Sanki Benim Mor Sümbüllü Bağım Var: Sivas Gezisi

Sivas’ın medreseleri, Divriği’nin camisi ve konakları, Karanlık Kanyon'un taşyolu, Kemaliye’nin manili yolları…

Bu ülke gez gez bitmiyor. Her köşesi şaşırtıyor. Kültürler çok çeşit. Daha doğrusu çeşitti. Halklar gitmek zorunda kaldılar. Tası tarağı toplayamadan. Ama kültürlerini alıp gittiler. En son da Süryaniler göç etti gitti…

Sabahın seherinde Sivas’a konuyoruz. Restore edilmiş Osman Ağa Konağının özenle hazırlanmış kahvaltı masası bizi bekliyor. Yöreye özgü lezzetli çörekler lezzetli. Katmeri öldüren cinsinden; incecik ama yağla muhabbeti pek bol. Kararında fokurdayan çaydanlıklı demlikler masada. Hani tealight denen bir şeyler var ya, onların üstünde. Mangallar olmuş tealight. Olsun, çok kullanışlı olmuş. Ağızda lokma, çayı beklemek gerekmiyor. Ama ne yalan tuvaletin hali ortama hiç yakışmamış; temiz gözükmüyor. Klozet kapağının döner naylonlu olduğunu görünce hemen çok takdir ediyorum. Ama takdir çok kısa sürüyor; bozuk. Kağıt da yok. Çevreciyim ama bu sensörlü aydınlatmanın daha iyi bir hali olsa gerek. Hacetteyken “El salla kol salla”; bu şarkı aklıma geliverir.

Şehrin tarihi neolitik döneme kadar dayanıyor. Hititler, Persler, Frigler, Lidyalılar, Romalılar, Bizanslılar yaşamış buralarda. Sonra Selçuklular gelmiş. Kalan en eski yapılar onlardan.İlk gördüğümüz Gök Medrese. Gökyüzü, Selçukluların dünyasında çok önemli. Yapıların tavanında bir gök pencere var, süslemelerde yıldızlar hep var. Medrese restorasyonda, paravanların arkasından görmeye çabalıyoruz. Aslan, kaplan figürleri var. Gücün ve iktidarın semboli. Yeni Müslüman Selçuklularda Şaman kültürü devam ediyor.

Az ilerde Osmanlı döneminden Kurşunlu Hamamı var. Hâlâ hizmette olduğu için dışarıdan bakıyoruz. Tabelasında "Tarihi Kurşunlu Bayanlar Hamamı" yazıyor. Kadınlar hamamı olmuş bayanlar hamamı… Yakında Ahi Emir Ahmed Kümbeti var. Selçukluda, Aleviler esnaf dayanışması olarak Ahilik örgütünü kurmuşlar. Sonra Osmanlılar Sünni mezhebiyle egemen olacak. İlerde, Selçuklu dönemindenUlu Camii var. Düz çatılı. Henüz İslam mimarisinin kubbeleri yok.

Şehrin meydanı hâlâ meydan. Buruciye Medresesinden başlıyoruz. 1271’de İran asıllı Burucirdi tarafından fizik, kimya, astronomi öğretimi amacıyla yaptırılmış. Kapısından geçmek için zamanda yolculuk gerekiyor; motifleri anlamak gerek. Geometrik motifler ve hayat ağacı sembolleri sonsuzdan başlayıp sonsuza gidiyor. Onlar, o zamanlardan evrenin sonsuzluğunu bilmişler sanki.
Kapıyı böyle tarihle yüklü geçiyoruz. Geniş bir avlu bizi karşılıyor. Dört eyvanlı, iki katlı yapı kesme taşlarlarla yapılmış. Ters baskı tekniği ile sıvasız harçsız kemerler kubbeler yapılmış. Çayhanesinde biz de soluklanıyoruz. Kubbenin altında, tarihten sesler duyuyorum sanki. Terli atların nal sesleri, tekerlek sesleri geliyor sanki.

Şimdiki zamanda, hediyelik eşya satan dükkânlar var. Ebruli takılar güzel. Yandaki şifahanede kemik taraklar, sapı kemikten çakılar var. Türünün son örneği çok güzel kilimler var. Aynı kapının beş adım karşısında çinilerle bezeli Çifte Minare var. Foto mesafesi yok. Onların çağında bu dertler olmasa gerek…

Sonra barbarlar gelmiş. Şehri şehir eden meydanlar rantçıların istilasına uğramış. Bu Çifte Minare camisiz yapayalnız kalmış. Camisini yıkmışlar. Minareleri Ressam Osman Hamdi’nin kardeşi kurtarmış.  

Şifahiye Medresesine giriyoruz. İçerde sol tarafta erkek, sağ tarafta kadın figürleri var. Henüz İslami yasaklar anlaşılmamış olsa gerek.  Ortada restorasyon bozuntusu bir havuz var. İçinde birikmiş kahverengi su çok yakın tarihten; havuzun gideri bile çalışmıyor… Bu “restorasyon çalışmalarını” çok sık göreceğiz. Çimentoyla sıvanmış kesme taşları, yedi senedir bitmemişleri, artık çok ayıp oldu diye yalaşap açılanları. Hemen yakındaki komşumuz Suriye’de ise Halep, Şam nüfus artışına rağmen olduğu gibi korunmuş diyor İlber Ortaylı. Bombalardan önceydi diyor elbet. Ortaylı’dan devamla; İran’ın İsfehan’ında bir gökdelen yapılmış, yakışmadı diye yıkmışlar. Hatta, bırakın şehri, tepeler gözükmüyor demişler. Aklıma başbakanın küstüğü kuleler geliyor. Siluetiyle bilinen şehir tarihini yiyor…

Yakın tarihten güzel binalar var. İlki Sivas Kongresinin yapıldığı bina.1892’de Mülki İdadi olarak hizmete girmiş. 1911’de Vilayet-i Sultani olmuş. Şimdi Etnografya Müzesi. O da tadilatta, dışarıdan bakıyoruz. Biraz ilerde Hükümet Konağı var. 1884’de açılmış.

Hemen köşedeki Jandarma Binası var. Bence en güzeli. 1908 tarihinde Jandarma Dairesi diye açılmış. Uzun ince bir “L” ile başlamış. Üzerine basamak gibi ikinci kat, üçüncü küçük tek kat. Ne yazık ki mimarın ismini bulamadım. Hâlâ Jandarma Binası.

Restore edilmiş bir konak geziyoruz, yine dışarıdan. Ricalar fayda etmiyor; bekçi izin yok diyor. Bekçi haklı. Ama haksız birileri olsa gerek… Sonra zorlu bir yere gidiyoruz. Çok yakın tarihe, yakılan insanlarla geçen Madımak Oteline. Suçluların “bulunamaması”, davanın zaman aşımına “uğraması”, baş faillerinden birinin ölümünden sonra Sivas’ta “yakalanması”, Adalet Bakanlığı yapmış birinin yakanların avukatlığını üstlenmesi... Tarihin cehennem ateşinde yolları sonsuz olsun…  Otel, sonra kebapçı bile oldu! Şimdi, mecbur Bilim ve Kültür Merkezi olmuş. Ama plakette “elim olayda 37 insanımız hayatını kaybetti” yazıyor. İki “insan”; 35 insanı yakanlardan. Sonra Taşhan. Kesme taşlı bina 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Açık avlulu, iki katlı bina, dükkânlarıyla hâlâ hayatta. Ama içinde çirkin borularla, dışında yanına yapışmış çirkin binalarla.

Rehber bizi bir kahveye götürüyor. Kahvesi çok güzeldir diyor. İsmi Çerkez’in Kahvesi. Eski eşyalarla süslenmiş mekân ilginç. Sahibi daha da ilginç. Müşteri seçermiş. Beğenmediklerine şekersiz kahve yok deyiverirmiş. Bizi de çok güzel idare ediyor; kalabalık gruptan sade, az, orta, şekerli istekler çıkınca, “benim kahve ağır, en güzeli ortadır” diyor. Tek tük sesler ısrar edince tamam diyor. Rehberle, herkese aynı kahve geldi diye sedasız gülüşürken anlıyor galiba, gelip kahvelerin hepsi aynı diye kulağımıza fısıldıyor. Gülüşmelerimiz artık sedalı oluyor. Olsa da sırrına ortak olup çaktırmıyoruz. Bol köpüklü kahve, kallavi fincanda geliyor.

Artık acıktık. Yemek için öyküsü olan lokantaya gidiyoruz. Kirli Ahmetin yerine. Dede mesleği bu işe, Ahmet amca seyyarla başlamış. Gün boyu kirlenen beyaz önlüğü yüzünden adı öyle kalmış. Şimdi müdavimleri olan koca bir lokantası var; şehrin sanayi mahallesinde olmasına rağmen. Kendisi hâlâ ocak başında. Tanışıyoruz. Duvarlarda siyah beyaz fotoları var. Seyyarlık zamanındaki gençlik fotoğrafları neşeli.

Masalarda, camın altında öyküsünü anlatan yazılar var. Gurmeci televizyon programlarına çıkmış. O söylemiyor; ben Google’dan öğreniyorum.  Köfteleri yağında yanmasın diye eğri ızgarada pişiriyor kirli Ahmet. Sinirsiz köfteler güzel ama sınırsız. Yedi büyük köfteyi, maşrapalarla gelen ayranla da bitiremiyoruz. Tıka basa doymuş, Divriği yoluna koyuluyoruz.

Divriği’de bir harika göreceğiz: Ulu Cami ve Şifahanesi. 1228’lerde yapılmış Tepeye kurulmuş dikdörtgen yapı önce sade gözüküyor. Sonra kapılarda keşifler başlıyor. Taştan oyulmuş çok çeşit figürler var. Kimisi üç boyutlu. Mimarı Ahlatlı Hürremşah diye biliniyor. Adını saklıca yazmış bir duvara; o kadarı biliniyor. Taş oymacılığının üç boyutlu harikasını yaratmış. Başka harikası; oymaların tekrarı hiç yok. Başka harikası; o zamanların mimarisinde başat olan simetrinin içine çaktırmadan asimetri yapmış olması. Çağdaş değiller ama Gaudi’yle tanışsalardı çok iyi anlaşırlardı ya da fena kavga ederlerdi diye sallıyorum. Sallamakta haklıymışım; Doğan Kuban benzerlik kurmuş. Demiş ki; “Gaudí’nin ortaya çıkışı ve mimarisinin baş döndürücü ve hiçbir sınıflandırmaya girmeyen karakteri sanat tarihinde nasıl eşi olmayan bir fenomen ise, Hürremşah’ın sanatı da kendi çağı için aynı nitelikleri taşır. Her ikisi de çağlarının biçimsel klişelerinden bağımsız yaratıcılardır”.

Önemli bir özelliği de giriş kapısındaki tahrip olmuş olsa da iki erkek, iki kadın figürüyle tarihçiler tarafından kadın ve erkek eşitliğini simgeleyen bir yapı olarak kabul edilmesiymiş. Bu topraklarda, bir zamanlar “Kadının Adı” varmış… Mimarı kadar yaptıran Mencüklü Beyi’de de çok bilinmiyor. Mengücekler, Malazgirt Savaş’ından sonra merkez Erzincan olarak yerleşmişler. Bir kol bu diyara gelmiş. Camiyi yaptıran Ahmed Şah. İranları gezerek gelen bir kısım Türk Boyları, hem Ahmed hem Şah olmuş olsa gerek. Bu küçük köyde bir yüzyıl yaşamışlar. Sonra Selçuklular, beylikleri egemenliği altına almış. Bu kısa ömürlerinde, dünyaya bu eşsiz yapıyı hediye etmişler.Üç boyutlu oymalar içinde bir figür gibi kilit taşı var.

Dönmesi gereken silindir bir taşmış; yapının sağlam olduğunu gösterirmiş. Ustalar emin olmak için yedi sene beklermiş. Şimdilerde taşlar kitlenmiş. Kimi diyor Erzincan depremi, kimi diyor çatının ağır restorasyonu. Bunu bilemem ama yapılan çatıya rezalet demeyi bilirim. Çatı, kaçak kat çıkılmış gibi. Aslı düz olan çatı, şimdi saçaklı eğimli bir çatı. Tavandaki ahşap gök pencere tuğlarla yükseltilmiş, plastik pencerelerle kapatılmış. Yetmemiş, arkasına da beton bir kulübe dayanmış. Yapı artık nefes alamaz olmuş, küf içinde. Yağmur boruları da tüyü dikmiş…

Görkemli kapılardan sonra içerisi çok sade. Bu topraklarda camiler hep böyle sade zaten. İbadet ederken kafalar başka şeylere takılmasın diyeymiş. Sadelik göz hizasına kadarmış. Sonra gelsin görkemli kubbeler, nakışlar, süslemeler. İran camilerinin ise içi dışı yekpare çinilidir; pek muhteşemdir. Musevilerin sinagogları, Hıristiyanların kiliseleri de çok süslüdür. Uzak Doğu'da gördüğüm Hindu, Budist tapınaklarında ise boş bir milim bile yoktur.

Bitişik şifahaneyi eşi Melike Turan Melek yaptırmış. Ortasında bir havuz var. Akustik mükemmel; su sesi için. Su sesi ruha şifa diye. Ama hasta odaları zifiri karanlık. O zamanın gezgin hekimleri gelince halka duyurulurmuş. Sonraları daha çok akıl hastalarına bakmış Şifahane. Dışarı çıkınca, aklı başka diyarlara uçmuş birini görüyoruz. Üstümüze gelince ister istemez ürküyoruz. Ama “benden size kötülük gelmez” deyiveriyor. Kirli Ahmetin fazla köfteleri sahibini buluyor. Vermek için peşi sıra koşturuyoruz. Onu anlamak zor.

Kasabanın içinde dolaşmaya başlıyoruz. Fazla bir şey yok. Kermes varmış diye duyunca, hevesle koştura koştura gidiyoruz. Ama hayalkırıklığı oluyor; yerel hiçbir şey yok. Zaman zaman birbirimizi kaybedip buluyoruz. Orta çarşı’da küçük bir kahvede. Dışarıda sedirli, tabureli üç küçük masa. Sonra malt hülasalı bahçe buluyoruz. Ağaçlı, asmalı, otlu bir bahçe. Kimse kalkmak istemese de akşam yemeği için bir konakta randevumuz var. Kasabanın taş döşeli başka sokaklarında, cumbalı ahşap evlere baka baka yürüyoruz. Çok güzeller...

Konağa, dışarıdan içerden, bakmalara gezmelere doyamıyorum. Birazdan ev işi yemeklerine ise çok doyacağım. Hububatlı çorba, içli köfte. etli nohutlu üzümlü Divriği pilavı. Üstüne baklava, kadayıf. Gurmeler gibi yorum yapayım; çorba güzel, pilav güzel ama içli köfte olmamış. Baklava, kadayıf harika. Önce bir çatal, sonra hepsi.

Divriği gecesini bitirmeye niyetimiz yok. Malt hülasalı bahçeye tekrar gidiyoruz. Üzüm hülasasına başlıyoruz. Gündüzden niyetliydik, sormuş idik; saz çalan, söyleyen olur mu diye. Bir ay sonra demişlerdi, bakarız da demişlerdi. Gelen giden olmayınca masaya bakan elemanı fena sıkıştırıyoruz. Arkadaşını telefonla çağırıyor. Arkadaş geliyor; çalıyor, söylüyor. Saatler onikiyi geçince bizi içeri davet ediyorlar. Dar alanda uzun halaylara başlıyoruz. Arada sohbet; buraya gruplar gelir ama sizin gibisini görmedik diyorlar.

Sabah, sokakları konaklara baka baka geziyoruz. Bir kısmı restorasyonda, içerden geziyoruz. 

Şoförümüze Tevruz Konağını soruyorum. Bir arkadaşımın çocukluğunun geçtiği konak. Cihannüması olan tek konak. Ama konak fena hallerde, nerdeyse çökmüş.

Kemaliye yoluna koyuluyoruz. Şoförümüz, hem de rehberimiz. Hem yolları hem de tarihi biliyor. Yöreden biri olarak, sözlü tarihten bize çok şey anlatacak. Yolumuz asfalt yoldan değil. Taşyol’dan. Hikayesi uzun, emeği çok zorlu. Önce gördüğümü anlatayım, sonra hikâyesini. Asfalt yoldan sapıyoruz. Fırat gözükmeye başlıyor. Aslında henüz Fırat değil Karasu. Murat’la buluşunca Fırat olacak.

Bir tünelin girişinde araç duruyor. Fotoğraflar çekiliyor.

Tünel desem de dehlizler. Kimi zaman dehlizlerden, kimi zaman açıkta; uçurum yanı gidiyoruz. Araç duruyor, buyrun yürüyün diyorlar. Yol, yürüyüşçüler, bisikletliler için şahane. Dehlizler birbiri ardına.

Bazen kısa bir ara dışarı çıkıyor. Bazen kanyona pencere açıyor. Pencerelerin bazısı havalandırma, moloz boşaltmak için açılmış. Bazısı yanlış açılmış. Buralardan bakmalara doyamıyoruz; dik kanyon tam duvar, dipte yeşil nehir.

İki uzun tünel kör karanlık. Olsun olsun yüz metre. Gidemeyiz desek de kör, ürkek devam ediyoruz. Birinin aklına yaban domuzu gelmiş, Benim aklıma börtü böcek geldi. Gelse de bizden başka canlıya rastlamadık.

Her dehliz çıkışında plaket görüyoruz. Destek sağlayanın adına. Sanki her dehlizin bir sahibi var. Çoğu plaket yukardan düşen kayalarla parçalanmış. Kış aylarında, dehlizlerin ağzından buzullar sarkarmış.

Yüzyıllar boyunca kayaları delmiş, deli Fırat artık akmaz olmuş, sesi çıkmaz olmuş. Sesi türkülerde kalmış. Fırat susmuş, küsmüş, yosun bağlamış. Keban Barajı nehri öldürmüş. 1974’de biten barajın şimdilerde ömrü bitmiş. Nehir elektriğe kurban gitmiş. Aklıma Guguk Kuşu filmi düşüyor. Nehir elektro şok yemiş sanki…

Bu kanyonda spor şenlikleri yapılıyor. Kanyona tel gerilmiş. Sporcular ortaya kadar gidip atlıyorlar. 500 metreden... Son metreler paraşütle elbet.

Şimdi yolun, Taşyol’un hikayesini anlatayım. Uzun hikaye; 132 yıllık. Kemaliyeler, o zamanlar ismi Eğin’miş, 1870'li yıllarda kafaya takmışlar. Eğin’i çıkmaz sokak olmaktan kurtaracak, İç Anadolu'ya bağlayacak yol hayal etmişler. Sıla gurbet arasını kısaltacak bir yolmuş bu. Gurbet derken İstanbul! Hikayesi var. Kemaliye isminin de hikayesi var. Kurtuluş savaşına destek verdikleri için adı Kemaliye olmuş. Aslında Eğin isminin daha eski hikayesi var. Eğin adının Ermenice “Agn”dan türetildiği, Agn isminin ise şehrin içinden geçen “Agnağpür Nehri”nin kısaltması olduğu tahmin edilmekteymiş.

1950-1960 yıllarında, topladıkları paralarla, taş dağı azimle oymaya başlamışlar. Karanlık Kanyonda, altta akan deli akan Karasu’ya 80-90 derecelik dik kanyonda sepetlerle kayalara asılarak.1900 metre gitmişler. Uğraşmışlar da uğraşmışlar. 1983 yılında devlet biraz para vermiş, devamı gelmemiş. 1992 yılında, bu inatçı halka uygun vali Recep Yazıcıoğlu gelmiş; akla kara yapmış, yöre halkı destek vermiş.. İğneyle tünel kazmak gibi. Vali 1999’da başka yere tayin edilince, son metreleri yerine gelen vali tamamlamış. 2002 yılında açılmış. Uzunluğu 6 kilometreye ulaşan 31 tünel açılmış. Toplam yol 8,5 kilometre.

Kanyonun hem yurtiçi hem yurtdışı tanınması Recep Yazıcıoğlu’nun emeği elbet. Valinin ilk vukuatı bu değilmiş.

Kanyondan çıkar çıkmaz başka bir öyküye çarpıyoruz. Bir köprü. Fırat’ın öte yakasını yollara bağlıyor. Öyküsü 1927 yıllarından başlıyor. Uzun uğraşlarla 1957’de köprü yapılıyor. Ama köprünün ömrü uzun olmuyor. 1966’da Keban Barajı yapımı gündeme gelince, köylüler başlarına gelecekleri anlayıp erkenden devlete başvuruyorlar. Ama koca devletin üç beş köyle işi olmuyor. 1974’de baraj açılınca, onaltı köyün biricik köprüsü sular altında kalıyor. Takalar tukalar, motorlar, sonra feribotlarla nehri geçmeye çalışıyorlar. Devlete sürekli başvuruyorlar. 1980 darbesi olunca her şey duruyor.

Üzerine kitap bile yazılmış; Köprü; Ayşe Kulin. Mealen alıntı: “Doğum yapacak bir kadın hastaneye ulaşamayıp nehrin kıyısında ölünce, haddini bilmez baba, ölü annenin giysilerine sardığı bebesiyle vali makamına ulaşmış. Haddini bilmez Recep Yazıcıoğlu işe koyulmuş. Keşif bedeli 150 milyon çıkınca, devletten umut kalmamış. Aramış, taramış, sonunda yeni teknoloji bilen genç bir mühendis bulmuş. Köprü Ankara’da yapılmış. Sökülmüş, taşınmış. Son parça feribot üzerinde birleştirilmiş. Ama hiç kolay olmamış. Uzak illerden feribot getirmek çok pahalıymış. Umutlar suya düşerken, uzun uğraşlarla, Çemişkezek’ten taşıyacak bir feribot bulunmuş. Üzerine iskele inşa edilmiş. Son parça üzerine konmuş. Hidrolikler bozulmuş, nehrin suyu azalmış; kurulması üç gün sürmüş. Vali bir kayanın üzerinde, başı elleri arasında oturmuş, beklemiş. Geceleri yarım yamalak uykularda kâbuslar görmüş. Köprü 17 milyonla bitince az paraya nasıl yapıldı diye hakkında soruşturmalar açılmış”.

Kemaliye’ye ulaşıyoruz. Öğle yemeği için şoför rehberimizin evine gidiyoruz. Rehberin karısı ve annesiyle tanışıyoruz. Sanki kırk yıldır tanışıyoruz; çok candan, çok içtenler. Teras balkonda uzun masa hazır, bizi bekliyor. Reçel, pekmez, kuru yemişler önceden kurulmuş. Çorbalar geliyor.  Çok lezzetli. Kaşıklarken tarifini almaya çabalıyoruz. Taze fasulye ve yarmadan yapılıyormuş. Ardından gelen yemek ve pilav için de aynısını yapıyoruz. Yemeğin ismi kör dolma. Dolma değil; kıyılmış asma yaprağı, mercimek, bulgur ve sarımsakla yapılan tencere yemeği. Sonra tatlı geliyor. Enfes. Adı pestilli çullaması. Bunun da ismi çok ilginç elbet. Ama yapılışı çok daha ilginç. Dut pestilini yağda kızartılıp yumurta sürülüyormuş. Üstüne ceviz. Bu yumurta işine çok takılıyoruz. Sırrını çözemedik.

Araç bizi tepede bırakıyor. Taş yollu patikada bir şeyler var. Yol boyu perforjeli levhalar var. Üzerlerinde yazılar var. Bunlar mani. Öyküsü şöyle: Yavuz Sultan Selim, Ermeni ve Kürtlerin yaşadığı bölgeye hakim olmak için sadakatine emin olduğu Oğuz Boylarını yerleştirmiş buralara.. Sadakatlerinden çok emin olduğundan saray mutfağına da getirtirmiş erkekleri. Malum, zehir işleri. Sonra sıla gurbet özlemi başlamış. Kadınlar özlemlerini dile getirmiş. Erkeklerden de cevap gelirmiş. Yolda 36 levha var. Çift taraflı 78 tane mani var. Kimisinin sözleri şarkı olmuş: Sanki benim mor sümbüllü bağım var. Zemheri ayında gül ister benden.

Restorasyonu devam eden özel mülk konağı geziyoruz. Aslına uygun, özenle yapılıyormuş. Otel olacakmış. Altı katlı yapının tamamını bir tamam geziyorum. Büyük odalara şömineler yapılmış. Ahır olan en alt kata elektrikle çalışan kalorifer sistemi yapılmış. Yeşil vadiye bakan üst kattaki terasın manzarasını anlatmak zor. Birazdan uzun uzun bakacak olsam da. Tam çıkacakken deli sağanak yağmur başlıyor. Bir saatten sonra, inşaatta çalışanların verdikleri mukavvaları başımıza siper edip komik bir koşuya koyuluyoruz. Yöre halkı gülerek bize bakıyor. Yolu sora sora koşturuyoruz. Kahvenin kapısında, önceden gitmiş arkadaşlarımız sırıtarak bize bakıyorlar. Onlar da yağmuru yemiş, ama kurumuşlar. Sularımız akınca keşiflere başlıyoruz. Kahvenin ismi Lökhane (Lög Hane), Lög; cevizle dutla dövülerek yapılan pestil. Çeşit pestiller var. Değişik kahveler de var.  Bebik kahvesi; hafif yağlı olurmuş. Bazı yörede çitlanbik, bazı yörelerede menengiç kahvesi de  denirmiş. Yanda eski usul çalışan bir değirmen var. Dağdan akan deli suyun kollarının biri üzerinde.

Aracımız gelip bizi yağmurdan alıyor. Çarşıya gidiyoruz. Divriği’yle yarışan kasaba kendine çeki düzen vermiş. Küçük ana sokaktaki dükkânlar ahşap kaplama, çok şıklar; yeni yapılmış. Meğer çarşısı tarihiymiş. Korunmaya alınacakken şaibeli bir yangına kurban gitmiş. Rehber şoförümüz Latif Bey’in pestil, kuruyemiş, bal, reçel satan dükkânına giriyoruz. Arkadaşlarımızın elleri, kolları paketle doluyor. Panolarda kapı tokmakları var. Evlerde, konaklarda görmüş idik. Kimisi sade, kimisi gösterişli. Bir de kadın, erkek misafirler için farklı; büyük olanı, sesi yüksek olanı erkek misafirler için, küçük olanı, sesi daha az çıkanı kadın misafirler için. Zamanın ustaları zamanın metalini dövmüşler, oymuşlar. Şimdi turistik olmuş. En ucuzu iki yüz liradan başlıyor.

Daha ucuzlarının peşine düşüyoruz. Dürüst Latif Bey bizi bir atölyeye gönderiyor. Usta elle yapıyorum diyor, pres değil diyor. Hakkını teslim ediyoruz ama fiyat bize hâlâ yüksek geliyor. Meraklı arkadaşım eskilerin peşine düşüyor. Bu usta da dürüst; bizi eski toplayan dükkâna gönderiyor. Ama amca köydeymiş. Bakkal oğlunu buluyoruz. Müşterileri çıkana kadar sabırla bekliyoruz. Oğul dükkânı açıyor. Ama İstediğimizi bulamıyoruz; az çok bilindik kalaylı mutfak kapları. Sonra göreceğimiz terk edilmiş gibi gözüken evlerin kapılarında, tam istediğimiz gibi eskileri görünce tornavida yok mu diye gülüşeceğiz.

Gün akşama dönerken, vadiye kuşbakışı bakan otelimize ulaşıyoruz. Manzara çok güzel ama bina çirkin ötesi.  Olsa da sabah bülbül sesleriyle uyanacağız. Ama sabaha daha çok var. Yemek için araçla nehrin kıyısına iniyoruz. Araçtan iner inmez davulcu ve klarnetçi iki genç oğlan müzikle hoş geldiniz diyorlar. Folklor derneğinde eğitim almışlar. Mutfak teftişe hazır. Öyle temiz. Balık yiyoruz. Geceyi fazla uzatmayacağız. Ertesi gün köyleri gezmek için erken kalkacağız.

Sabah, araçla köylere gidiyoruz. Yürüyüşe başlıyoruz. Bir evin misafiri oluyoruz. Yaşlı bir karı koca. Çocuklar, torunlar İstanbul’dalarmış. Eve giren kalabalık grubu evlatları gibi ağırlamak istiyorlar. Evin her tarafına girmemize izin veriyorlar. Ev eskilerdeki gibi; kanaviçe işli örtüler, dantel perdeler.

Ama yeni plastik süsler de var. Candan çay teklifine kalamıyoruz. Zaman kısıtlı.

Sonra yine bir öykü... Uzakta, kartal yuvası gibi bir ev. Baba, erkek çocuklarına değerli arazileri vermiş, kızına da bu işe yaramaz dik kayalığı. Kadın öğretmen olmuş. Yılmamış, buraya bir ev kondurmuş. Hiç kolay olmamış; usta bulmakta zorlanmış. 1999’larda inşaat başlamış. Elli metre yüksekte, doksanaltı basamaklı. Gelen gidenlerin fotoğraf çektiği bir yer olmuş.

Sonra bir Alevi köyünü ziyaret ediyoruz. Köy sanki özene bezene kurulmuş. Ter temiz meydanda bakılacak, gezilecek çok şey var. İki katlı müze, modern toplantı salonu, yemek salonuyla konuk evi. Bir de ağaçlar var. Üzerlerinde yaşlarını, isimlerini yazan plaketler var. Binikiyüzlü yıllardan koca ağaçlar.

Müze evde inanılmaz eski aletler, makineler görüyoruz. Tahta bir alet çamaşırları sıkarmış. Hemen yanında, en eski filmlerde bile görmediğim elektrikli çamaşır makinesi var.

Cami de var. Latif Bey’e soruyorum: alevi köyü demiştiniz. Diyor ki misafirler için… Harput yoluna koyuluyoruz. Müze bir ev gezeceğiz.

Kaleyi gezmeye zaman kalmayacak. Uzaktan bile nasıl çirkin restorasyona uğradığını göreceğiz. Elazığ Havaalanı son durak. Bir dolu anılarla dönüyoruz.