin üstüne astım. Aç olanlar bir şeyler yedi. Dilimizin döndüğü kadar da sohbet ediyorduk. Sonra baktım Namuun çıkardığım giysilerimi çadırın içindeki ipe astı. Demek yerlerin ıslanması sorun değildi. Halen nemli olan tişörtüm ve pantolonum yerine bir giysi istedim, verdikleri eşofmanlar üzerime oldu. Artık daha rahattım. Motoru kiraladığım yere durumu ne zaman anlatacağımı düşündüm, şimdi sırası değildi, sohbete döndüm. Dede ortadan kayboldu. Baba ve delikanlı kilime uzanıp televizyon izlemeye başladı. Evet, Gerlere televizyon girmiş, buranın çok az eşyasından (iki divan, iki sandık, yemeklerin bulunduğu ve yendiği alçak ve küçük bir masa, tabureler, mutfak olarak kullanılan raflar, küçük bir ocak, birkaç süs eşyası ya da resim) biri olmuş. Elektrik ihtiyacı güneş enerjisi ile şarj edilen akülerden karşılanıyor, telefonlar da onlardan şarj ediliyor; priz yok. Işık loş. Yerlerde muşamba var. Çadırın iskeleti ile çuhası arası, kitap, vs sıkıştırmak için kullanılıyor. Tavandan aşağı, karasineklerin üzerine yapıştığı, rulo bantlar sarkıyor. Gerin ortasındaki iki dikmenin arasından geçilmiyor geleneğe göre. Telefonda, çat pat İngilizcesi olan biriyle konuştum, sanırım teyzeydi. Moğollarla konuşurken sakin olun. Dil sorunu yaşadıkları zaman kızgınca tepki verebiliyorlar; aslında kendilerine kızıyorlar gibiler. Namuun ve Enkthor yerde bir iskambil oyunu oynadılar, yanlarına oturdum izledim. Yola çıkarken yanıma aldığım — nazar boncuğu gibi- ufak hediyelikler de gitti tabii, hediye veremiyorum. Yörüklerin hediye sevdiğini okumuştum. Sabaha giysilerim kurur mu diye kaygılanacağım ama olmuyor, o dahi bir kaygıya dönüşmüyor; bir şeyler oldu. Yer yatağı serildi. Bana divanlardan birini verdiler, sağ olsunlar. Ne yalan söyleyeyim, mutluydum. Yattık, sabah ola hayrola!

Sabah erkenden uyandım. Gerin kapısı yarı açık. Baba, oğul, bebek uyuyor daha. Dışarı çıktım. Derin derin nefes aldım, mis! Ortadaki çadırın önünde bir tezgahta annenin kuruttuğu sütlere, peynirlere baktım. Hayvanlara doğru yürüdüm. Çevreyi seyrettim, bu bambaşka yaşam alanına bakındım. Göz alabildiğine uzanan steplerin güzelliğinin tadını çıkardım. Ortadaki çadır mutfak, kiler olarak kullanılıyormuş. İçeride sütler kaynıyordu, hemen bir tas ikram ettiler. Ohh! Nene de dışarıda işliyordu. Diğer çadır da nene ile dedenin çadırıymış. Botlarım halen biraz nemli. Telefonum halen çalışmıyor. Fotoğraf çekemiyorum.

Oturduk. Yine tsai ve kurularla kahvaltı ettim. Derken dede çıkageldi, “haydi davran” dedi, elinde bir tamir aleti. Hoppala, nereye? Bu sefer dede, baba ve ben pikapa bindik ve nehrin, dün akşam geldiğimiz kıyısına geldik. İndik. Dede ve baba pantolonlarını çıkardılar, bellerine kadar suya girdiler. Sabahın bu saatinde mi, su soğuk olmaz mı, diye düşünmeye kalmadan ben de artlarından nehri geçtim. Neredeyse son 12 saatte bu nehre beşinci girişim. Onlar motoru / eşyalarımı aramaya bu kadar hevesliyken benim nazlanmam, en azından kabalık olurdu.

Yürüdük yürüdük. Halen terlikleyim. Plastik terlik ayak üstlerimi sıyırmaya başladı. Baba ve dedenin ayağında güzel Moğol çizmeleri var. İnanamayacakları kadar yürüdük. Motor umdukları yerde değildi. Bir yerden sonra dede başka yöne doğru yürümeye başladı, baba benimle geldi. Yeri gösterdim. Çevreye bakındı. Ben, madem buraya kadar geldik, dedim ve üstümü çıkarıp, zayıf bir ümit, dün sudan çıktığım yere daldım. Birkaç defa denedim fakat dallar, bitkiler ve suyun berrak olmayışı sebebi ile derine gidemedim, bir şey göremedim ve bir şeye dokunamadım. Baba hayretle bana bakıyordu. Çıktım, “Yok” dedim :) Sonra dede ile buluştuk, nehrin iyice büküldüğü, nehir yatağının iyice yayılıp suyun yavaşladığı ve hatta durup bataklığa dönüştüğü birkaç yere daha baktık. Aslında onlar arıyor ben sadece onları takip ediyordum. Çevreyi giderek daha iyi tanımaya başlıyordum. Yakın zamanda ise motor ve üstündeki eşyaların ortaya çıkacağını ummuyordum. Bir süre daha suyun altında kalacaklar ama bir gün çıkacaklardı. Hava ısınıyordu. Artık mont fazlaydı. Böyle böyle bakınarak geri döndük. Nehri bir kere daha geçip pikapla Ger’e döndük. Anne gene önümüze yiyecek ve tsai koydu ve ısrar etti. Aralarında bu sefer biraz daha heyecanla konuştular. Anne hayretle yüzüme bakar olmuştu ama bir yandan olağan davranmaya çalışıyordu. Ben ise bu hayretlerden bir şey anlamıyordum. Çünkü beni ilk gördüklerinde ve halimi anladıklarında bile bu kadar şaşırmamışlardı.

Artık Cheketours’u aramanın zamanı geldiğini düşündüm. Annenin telefonundan aradık.
“Evet?”
“Merhaba Cheke!”
“Merhaba?”
“Ben Ali… İstanbul’dan.”
“A, evet.”
“Motoru… Nehirde kaybettim.”
“Ne!? Motoru kayıp mı ettin? Nehir de mi? Nasıl? Nerde? Ama motor orada, motoru görebiliyorsun değil mi?”
“Hayır, motor gitti… Merak etme, sana parasını ödeyeceğim.”
“Gitti mi, nasıl? Tamam ödersin de… Peki ya eşyaların?”
“Onlar da motorun üzerindeydi.”
Olanları çok da detaya girmeden anlattım. Altunbulag yakınlarında yörüklerle beraber olduğumu, onlarla birlikte aradığımızı ve bulamadığımızı da söyledim. Kadıncağız şaşkındı; ne olduğunu anlamaya çalıştığı, kızamadığı, nasıl tepki vereceğini bilemediği, yapılacak bir şeyler varsa, onu yapabilmeye çalıştığı ses tonundan belliydi.
“Bana yörükleri verir misin”, dedi.
Telefonu anneye verdim. Bu mesele de hallolmuştu benim açımdan. :)
Bir süre konuştular, sonra anne telefonu yine bana verdi. Cheke:
“Bak, yörükler diyor ki Tanrı’ya mı her neye inanıyorsa ona şükretsin, motoru, eşyaları boş versin hayatta olduğuna dua etsin. Motoru kaybettiğin yeri görmüşler ve sadece bu mevsim orada 3 kişinin boğularak öldüğünü söylüyorlar”, dedi.
Şimdi, yörüklerin hayretli bakışların sebebini anlamıştım. Nehri oradan geçerken acaba ne düşündüğümü ve nasıl yüzebildiğimi de sormuşlar. Moğolların suyla pek araları yok. Sanki o hayretli bakışlara azıcık da hayranlık mı karışmıştı ne :p
“Çok şükür! Ben de öyle düşünüyorum” dedim, Cheke’ye.
Biliyor musunuz, bu olaya hiç üzülmedim. Olan olmuştu, giden gitmişti, giden maldı, can ise sağdı, salimdi. Bu olay sonucu bir gece gerde kalmış, yörüklerle de tanışmıştım. Motorun parasını da ödeyebilecek durumdaydım. Öyleyse sorun yoktu; yola devam edebilirdim! :)
“Şimdi, lütfen yörüklerle motoru aramaya gider misin” dedi, Cheke.
“Zaten aradık, bulamadık, motor derinlerde bir yerlerde olmalı”, dedim.
“Lütfen anneyi takip et, seni kışlaklarına götürecek, oralara da bakmak istiyor, onlar nehri senden iyi tanır, lütfen takip et”, dedi.
“Olur”, dedim.

Benin için her şey olurdu. Önemli olan aramak değildi; Moğolistan’da yörüklerle beraberdim ve birlikte bir şeylerin içindeydik. Onlar bakınmak istiyorlarsa benden yana da sorun yoktu, onlar nereye ben oraya… Hem işim neydi, yetişeceğim bir yer de yoktu.

Anne, dede ve babaya bir şeyler anlattı, aramadan tatmin olmamış gibiydi. “Haydi atla!” dedi! Bu da külüstür olan, binek arabaya atladık. Bu defa botlarımı aldım. Ehhey! Annenin araba sürüşünü görmeliydiniz; dörtnala… Yola yine bir başka su geçişi ile başladık, hoop tümsekten aştık, drank! yolumuzu kesen sığ kanala girdik çıktık ve bam! ön tamponun altını yere vurduk. Anne bir an duruldu gibi ama yok, sonra yine bastı gaza, döne döne gidiyoruz. Altındakine bir araba gibi davranmıyordu. Doğrusu ben de onun bir araba olduğunu unutmuştum, araziye odaklanmış, nereye doğru gittiğimizi anlamaya çalışıyordum. Tanıdık bir yerden geçtik, bir gün önce geçtiğim üçüncü köprünün olduğu yer, vay canına, buralarda mıydık? Sonra yine tanıdık bir yer; hani ağaçlık bir bölgeden sonra sudan geçip atların koşturduğu bir düzlüğe çıkmıştım ya, oralar… Demek hendekten geçmeden de geliniyormuş buraya. Lambur lumbur, takur tukur, bam güm derken zınk diye durduk. Arabadan indik. Anne önde ben arkada nehrin kıyısına yaklaştık, bir yer arıyordu. En son “Burası olur” dedi. Paçalarını sıvadı, terliklerini çıkarmadan suya girdi, bir iki adımda su beline kadar geldi. Takip ettim, botlarım elimde. Nehrin karşı kıyısına geçtik. Bir süre akış yönünde yürüdük sonra motoru yitirdiğim yere geldik. “Burası” dedim. Şöyle bir yüzüme baktı. Suyu gösterdi, nehrin karşı kıyısını gösterip, “buradan mı geçmeye kalkıştın”diye sordu. Karşıya baktım; dün akşam motorla durduğum taraf. Ne kadar da farklı ve aydınlık görünüyordu. Gölgeler silikleşmiş. Gün ışığında nehrin ne genişlikte, ne kadar hızlı, nerelerde kıvrılarak, nasıl aktığını, yatağını net olarak görüyordum. Kendimi konumlandırabilmeye başlamıştım.

Anne yürüdü. İri yapılıydı, herkesten hızlıydı ve güçlü görünüyordu. Yalınayak yetişmesi kolay değildi. Bazı yerlerde toprak çok kuru ve ayağıma batan bitkiler var. Botumu giyiyor, bataklıklara gelince çıkarıyor ve bu yüzden de geride kalıyordum. Çorabım olmadığı için botu giymek de istemiyordum aslında. Hava daha da ısınmaya başlamıştı. Sadece yürüyordum. Öyle ki dünden beri bu sulak arazide bata çıka yürümek, asıl olan tek şey olmuştu sanki. Bir ara, sabah dede ve baba ile arandığımız yerlerde olduğumuzu fark ettim ve anneye bunu anlatmaya çalıştım. Olduğu kadar. Bazı büklüm yerlerine gittim baktım, bir şey yok. Dede bizden ayrıldığında buralara bakmış olsa gerek. Yaklaşık 1 saat dolandıktan sonra geri döndük. Nehrin karşı kıyısına Namuun ve Enkthor gelmiş, gülümseyip el sallıyorlar. Nehri geçtik. Aralarında konuştular. Artık motordan ümit kesilmişti.

Arabaya bindik. Direksiyona Enkthor oturdu. Kontağa bastı; tık. Bir daha bastı; tık. Anne geçti direksiyona; tık. Eveeet, bu defa araba çalışmıyor. Macera devam ediyordu. Kaputu açtık. Kutup başlarını kontrol ettik, yok, olmadı. Telefonla biri ile konuştular; dede ya da baba olmalı. Oraya baktık buraya baktık, yok. Ben de kontağı denedim, yok. Vurduralım dedik. Arabayı iterek çevirdik. İterken, arabayı ağaç ve çalılar arasındaki tekerlek izinde tutmalıydık. Vurdurduk, yok. Geri ittik, yok. Az daha arabayı çalıların üzerine çıkarıyorduk geri iterken; heyecanlarını görmeliydiniz ailenin. :) Bir kere daha telefon edildi. Ben, “denemeye devam edelim” dediysem de beklemeye başladık. Sıcak da artmıştı. Çalıların gölgesine uzandım. Botların iç tabanını çıkarıp kurusunlar diye güneşe bıraktım. Namuun bir şey uzattı; oturduğu yerde minicik taze sarımsak koparmış, yedik. Çat pat sohbet etmeye çalıştık yine. Anne ile Enkthor arabanın içinde.

Derken pikapla dede çıkageldi. Kıpır kıpır ve sevimli. Buji anahtarı ile bujiler de söküldü takıldı, yok. Sonra arabayı halatla pikapa bağladık. Pikapta ben, dede, Namuun, arabada Enkthor ve anne böylece Gerlere döndük.

Yine tsai içtik ve bir şeyler yedik. Cheke’yi aradık.
“Sorar mısın yörüklere, beni Harhorin (Karakurum)’e bırakabilirler mi, ücreti karşılığında” dedim Cheke’ye.
Aklımdan yoluma devam etmek geçiyordu. Kadıncağız ne diyeceğini bilemedi.
“Harhorin mi? Orası çok uzak yörüklere” dedi.
Günler sonra, Ulan Batur’a gitmeden önce attığım epostaya Cheke’nin neden cevap vermediğini de öğrendim. Ben; ondan bir motor kiralayıp, Enerji Merkezi’ne (Gobi Çölü’ne) gidip ki tek yön 450 km civarında bir yoldur, ertesi gün dönmeyi düşündüğümü söylemiştim, o da bunu Moğolistan şartlarında değerlendirip, bu adam deli mi, dalga mı geçiyor diye düşünmüş, ciddiye almamış ve cevap vermemiş :). Daha önce denklemin değiştiğini söylemiştim ama ben bunu henüz idrak edememekteydim. Moğolistan yol ve ulaşım koşulları bambaşka. Çoğu zaman bir yerden bir yere bizim alışık olduğumuz anlamda bir yol yok. Bu nedenle Moğolistan’a, yolu gidenlerin değil, yolu edenlerin ülkesi diyorum.
“Pekiii, Ulan Batur’a bırakabilirler mi?”
“Evet, evet, seni buraya getirecekler, ama senden sadece yakıt parası istiyorlar”
Sadece yakıt parası mı, gönül genişliğine bakın hele… Hediyelerim sular altında kalmıştı ama ben yine de yörüklere bir gönül almalık düşünüyordum zaten, onlar ise sadece, zorunlu olan, yakıt parasını dile getirmişlerdi.
“Elbette”, dedim.
Aile ile iletişim bilgilerimizi değiş tokuş ettik, çantamdaki düdüğü Namuun’a verdim, aileye düşündüğüm gönül almalığı ettim (o bende kalsın), birlikte bir de fotoğraf çekildik:

Kimin kim olduğu belli sanırım, saymıyorum, bebek çaydanlığın arkasında :)
“Yine gel!” dediler.
“Gelirim, siz de gelin” dedim.
Kalanlarla sarıldık, vedalaştık. Dede, nene, Enkthor ve ben pikapa bindik. Botlarımı çıkardım. Nene saçlarını yıkamış ve taramıştı. Dede şık görünüyordu. Ne de olsa şehre iniyorduk. Yola çıktık. Biraz gitmiştik ki dedenin telefonu çaldı, geri döndük, Namuun cüzdanımı uzattı bana, içindeki paralarla güneşe bırakmıştım kurusun diye. Gülüştük.
“Yine gel!”
“Gelirim.”

Bu sefer tamamdı galiba, yola koyulduk. Tangır tungur, langır lungur (yolun yarısı böyle), bir gün önce geldiğim yolları geri dönmeye başladık.

Moğolistan’da olduğumuza göre macera bitmemeliydi değil mi :) Ulan Batur’a yaklaşırken dede yokuş aşağı vitesi boşa alıyordu ve pikap iyice yavaşlayana kadar gaza basmıyordu. Bunu birkaç defa yapınca, neden yapıyor, yakıt ekonomisi için mi diye düşünüyordum ki fosssşşşş diye duman ve su fışkırdı motorun olduğu yerden içeriye. Hehhey! Dedenin sevimli telaşını görmeliydiniz :) Hepimizde bir heyecan, merak, aman ne oluyor diye bakıyoruz, motor su kaynatmış, sağa sola bakınır, salınmış giderken, birden solda Cheketours’un tabelasını gördüm. Şanslıyız, gelmişiz, hemen işaret ettim, “Buradan! Buradan!” ve dede saptı oraya, ikinci sokak zaten varış yerimiz, “ohh”, güldüm. Bahçe kapısının önünde durduk.

Önce ben indim ve herkesi içeri buyur ettim, kendiliğinden bir ev sahibi hali gelmiş üzerime, ilginç. Nene ve Enkhtor içeri girdi, dede pikapla ilgilenmek istedi, yanında durdum, bir bidon su çıkarmış bir yerden. O sırada Cheke göründü kapıda, gülümsedim, o da gülümsedi, Cheke zaten çoğu zaman gülümsüyor, kızmaya çalışırken bile. :) Dedeyle birşeyler konuştular ve onu da içeri buyur etti. Aile bir şeyler içti, yorgunluğunu attı sonra onları yolcu ettik. Biz de Cheke ile hesaplaşmaya başladık. :)

Moğolistan maceramın ilk kısmında da belirttiğim gibi, Cheke ile hesaplaşmaya başladık. “Evet, sana ne kadar ödemeliyim, bir indirim yaparsan sevinirim”
“Motoru kiralarken imzaladığın sözleşmeyi okudun değil mi?”
“Hayır, okumadım”
“Ama neden, bak gayet basit bir sözleşme”. Hakikaten de öyleydi. Gerekli, net ve açık maddeler, kısacık ve sonunda dostça tavsiyeler.
“Cheke, ben işim gereği sözleşmeleri bilirim, okusam müzakere etme imkânım var mıydı? Tek istediğim motoru kiralamak ve bir an önce yola koyulmaktı, bu tip belgeleri de olağan olarak her yerde imzalatırlar, sorun değil, bana bir rakam söyle.”
“Bak, sözleşmede yazıyor, motor çalınır ya da motorun başına bir şey gelirse, 700 EURO ödenir diye ama bu motor 2015 model bu nedenle senden bu rakamı istemeyeceğim, 500 EURO yeter.”
“Tamam” dedim.
“Tamam?”
“Tamam, kart kabul ediyor musun?”
“Maalesef”.
Doğru, motorun kira bedelini de nakit ödemiştim. Bir kaç seçenek düşündükten sonra Cheke’nin bankasına gitmeye, parayı benim kredi kartımdan çekip Cheke’ye nakit ödemeye karar verdik. En yakındaki havaalanı şubesine gittik. Cheke parayı alana kadar rahat etmedi. Sonradan, bunun sebebinin yaklaşık 5 yıl önce, bir müşterisi tarafından, bankadan bir para transferi konusunda dolandırılmış olması olduğunu anlattı.
Bankada sıramızı beklerken ben sohbet etmeye çalışıyordum. İnsanlara inancını sormam, ama Şamanların diyarındaydık ve benim de Moğolistan’a gelirken aklımdan geçen ender şeylerden biri de mümkün olursa gerçek bir şamanla karşılaşmaktı. Konuyu buraya getirdim.
“Evet” dedi Cheke “benim bir şamanım var”.
“Onunla görüşebilir miyim?”
“Bu işler öyle olmuyor. Bir kere, benim şamanım turistik bir şaman değil, herkesle görüşmez, yabancılara karşı da mesafelidir, daha önce yabancılarla bazı sorunlu görüşmeleri oldu”
“Bir sorar mısın lütfen”
“Hem zaten görüşecek olsan bile birkaç gün önceden randevu alman gerekir, kim bilir ne zaman uygun”
“Sor lütfen”
“Aa, tamam, sorarım” dedi sıkılgan bir tavırla.
“Lütfen”
“Tamam, uygun bir zamanda sorar sana haber veririm ama şimdi değil”
“Tamam, anlaştık”
Bankada işlerimizi bitirdik. Cheke artık rahatlamıştı.
“Ne yapacaksın şimdi”, diye sordu
“Bu geceyi Ulan Batur’da geçireyim, yarın belki ihtiyacım olan eşyaları satın alırım”
“Nerede kalacaksın?”
“Bir hostel tavsiyen var mı?”
“Evet, bildiğim mütevazi, uygun fiyatlı ve iyi bir yer var. Arkadaşım Gana’nın yeri, Gana’s Guest House, merkeze yakındır, sana özel bir fiyat vermesini söylerim”.
“Olur”, dedim, “sizin taksi ile bırakabilir misiniz” beni. Bu arada, bu taksi seyahatlerine indirimli de olsa hep bir ücret ödüyorum; bu onların geçim kapısı.
“Şimdi taksiyi Jaga’ya geri götürmem lazım, istersen buradan otobüsle de gidebilirsin, istersen benimle gel, alışveriş yapıp bizim yere dönelim, bir şeyler yersin, aç mısın, müsaitse oradan Jaga ile devam edebilirsiniz”
“Olur.”
Alışveriş yaptık, hatta marketin yakınında bir cep telefon tamircisine telefonumu gösterdik; çalıştıramadı.
Cheke’nin yerine döndük. Jaga yoktu. Cheke’nin arkadaşı olan İsviçreli bir çiftle tanıştım. 8 yıldır bisikletleri ile dünyayı dolaşıyorlarmış. Bu zaman zarfında iki de kızları olmuş. Büyük olan pedal çevirmeye başlamış bile, küçük ise halen emiyor. Vay canına!
“Demek seyahatiniz 8 yıldır sürüyor” dedim.
“Aslında, buna seyahat demek doğru değil, artık yaşam biçimimiz oldu, bizimki göçebelik.”
“Evet, haklısınız” dedim.
Cheke’nin pişirdiği yemeği -Xavier ve Celine’in ikram ettiği salata ile- yerken sohbet ediyorduk. Kitapları basılmış.

İlhamla yola çıkarsınız ve yolda olmak başlı başına ilham vericidir. Yolda ilham verici yerler, olaylar ve kişilerle karşılaşırsınız. İlk bakışta aynı yöne gitmeseniz de yolda olmak sebebi ile tüm bu insanlarla yoldaşsınızdır. Moğolistan, ilham bakımından bilhassa zengin.
Jaga dönmüş, gitme zamanı gelmişti.
“Şamanını arayı unutma!” dedim Cheke’ye, kapıya doğru yürürken.
“Tamam, şimdi sen git hosteline, ona ulaşınca haber veririm.”
“Tamam.”

Jaga ve taksisi

Ulan Batur’da daha önce kaldığım (çantamı almak için havaalanına döndüğüm) gece, tuhaf bir otele, son dakika rezervasyonu ile 30 USD vermiştim. Otele vardığımda açtım, resepsiyon bankosunun altından hop diye çıkardıkları paket noodle ve içme suyunu (“muslukları tavsiye etmeyiz” demişlerdi) bile iyi fiyata satmışlardı. “Noodle için sıcak suya ihtiyacım olacak ona da para alacak mısınız?” diye sormuştum, almadılar :)

Ulan Batur’da daha önce kaldığım (çantamı almak için havaalanına döndüğüm) gece, tuhaf bir otele, son dakika rezervasyonu ile 30.USD vermiştim. Otele vardığımda açtım, resepsiyon bankosunun altından hop diye çıkardıkları paket noodle ve içme suyunu (“muslukları tavsiye etmeyiz” demişlerdi) bile iyi fiyata satmışlardı. “Noodle için sıcak suya ihtiyacım olacak ona da para alacak mısınız?” diye sormuştum, almadılar :)Şehrin merkezindeki Gana’nın Konuk Evi’ne geldik. Akşamüstüydü. Girişteki ortak alanda birkaç konuk oturuyordu. Resepsiyona yanaştım, konuşurken, Gana geldi. Gün görmüş bir adam belli ki. Kendimi tanıttım. Gülümseyerek:
“Aa evet, Cheke aradı, sen Ali’sin, nehri geçmeye çalışan”
Gülümsedim, “Evet”
“Senin için fiyatımız şu olacak.” Yanılmıyorsam yaklaşık %20 civarında bir indirim yaptı.
“Teşekkürler.”
Üst kata, terasa çıktım. Burada, alt kattaki gibi odalar değil, Ger’ler var.


Gana’s Guest House

Kaldığım Ger’de 4 kişi konaklayabiliyor. Yukarı çıktım ama bırakacak bir sırt çantam bile yok. Sadece yatağımı seçtim, belimdeki küçük çantayı oraya bıraktım. Ger’deki Fransız arkadaşla tanıştım, ayak üstü konuştuk; antropologmuş, yaklaşık 30 yıldır Moğolistan’a gelip farklı konularda araştırmalar yapıyormuş. Tekrar aşağı indim. Belki çıkıp bir telefon bakardım.
Gana, “Bir kahve içer misin” dedi.
“Olur, sağol” dedim.
Ortak alandaki masaya oturdum. Masadaki yolcular ile selamlaştım.
“Sen, şu adamsın demek”
Ben varmadan hikayem varmış buralara :)
Gülümseyerek, “evet, benim” dedim.
“Ama… hiç üzgün görünmüyorsun” dediler.
“Neden üzgün olayım ki, bakın buradayım, sağlığım yerinde ve yoluma devam edebiliyorum, kahredip, bundan sonrasını mahvetmenin anlamı var mı”
Başlarını salladılar.
Koridora geçtim, Gana’ya çevredeki dükkanları sormak için.
“Burada, bir yolcunun bıraktığı çadır var, istersen yolculuğun boyunca kullanabilirsin” dedi Gana.
“Aa, çok teşekkür ederim”. Kastettiği yolculuk ise sadece Moğolistanmış.
Koridorda, motoru ile yolda olan bir arkadaş ile karşılaştık.
O da “Aa sen o adamsın”, diye selamladı beni.
Gülümseyerek ve kıvançla, “evet” dedim.
“Konuşalım biraz, dur şu elimdekileri odaya bırakayım da” dedi.
Burası motorla, bisikletle, otostopla, başka araçlarla, hatta atla yolculuk yapan, dünyanın birçok yerinden (o an için Rusya, Almanya, Romanya, Fransa, Çin, İngiltere) yolcuların buluştuğu, birkaç dakikalık ya da ayaküstü sohbetlerde bile birbirlerinden çok şey öğrendiği, birbirlerinin yolda olma heves ve sevincini besleyen bir yerdi. Hosteller, konuk evleri… Zamanın hanları…
Evet atla, yanlış okumadınız, bir Fransız Moğolistan’da at satın almış, onla Moğolistan’ı dolaşmak için.
“Ee ne oldu” diye sorduk.
“Buranın atları bizim atlara benzemiyor, bir türlü hâkim olamadım ben de kırsalda salıverdim” dedi.
O gün 2 muz, bir don, bir sweatshirt, bir çift çorap ve 1 şise su, ha bir de telefonu yeniden içine koymak için pirinç dışında bir şey satın almadım. Pek tabii böyle de seyahatime devam edebilirim diye düşünmeye başlıyordum. Yemek yiyip konuk evine döndüm.
Cheke Gana’yı aradı. Telefonu aldım.
“Altuntuya seni görmeyi kabul etti”
Sevindim. Altuntuya, Güneşin Altın Işığı demekmiş.
“Şansına, yarın Jaga, eşi, oğlu ve Aina sabahtan onu görmeye gidecekler, istersen sen de onlara katılabilirsin.”
“Harika!”
“Öyleyse, sabahtan kaldığın yerin yakınından seni alırlar, oraya yakın oturuyorlar”
“Tamam, teşekkür ederim.”
Bir buluşma yeri kararlaştırdık. O gece yine huzurla uyudum.

Sabah, konuk evinde bedava kahvaltı verilmekte olduğunu öğrendim, bu da harikaydı. Hem de sıkı bir kahvaltı. Telefonumda hareket yok. Pirinci Gana’ya bıraktım. Hesabı kapattım. Elimde 1 don, 1 çift çorap, yıkadığım ama hala kurumamış üstümün bulunduğu poşet ve su şisesi ile buluşma yerine gittim.

A, anlatmayı unuttum. Akşam konuk evine dönerken su almak için uğradığım büfede montumu tezgahın üstünde unutmuştum, fark edip döndüğümde ise büfe kapanmıştı. Sabah erkenden gittim kapalıydı, buluşma yerine gitmeden önce uğradığımda açılmıştı ve montumu aynen teslim aldım.

Jaga geldi, arabaya bindim. Aina bana güldü; “haha, sözleşmeyi okumak için çok geç.” Onlar geldiğinde, cebimde kalmış olan kiralama sözleşmesinin nüshasını, elimde evirip çeviriyordum da… Neşe ile Ulan Batur’un arka mahallelerinden birinde bulunan şamanın evine doğru devam ettik.

Evlerin azaldığı, tepelerin boşaldığı bir mahalleye geldik. Jaga, Moğolistan’da çok yaygın olan yüksek tahta çitlerin hemen dışına park etti arabayı. İndik. Sessiz. Hafif bir esinti var. Güneşli bir gün. Bahçe kapısından girdik. Karşıda küçük bir ev/oda. Biz sağa, yamacın üst tarafındaki Ger’e doğru yürümeye başladık. Heyecanlıydım. Bahçeyi otlar bürümüş. Bunlardan bir türü göstererek, “Bu otlara dokunma” dedi Jaga, zehirlidir.

Çadırın kapısından giren güneş ışığı ile biz de içeri girdik. Ayakkabılarımızı dışarıda çıkarmıştık. İçerisi sıcak. Baktım, iki dikmenin ortasındaki küçük odun sobası yanıyor. Aslında hava sobaya ihtiyaç duyurmayacak kadar iyi. Bilemiyorum. Hepimiz birer ahşap tabureye iliştik. Ben, kapının hemen solundaki tabureye… Kapı açık. Altuntuya’ya baktım. Açık renk bir pantolon ve kareli bir gömlek giymiş. Uzun, koyu renkli çizmeleri var ayağında. Benimle göz göze gelmedi. Yanımdakilerle sakin bir tonda konuşuyor. Gündelik konulardan söz ediyorlar gibi ama bir yandan da buraya geliş sebeplerine değiniliyor sanki. Bunlar birbirinden ayrı mı ki? Şamana hayatlarının sıkıntılı, düzeltme, danışma ihtiyacı olduğu zamanlarda gidiyor insanlar. Şaman, içlerinden biri, olağan yaşantılarında da görüşüp konuştukları, birlikte yiyip içtikleri birisi. Mesela Altuntuya onlar için bir bacı. Ama şaman daha çok, akıl danışılan, bilge biri. Şamanın temelde yaptığı, bu alemde yaşayan ile onun danışmak istediği öte alemdeki atasının ruhu arasında bağlantı kurmak, medyumluk etmek. Bunu yaparken şaman, kendinden çıkıyor, temas kurulan atanın kişiliğine bürünüyor, sesi dahil. Bu arada Tuya hazırlıklarını yapıyor. Kahverengi şaman kaftanını giyiyor. Ucunda büyük, yuvarlak, pürüzsüz, parlak bir metal olan kolyesini takıyor. Önümde solda duran masanın üzerindeki yiyecekleri farklı kâselere ufalıyor. Orada votka da var. Votkanın başkaca kutsal sayılan yerlerde de serpildiğini gördüm. Tütsü yakıyor. Kapının tam karşısındaki sunakta bulunan tokmağını alıyor. Tokmaktan renkli bezler salınıyor. Çıngıraklar da var ama tokmakta mı kaftanında mı hatırlayamıyorum. Sunakta uzun tüyler var; kartal tüyleri olmalı. Tüylü ve perçemli başlığı da orada. Hareketleri usulca… Ger’in ortasındaki dikmelerden kapıya göre sağdakinde şamanın davulu asılı duruyor. Üzerinde desenler… Dikkatle ama rahatsız etmemeye çalışarak Tuya’yı izliyorum. Diğerleri ile konuşurken bir kaç defa kısa bakışlar atıyor bana. Başı hafifçe öne eğik, kaşları biraz çatık, yüzünde karmaşık bir ifade var. Beni tanımıyor. Günler sonra, benimle tanışmadan önce, nehirde başımdan geçenlerden ötürü, benim kötü bir adam olabileceğimi düşündüğünü öğrendim… İçerisi neden bu kadar sıcak? Diğerleri son derece soğukkanlı, çekingen bir halleri yok. Çadırın tertemiz oluşu dikkatimi çekiyor. Sunağın sağında bir divan var. Divanın üst tarafında, siyah beyaz, bir kadınla erkek fotoğrafı. Şaman’ın özel eşyaları dışında geleneksel bir Moğol Ger’inden çok farklı değil burası, Altuntuya’nın evi aynı zamanda. Geceleri burada uyuyor, Ger’in tepesindeki boşluktan göğe bakıyor, bahçeye çıkıp yıldızları izliyor, etrafı dinliyor olmalı. Kim bilir, daha neler oluyor.

Tuya, önce Aina ile olan ayinine başlıyor. Bir saniye kaçırmadan izlemeye çalışıyorum. Aina giriş kapısının hemen içerisinde sobanın önünde ayakta duruyor. Kapıdan giren güneş ışığı çok güzel. Arada Ger’e ve diğerlerine kısa bakışlar atıyorum. Burada olabilmek ne büyük lütuf.

Şaman ile buluşmaya giderken bana “Ona ne sormak istiyorsun” demişlerdi. “Soracak bir şeyim yok” demiştim. “ama şamana, soru sormaya, cevap bulmaya gidilir” dediler. “bir sorum ve aradığım bir yanıt yok ama illa da bir soru sormak gerekli ise bulurum, merak etmeyin” demiştim.

Sıra bana geldi. Soldaki alçak masanın önündeki tabureye oturdum. Tuya masanın diğer tarafındaki taburede. Jaga da sağdaki bir tabureye ilişti, tercümanlık etmek için. Tuya gözlerini kırpıştırdı bir kaç defa. Adımı sordu, söyledim, Jaga adımı bir deftere yazdı, latin ve Kiril harfleri ile ve Tuya’ya gösterdi. Elindeki uzun tespihi çoğu zaman yere ya da boşluğa bakarak ve bazen kaşlarını, sanki bir şeyi görmeye çalışır gibi bir gerginlikle çatarak ve kaldırarak, alnını kırıştırarak çekti. Belden yukarısından yavaşça salınıyordu. Tuya’nın göğsü ile benim göğsüm arasında oluşan sıcak, kalın, sağlam, açık renkli bir alan hissettim. Gönül bağı? :) Derin nefes alıp vermeye başladım, kendimi daha da serbest bırakmaya ve etkiye açmaya çalıştım. Avuçlarımda dönüp duran enerji akımını hissedebiliyordum. Bir süre geçti. Tuya yavaşça başını kaldırdı ve bana baktı.

“sende her şey beyaz” dedi. “net, bir karmaşa görmüyorum”. Bunu duymak güzeldi. “sadece, zaman zaman canını sıkan bir kadın var ve bundan sonra da sıkmaya devam edecek ama aldırma, çünkü gerçekten önemli değil” diye ekledi. Bunu söylemesini beklemiyordum; unutmuştum ama beni taaa Moğolistan’a kadar atan son zamanlardaki can sıkıntısının, huzursuzluğun kaynağından söz ediyordu. Renk vermemeye çalışarak gülümsedim. Bir şeyler daha söyledi, Jaga hepsini not alıyordu.

“Sormak istediğin bir soru var mı” dedi Altuntuya.
“şey, ben aslında buraya sadece sizinle tanışmaya ve sizin ne kadar eski bir gelenekten geldiğinizin ve bu geleneğin doğaya ne kadar yakın olduğunun farkında olduğumu ve buna saygı duyduğumu söylemeye geldim… burada olduğum için çok mutluyum ve bu bana yeter… İlle de bir soru sormam gerekirse… yola devam edeyim mi” (bu soru tüyosunu Cheke’den almıştım).
“Et, yolun açık, nereye gitmek istiyorsan oraya gideceksin”
“Peki, bir kararsızlığıma dair de fikrini almak istiyorum” dedim ve gündelik hayata dair bir soru sordum. Konuştukça rahatlıyor ve kendimi ona daha yakın hissediyordum.
“Bu konuda hangi yönde karar verirsen ver onu başarabilecek kabiliyettesin ve her halükarda seçimin senin için iyi olacak, endişe etme, sen istediklerini başarabilecek birisin” diye cesaretlendirici şeyler söyledi. Öte taraftan, bu sözler, yolunu kendin çizersin, anlamına geliyordu. Devamında, bu seçeneklerden birini tarif etti ki bir süredir aklımdan geçirdiğim somut ihtimallerden söz ediyordu doğrusu. Bakalım zaman ne gösterecek.
Batıl alana kaydığımı düşünebilirsiniz. Bunda sakınca yok. Şu kadarını söyleyeyim, beş duyu ile algılayabildiğimizin ötesindeki boyut(lar)ı kabul etmenin verdiği, geniş olasılıklar hissini ve fikrini seviyorum.
Tuya; “Ben de sana söylemek istiyorum ki ender olan bir şekilde, ben de senden son derece olumlu enerji alıyorum” dedi. Yüzü yumuşamıştı. Bunu duymak mutluluğumu katlamıştı. Avuçlarımı göğsümün hizasında birleştirip gülümseyerek ve eğilerek selamlayıp teşekkür ettim. “İhtiyacın yok ama yine de müsaade edersen sana biraz daha olumlu enerji vermek istiyorum.”

“Tabii, seve seve” dedim.

Ayağa kalktı, elini alnıma koydu. Avucu sımsıcak. Akışı duyumsuyor ve düzgün nefes alış verişler ile akışa yol açmaya çalışıyordum. Ayağa kalktı tokmağını ve davulunu aldı ve bunları üzerimden geçirerek ve bir kaç defa vurarak benimle olan muhabbetini tamamladı. Her iki elimle ellerini sıkıca tutarak sıktım, o elleri bırakmak istemiyordum. Selamlaştık, tabureme döndüm.
Hepimiz farklı ibadet, düşünüş, hissediş, yakarış, yaşayış ve sair deneyimlerle, yoğun ve/veya huzur verici hallere, frekanslara, enerjilere erişiriz, erişmeye çalışırız. Bunların bazılarının etkisi kalıcıdır. Bazılarını ise bir takım ritüeller, metodlar ve tekrarlarla sürekli kılmaya çalışırız.

Gözlerimi Tuya’dan alamadığımı fark ediyorum. Çevresinde yarattığı akım çok çekici. Tuya 60 yaşlarında, sarı tenli, siyah saçlı, ince yapılı, dinç görünümlü, çok güzel bir kadın.
Bir ara Jaga ile dışarı çıktık. Otların üzerine oturduk. O bir sigara içti.

Herkes ile yapıp ettiği farklı oldu Tuya’nın. Biraz yorulmuş gibiydi. Çıkarken, herkes gönüllerinden kopan hediyelerini sunağa bıraktı; bu bir paket şeker de olabilir, para da. Gerçek bir şaman bedel talep etmezmiş. Ayrılırken Tuya’ya döndüm tekrar, aslında buradan ayrılmak istemiyordum. Yine bazı saygı ve sevgi sözlerinden sonra Tuya ile sarıldık, aramızda yabancılık kalmamıştı.

“Ne zaman istersen benimle iletişime geçebilirsin” dedi. Ben bunu metafizik anlamda anladım, eh, ne de olsa konuşan bir şamandı. :) O ise kareli defterden koparılan bir kağıt parçasına yazılmış bir eposta adresini uzattı bana; “kızımın” dedi. “buraya yazabilirsin, ben kullanmıyorum ama o bana haber verir”. Teşekkür ettim. Altuntuya ile eposta ya da başkaca bir yolla iletişimim olabilme ihtimali harikaydı! Dışarı çıktık. Hava daha da ısınmıştı. İçeride neden soba yanıyordu? Tuya, üşüyor muydu?

Arabaya doluştuk ve Ulan Batur’a döndük. Cheke arayıp Altantuya ile tecrübemin nasıl olduğunu sordu. Anlattım.

“Sana bir şey söyleyeceğim” dedi Cheke. “Hani motor kiralamak için beni ısrarla aradığın o sabah var ya, seni 5 dakika sonra ararım demiştim ve aramamıştım… İşte o sırada ben Altuntuya’nın yanındaydım ve O bana, uzun süredir su tanrısına olan görevlerimi ihmal ettiğimi ve bunu düzeltmem gerektiğini söylemişti. Onun yanından çıktıktan sonra düşünceliydim, ne yapabileceğimi düşünüyordum. O sırada senle konuştuk ve sen ben ofise dönmeden motoru alıp ayrılmıştın. Hangi motoru almıştın biliyor musun, satmayı düşündüğüm için kutsamadığım tek motoru…”
“Yaa”
“Evet, ve şimdi o motor nehirde. Su, alması gerekeni aldı”
“…”
“Aslında sana teşekkür etmeliyim” dedi Cheke, “buna vesile oldun”.
Şaşırdım, heyecanlandım ve bir kere daha o nehirden geçtim.
“Şimdi ne yapacaksın, motor alacak mısın?” dedi.
“Motor mu?”
“Evet. Suya giden motorun parasını ödedin. 5 günün parasını da zaten peşin vermiştin, bu durumda motor hâlâ senin”
“E, sen motoru vermekte bir sakınca görmüyorsan alırım elbette. Umarım tanrılara başka borcun yoktur”. Gülüştük.
“Tabii, ne zaman alırsın?”
“O zaman, bugün çanta ve sair bir şeyler bakayım, Jaga da bana eşlik ederse sevinirim, yarın sabahtan gelir motoru alırım, olur mu?”“Tamam”.

O gün öğleden sonrayı Jaga ile geçirdik. Bir telefon satın aldım. Bazı dükkânlarda ve hatta bankalarda maestro kredi kartı geçmiyor, bu nedenle biraz uğraştık. Acıkıyorduk. “Blackmarket (Karaborsa)’te yeriz”, dedi Jaga. Ucuz eşya için oraya bakacaktık. Burası daha önce açık havada olan şimdi 6 - 7 katlı bir binaya toplanmış bir işhanları. Tahtakale’deki hanları hatırlatıyor. İçerisinde giyecekten, çantaya, yiyecekten, kozmetiğe, kırtasiyeye, hemen her şeyi satan dükkânlar var. Önce çanta bakalım dedik. O kadar zor oldu ki küçük bir sırt çantası almam. Her şey pahalı geliyordu. Aslında pahalı değil de lüzumsuz geliyordu. Elimi kolumu sallayarak dolaşmanın rahatlığına alışmıştım ve böyle de devam edebilirim düşüncesi giderek ağır basıyordu. Moğolistan’a yola çıkmadan önce kendime dönüp dönüp sorduğum sorunun cevabını bulmuştum. “Çok şey mi almıştım yanıma? Evet!” Bu yolculukta deneyimlediğim -neredeyse- eşyasız seyahat, bundan sonrası için de iyi bir rehber olacak sanırım bana. Neyse, döndük dolaştık sonunda sadece bir sırt çantası ve bir küçük el havlusu satın aldık. Başta aklımdan geçen çadır, uyku tulumu, vs kamp ekipmanı, hepsi kalsındı. İcabında, bu seferlik Cheketours’tan kiralanabilirdi tüm bunlar. Hadi, karnımızı doyuralım dedik, küçük bir lokantaya girdik. Diyorlar ki midemi orada bozmuşumdur.

Jaga ile sabah buluşmak üzere sözleştik ve bir gece daha kalmak için Gana’s Guest House’a döndüm. Akşama doğru hemen yakındaki Gandan Manastırı’na gittim, avlusu açık, binası kapalıydı.

Yakınlardaki, Blackmarket ayarında bir yerden, isteksizce, bir sandalet satın aldım. Böylece terlik ve ayakkabıyı birleştirmiş oldum. Aslında sandaleti Moğol’dan sonra istikametim olan, Baykal Gölü için düşünmüştüm. Sonra, Ulan Batur’un gece hayatına bir göz atayım dedim. Daha konuk evinden çıkmadan midem sinyal verdi. Bir markete gidip 2 muz ve bir kola aldım, iyi gelir diye. Giderek artan bir rahatsızlıkla yürüdüm ve birkaç mekâna baktım; genelde tenhaydı, sanırım günlerden salı idi. Ne kadar çok karaoke bar var Ulan Batur’da. Kore temalı yerler (restoran gibi) de çok; Moğolların çalışmak için en çok gittiği ülkelerdenmiş Kore. Bir arkadaşımın yıllar önce güzel vakitler geçirdiği ve şen Moğol kızları ile tanıştığı barı buldum; kapanmıştı. :( Maden suyu içmek istediğim bir karaoke barda paramı bozamadılar, kart da geçmiyordu, oturamadım. İçeri bakıp iç açıcı bulmadığım bir gece kulübüne giriş parası vermek istemedim. Diğeri ücretsizdi ama pek cansızdı. Pistinde pek çok kızın dans ettiği bir başka yere girdim; maden suyu servisi yapamayız dediler. Midemden ötürü içki içecek halde değildim. Yorulmuştum da… Velhasıl oturamadım bir yere. Sonra amansızca tuvalet aramaya başladım, bulmak kolay değildi. Koşa koşa hostele geldim.

Sormayın, o gece sabahı zor ettim. Gecenin bir yarısı soğuk bir terleme ve mide bulantısı ile uyandım. Kendimi tuvalete zor attım. Kustum, yatağıma döndüm. Olmadı bir daha, bir daha… Perişan haldeydim. Ne zaman ki midem tamamen boşaldı, o zaman rahatladım.

Sabah erkenden uyandım. Sadece bir çay içebildim. Yine Gandan Manastırı’na gittim, yine kapalıydı. Kısmet değilmiş :) Jaga tam saatinde geldi. Durumumu anlattım. Önce bir eczaneye uğradık. Eczacı, bir paket tablet verdi; “günde 2 veya 3 tane yut bunlardan” dedi. Arabaya binince suyumuz olmadığını fark ettim; ilk tableti suyla yutmak yerine çiğneyerek yuttum. Kök gibi, acı topraksı bir tat. Güneş yüzüme vuruyordu.

Bu halde Cheketours’un yerine vardım. İçmem için başka yolculardan kalmış olan elektrolit takviyesi paketlerinden verdiler. Bolca su içmeye çalışıyordum. Motor hazırdı, selamlaştık :)

Cheke: “Bu sefer nehir yok tamam mı?
“Tamam.” (bu konuda tek karar verici ben miyim ki?)
“Nereye doğru gideceksin?”
“Karakurum’a doğru…Orhun Yazıtları’nı görmek istiyorum”.
Cheke önce çıkaramadı, tarif edince “haa”, dedi, “Bilge Han Anıtı”. Moğollar burayı bu isimle biliyor. Karakurum = Harhorin.
“Harhorin’den sonra, oranın yoluna sapacaksın, sonra 40 km kadar daha gideceksin. Zaten yolun dümdüz gidiyor Harhorin’e kadar, hiçbir yere sapma”.
“Tamam”.
“Nerede konaklamayı düşünüyorsun?”
“Bu akşama Harhorin’e varırım”
“Deli misin, bugün varamazsın, 375 km.”
Moğolistan yol koşulları aklımdan çıkmış yine.
“Harhorin’e 70 km kadar kala kum tepeleri var, kamp için güzel bir yerdir, orada kalabilirsin”.
“Olur, bakarım, sağ ol”.
Cheke, bir jest yapıp, kamp ekipmanlarını bedavaya verdi. Ama onları kaybetmememi sıkı sıkı tembih etti, özellikle yurt dışından satın aldığı kamp ocağını.

Kamp donanımını ve neredeyse boş olan çantamı motorun arkasına sıkıca bağladık.

Moğolistan’da yola çıkarken, bineği süt ile kutsamak bir gelenekmiş. Binek, dün attı bugün motor. Bu nedenle, yola çıkmadan önce, motorunuzun peglerine, tekerlerine süt dökülerek kutsanmayı unutmayın, unutturmayın. Konuyu biliyorsunuz :)

Kiraladığım ve Moğolistan’da yerel halkın da çokça kullandığı motorlardan söz etmek istiyorum. Bunlar Shineray, Dayun gibi Çin malı 150 cc motorlar. Moğol kırsalında kimi yerde atların yerini almış; motorlu çobanların sayısı artmakta. Yerli halkın bu kadar çok kullandığı motorun en doğru tercih olduğunu düşündüm. Hafif. Alçak. Neredeyse bisiklet gibi. Kırsalın değişen yol koşullarında hâkim olması son derece kolay. Zira, sert toprakta giderken bir anda kuma ya da çamura dönüşebiliyor zemin. Çamura saplansanız çekip çıkarabilirsiniz. Çamur dedim; nehir değil :) Moğolistan’da asfalt yollar bozuk, altınızda büyük hacimli bir motor da olsa sürat yapabilmeniz çok zor. Bu kıvrak motorların yaklaşık 80 km civarında olan maksimum hızı Moğolistan koşullarında yeterli ve konforlu bir seyir sağlıyor. 12.000 Tugrik civarında bir tutara doldurabileceğiniz 14 lt’lik yakıt deposu var. Parçası ucuz, dilinden anlıyorlar. Kirası makul. Gelelim basit, sempatik ve işlevsel donanımına. Koruma demirlerini görüyorsunuz, uzun düz yolda ayaklarınızı dayayıp dinlendirmeye elverişli. Elcik koruma demirleri de var. Gidonun önündeki metal ızgara birçok şeyi taşımaya ve monte etmeye elverişli. Ben önceki motorda buraya avadanlık çantasını bağlamıştım. Bayıldığım donanım ise arka yanlardaki açılır kapanır sehpalar. Yaylı bir mekanizma. Açıp, üzerine benim yaptığım gibi yiyeceklerinizi ya da daha sonra yaptığım gibi kurusun diye ayakkabılarınızı bağlayabileceğiniz gibi, yan çantalar da bağlayabilirsiniz. Motorların kiminde elektrik soketi var kiminde usb girişi. Yani seyir halinde şarj mümkün. İkinci motoru aldığımda da aynı kaskı aldım; bunla rahat etmiştim. Kaskların birçoğunda kamera kızağı var; bilseydim kameramı da yanıma alırdım.

Motorların küçük hacimli olması, motorun halini ve ihtiyaçlarını gözetmenizi, siz yorulmasanız da onu dinlendirmenizi, fazla yüklenmemenizi sağlıyor. Yani motora bir makineden çok, bir canlı, belki de bir at gibi davranmanız gerekiyor. Bu da motorla ve yaşamla kurduğunuz bağı artırıyor. Motorla daha çok konuşuyorsunuz. Çevrenizle daha çok ilgileniyorsunuz. Böyle kullandığım her iki motor da yeri geldi ıkındılar, sıkındılar ama hiç teknik sorun çıkarmadan birçok yol koşulunu aştılar. Yüzme bilmiyorlar o ayrı :)