Başlangıçların Kenti İstanbul

Belki de sahip olduğu bütün anlamların ve kavramların yarattığı karmaşıklığın ötesinde, basitçe söylenebilecek bir kelimenin odağında duruyor İstanbul. Onu anlatmak isteyenlerin yüzlerce yıl boyunca yükledikleri anlamda, yani “Başlangıç”ta. İstanbul başlangıçların kenti. Sadece başlangıç sadeliğinde anlatılabilecek ancak devamı bir o kadar da akıllara sığmayacak gizemli bir öykünün sahnelerini, yayıldığı kocaman alanlara saklayan bir bulmaca İstanbul.

Bu kentin kuruluşuna, tarihine dair nerede bir efsane, bilgi veya hikaye karşıma çıksa hep tekrar eden benzer cümlelerle karşılaşıyorum. “Havasına, suyuna, konumu ve doğal güzelliklerine hayran kalan…” diye başlayan ve İstanbul’un başlangıcına giden benzeri cümlelerle. İstanbul’un başlangıcı sanki dünyanın veya yeni bir hayatın da “başlangıcı” gibi anlatılıyor. Sonra İstanbul’a sahip olanlar, başlıyorlar bu güzelliklerle dolu yeni hayatın kurulduğu toprakları korumak için olağanüstü çabalara. Öyle ki insan elinden çıkan surlar, hendekler yetmiyor, tılsımlar yaratıyor, devirlerin en büyük dini tapınaklarını inşa ediyor ve dualara şehrin ismini sığdırıyorlar.

İstanbul “Başlangıç” olmaya devam ediyor. Dünyada o tarihe kadar bilinen batının ve doğunun şehirlerine başlangıç uzaklıkları İstanbul’un göbeğinden hesaplanıyor. Doğu-Batı yönleri İstanbul’a göre tarif ediliyor, zaman İstanbul’dan geçen meridyene göre hesaplanıyor. Roma’nın antik yollarının başlangıcı İstanbul sayılıyor. İnsanlık tarihi anlatılırken kullanılan çağlar kronolojisi yeni bir başlangıç ile yine İstanbul’da başlıyor.

İstanbul’un benim için de bir başlangıç. Aldığım ilk nefesten itibaren sahip olduğum her şeyin başlangıcının mekanı. Benim gibi milyonların, hayata burada gözünü açanlar kadar yeni bir hayata buradan tekrar başlayanların kenti.

İstanbul aynı zamanda benim seyahat yollarımın da başlangıcı. Kapıyı açtığımda ilk adımımla dünyanın yollarına düştüğüm kapının eşiği, yola çıktığım ilk nokta bu şehir. Ama benim için bir önemli olan tarafı da aynı zamanda vardığım yer olması. Evim, yurdum, benim kentim ve kendi başlangıcım olması. İlk çayı yudumladığım, babamın kucağında ilk rüzgarını tanıdığımda hasta olduğum ama sonrasında lodosuna yüz verdiğim, ne derdim olursa olsun boğazda bindiğim bir vapurda huzur bulduğum, günlük hayatından şikayet edip de, ayrıldığım ilk an özlediğim, canımın sıkıntılarını alan bir terapist gibi olan büyülü bir şehir burası.

Benim “baş” kentim, imparatorlukların başkenti İstanbul. Hem o “baş” ekinin siyasi anlamlarının dışında içerdiği manalarla çeşitlendiği aslında dünyanın başkenti olan, hem de sadece bugünkü dünyanın değil, dünya üzerinde yaşanmış dönemlerin verilen ünvanı hiç değiştirilememiş bir şehir İstanbul.

İstanbul bilinenden çok daha fazlasını barındıran ama anlatılmayan olmayı tercih etmiş bir bedende gibi gelir bana. Hani başkaları onun hakkında anlatıp durur, diyar diyar seslendirirler. Gürültü kalabalıklığında ismi geçtiğinde kulak kabartılıp dikkat kesilinen bir gücü vardır İstanbul’un. Dinlemeden oradan ayrılamazsın. Ayrılırsan aklın kalır, merak eder, uyuyamazsın. İstanbul herkes için bir şeylerdir. Onu öyle çok siirler, şarkılar, yazılar, kitaplar anlatmıştır ki ama işte o gücü kimse açıklayamamıştır. İstanbul’un “çok şey” olmasının sırrı da orada saklıdır belki.

Açıklanamayan ama her devirde değiştirelemeyecek olan “Dünyanın Başkenti” olmasında. Başlangıçlarda rol almasında. Ben böyle düşünüyorum da başkaları farklı mı düşünmüş sanıyorsunuz? Öyleyse İstanbul’a ilk yerleşenlerden bugüne, sadece bir şehire sahip olmak için verilen mücadelelerin sebebini açıklamak için oldukça uzun bir zamana ihtiyacınız olacak! Ancak çok sorun etmeyin, yanıt yine İstanbul’da olacak.