Yalanın Daniskası: Hipokrat Ağacı

Suriye’den kaçan mültecilerin Türkiye üzerinden Kos Adası'na kaçak yollardan geçişlerin en yoğun olduğu günlerde (2015 yılının Ağustos ayı), küçük teknemiz ile geceyarısını birkaç saat geçe Turgutreis’ten "Vira Bismillah" diyerek hisa etmemiz üzerinden sadece 40 dakika geçiyor. Seyir öncesinde liman yetkililerinin bu saatlerin mültecilerin kaçak geçişler için tercih ettiği saatler olması ve Yunan Sahil Güvenlik botlarının tacizlerine karşı dikkatli olmamız gerektiğine dair ikazları nedeniyle oldukça tedirginiz. Ne olur, ne olmaz diye seyir maksadımızı ve rotamızı da en yakındaki Türk Sahil Güvenlik botuna telsiz ile bildirmeyi ihmal etmiyoruz. Yunanlıların Kos, bizim ise İstanköy (sanıldığının tersine Türkçe olmayan bu isim, "Eis tin Ko" veya "Stanchio"dan bozma, Rumca bir isimdir) dediğimiz adayı fecr zamanı sancak başomuzlukta görmemize rağmen, tedirginliğimiz devam ediyor. Zira birkaç gün önce içinde 50’ye yakın kadın ve çocuğun da olduğu bir mülteci teknesi, Yunan Sahil Güvenlik botu tarafından batırılmış ve canpazarının görüntüler kamuoyuna yansımıştı. Kulağımız yapılacak bir çağrıyı kaçırmamak için telsizde, gözümüz de gecenin karanlığına rağmen, göz teması kurabilmek için Yunan Sahil Güvenlik botlarını ufukta tarıyor.

YUNAN SAHİL GÜVENLİK BOTU: "DELİ MİSİNİZ SİZ?"

Alesta olmamıza rağmen karanlıkta nereden çıktığını fark edemediğimiz Yunan Sahil Güvenlik botunun burnumuzun dibinde bitmesi ve projektörleri ile teknemiz gündüz gibi aydınlatması endişemizi bir kat daha arttırıyor. Telsizden yapılan Türk teknesi! Burası Yunan Sahil Güvenliği! Makineler stop, verilecek talimatı bekleyin!” çağrısıyla sinirlerimiz daha da geriliyor. O esnada Yunan botunun projektörleri ile ışıl ışıl olan teknemize ikinci bir projektör daha tutuluyor. Kuvvetli ışıklar nedeniyle artık hiçbir şeyi göremez hâlde, sadece telsiz ve megafonla yapılabilecek çağrılara kulak kesilmiş vaziyetteyiz. İkinci projektörle bizi aydınlatan teknenin telsizinden önce Yunan botunun duyması maksadıyla İngilizce, sonra da Türkçe arka arkaya iki kez tekrarlanan “Barbaros!!! Burası Türk Sahil Güvenlik Botu, emniyetiniz için buradayız, Yunan botundan verilen talimatlara uyunuz, yanınızda ve dinlemedeyiz!” çağrısıyla gecenin karanlığında endişelerimiz yerini sınırsız bir güven ve gurura bırakıyor. "Barbaros!"un yabancı sularda seyir yapan Türk denizcilerinin zaman zaman birbirlerine yaptıkları hitap şekli olduğunu bildiğimizden, yardıma ve desteğe ihtiyacımız olabileceğini düşünen Türk Sahil Güvenlik botunun bize bu şekilde çağrı yapmış olması inanılmaz bir güven veriyor. Yunan Sahil Güvenlik Botu telsizden herhangi bir görüntü kaydı yapmamız konusunda bizi uyarıyor ve gerekli kontroller için kendisine aborda olmamızı istiyor. Son talimata verdiğimiz cevaplardaki ses tonumuzdan endişemizi hisseden Türk Sahil Güvenlik botu, “Sizden daha büyük olduğu için, emniyetiniz için üstünüze aborda olmuyor, endişe etmeyin!” diyor. Sonra Yunan Sahil Güvenlik botu teknede kaç kişi olduğumuzu, seyir rotamızı ve seyir amacımızı soruyor. Kişi sayısını ve rotamızı bildiriyoruz. Arkasından da seyir maksadımızı söylüyoruz: “Hipokrat Ağacı”. :)

Telsizler bir kaç saniye sessizliğe gömülüyor. Garip bir sessizlik sonrasında “Anlaşılmadı, tekrarlayın!” diyor. Doktor olan yol arkadaşım alıyor telsizi eline. Önce kendisini tanıtıyor, üniversitede hoca olduğunu ve tıbbın babası sayılan Hipokrat’ın Kos’lu olduğunu söylüyor. Sonra da, altında öğrencilerine ders verdiğine inanılan ve Hipokrat Ağacı diye anılan asırlık çınarı gündoğumunda görmeye geldiğimizi söylüyor. Telsizden önce “Deli misiniz siz?” nidası ve arkasından da rahatlamış birinin kahkahası patlıyor.

Yunan botuna usulüne uygun aborda olduktan sonra evraklarımız kontrol ediliyor. Bottaki genç bir subay ile sohbet etmeye başlıyoruz. Geceyarısından bu yana, batan bir mülteci botundan 47 kişiyi kurtardıklarını ve bunun günlerdir böyle sürüp gittiği söylüyor. Sonra da böylesine tuhaf bir zamanda, böyle tuhaf bir gerekçeyle adaya gelişimizi normal karşılamanın mümkün olmadığını şaka yollu söylüyor. Gülüşüyoruz. Kontrolleri hızla tamamlıyorlar. "Ada şu anda felaket karışık, bağlanmanız ve kıyıya çıkışınız sıkıntılı olabilir," dedikten sonra limana bilgi vererek, bize yardımcı olunmasını bildireceğini söylüyor. "Sizinkilere de söyleyin, içleri rahat etsin," diyerek Türk Sahil Güvenlik botunun bizi kollayan yaklaşımına bir denizci olarak sempati duyduğunu gösteriyor. Bottan denizci usulüyle selamlanarak ayrılıyoruz. Telsizden herşeyin yolunda olduğunu bildirdiğimiz Türk Sahil Güvenlik botu da “Pruvanız neta, rüzgârınız kolayına olsun!” diyerek, bölgeden ayrılıyor.

HİPOKRAT’IN ADASINDA 400 YILLIK OSMANLI İZLERİ

Gün aydınlanmaya başlarken, limanın girişine geliyoruz. Telsizden kendimizi tanıtıyoruz. Bağlanmamız için gösterilen yerin limanın en güzel yeri olmasından Sahil Güvenlik bot komutanının bizim geleceğimizi bildirdiğini anlıyoruz. İşlemlerimiz seyir sırasında kaybettiğimiz zamanı telafi edecek kadar hızlı yapılıyor. Ancak adaya ayak basar basmaz, mülteci sorununun söylendiğinden daha ciddi olduğunu kıyıya çıktığımızda sağa-sola atılmış yüzlerce, belki de binlerce turuncu can yeleği ve limandaki mülteci kalabalığından anlıyoruz. Mültecilere yardım etme konusunda yetkililer çaresiz kalmış, onlarca insan gönüllü olarak onlara yardım etmeye çalışıyorlar.

Kale (Osmanlı dönemindeki adı Narence) surlarının yanından yürüyerek, önce adanın meydanına gidiyoruz. Burada Osmanlı döneminden kalma, adanın ibadete açık tek camisi olan Defterdar Camii’ni görüyoruz. Ancak asıl ziyaret etmek istediğimiz yer, bugün kapalı hâlde duran, limandan 100 metre kadar uzakta ve ilginç mimarisiyle adaya gelen turistlerin -ki bugünlerde bulmak zor- uğrak yerlerinden olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii (1786), önündeki asırlık Hipokrat Çınarı ve hemen altında gene Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yaptırlan mermer çeşme.

Adanın 4 asıra yakın Osmanlı hâkimiyetinde kalmasının en önemli göstergelerinden olan bu cami, Kemeraltı veya önündeki meydanın da adı olan Lonca ismiyle de bilinir. "Kemeraltı ismi, caminin giriş kapısına yüzünüzü döndüğünüzde, sağ yanında kalan, sütunlar üstünde yükselen ve içinde dükkânlar olan zarif, kemerli geçitten alır," diye birkaç saniye içinde anlatıyorum yol arkadaşıma. Sonra da "Bana sorarsan, caminin mutlaka hamisi olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın adıyla anılması gerekir," diye eklemeden de edemiyorum. Yol arkadaşım, “Neden diye soracağım ama inan ki korkuyorum," diyor. Sonra da "Cezayirli Gazi Hasan Paşa'dan bahsetsene biraz," diyerek kendi ipini çekiyor. Artık saz bende! "Ama sana ansiklopedik bilgiler dışında bir şeyler anlatayım ki esir olduğuna değsin," diyerek pis pis sırıtıyorum. "Eskiler, 'Eceli gelen koyun, kasabın bıçağını yalarmış,' diye boşuna dememişler," deyip kaderine razı oluyor. Başlıyorum anlatmaya…

ÇINARALTI SOHBETİ

Gazi Hasan Paşa birçok Osmanlı denizcisi gibi küçükken esir alınıp, bir Türk tüccar yanında yetiştirilir. Azad edilince de yeniçeri ocağına kayıt olur. Gözünü budaktan esirgemeyen bir yiğit olarak Belgrad kuşatmasında cesareti ile kendini gösterir. Sakalları ve özellikle de balta kesmez kalınlıktaki bıyıkları nedeniyle “Palabıyık” lakabıyla anılmaya başlar. Belgrad kuşatması sonrasında yiğitlikleri ile nam salan denizcilerin mekanı olan Cezayir’e gitmek üzere denize açılır. Yolda karşılaştıkları yabancı bir gemiye rampa ederek ele geçirir. Cezayir’e vardığında ele geçirdiği gemiyi Cezayir dayısına teslim eder. Bunun üzerine Cezayir dayısı da kendisine işletilmek üzere bir kahvehane bağış eder. Kahvehane bağış edililmesi hem gelir elde etmesi, hem de etrafında yeniçeriler toplaması ve kendi gücünü oluşturması anlamına gelir. Bu arada kendisine kısa sürede Tilimsan Sancak Beyliği de verilir. Ancak hızlı yükselişi, etrafında büyük düşmanlıkların oluşmasına neden olur. Gelişmeler adeta "insan, insanın kurdudur" sözünü doğrular niteliktedir. Bu düşmanlıklar nedeniyle Cezayir’de barınamayacağını anlayan Gazi Hasan Paşa, Napoli ve İspanya üzerinden İstanbul’a gelir. Cezayir dayısı İstanbul’a yolladığı mektup ile Gazi Hasan Paşa’nın kendisine bahşedilen Tilimsan sancağının hazinesini soyarak, İstanbul’a kaçtığını bildirir.

Bu şikâyet üzerine hapise atılan Gazi Hasan Paşa’nın tüm malları müsadere edilir. Ama şikâyetin düzmece olduğu çok kısa sürede anlaşılır. Kendisine donanmada görev verilir. Bilinen özellikleri nedeniyle donanma içinde de çok hızlı yükselir. 1768-1774 yılları arasında İngilizlerin de yardımıyla Ege’ye kadar gelen Rus Donanması ile bitmek bilmeyen mücadeleye girişir. Koyun Adaları açığında Rus Amiral ile karşı karşıya gelir ve çatışmada her ikisinin de kalyonu batar. Yaralı Gazi Hasan Paşa bir kayık ile denizden kurtarılır. Donanma, manevra imkânı olmayan Çeşme Limanı'na sığınır ve 1770 yılında o bilindik facia yaşanır. Yollanan bir ateş kayığı ile donanma yakılır. Bu haberi İstanbul’a bizzat Gazi Hasan Paşa bildirir. Ruslar bu hezimet sonrasında Limni Adası’nı işgal eder. Adaya 3 bin kişilik bir kuvvet sevk edilmesine karar verilse de, bu kuvvet imkânsızlıklar nedeniyle bir araya getirilemez. Bunun üzerine Gazi Hasan Paşa bir grup fedai ile adaya çıkar. Önce kaleyi zapt eder, sonra da adayı Ruslardan geri alır. Bu cesareti ve başarısı karşısında kendisine “Gazi” unvanı verilir ve Osmanlı Donanması’nın Kaptan-ı Deryalığı’na getirilir. Donamayı yeniden teşkilatlandırmaya başlar. Tersane Meydanı diye bilinen ve bugün de ayakta olan Kasımpaşa’daki Kalyoncu Kışlası’nı kendi parasıyla inşa ettirir. Bu hem sürekli savaşa hazır gücün bir arada tutulmasını, hem de Gazi Hasan Paşa’nın Kalyoncu neferleri üzerindeki kontrolünü sağlar.

I. Abdülhamit döneminde önemli siyasi gücü olsa da, padişahın ölümü sonrasında III. Selim’in tahta çıkmasıyla bu gücün bedelini azledilerek öder. İki kere Kaptan-ı Derya’lığa getirilip, azledilmiştir. Ancak, kısa sürede Sadrazamlığa tekrar getirilir.  Bu görevi 3 ay 28 gün sürer. Hayatı savaşlarla, mücadelelerle geçen bu denizci 80 yaşında Şumnu'da vefat eder ve kendi inşa ettirdiği Bektaşi tekkesine gömülür. Öldüğünde kişisel servetinin tahmin edilenden çok daha az, sadece 4 bin kese kadar oluğu anlaşılır. O güne kadar bir çok hayır işinde bulunmuştur. Yaptırdıkları arasında az önce bahsettiğim Kasımpaşa Kalyoncu Kışlası ve içindeki cami başta olmak üzere hamamlar, çeşmeler, Çanakkale ve Şumnu’da Bektaşi tekkeleri, Truva harabelerinin olduğu yerde bir hisar, Midilli, Sakız, Limni ve Rodos adalarında çeşmeler inşa ettirmiştir. İşte bu cami ve şu anda soluklandığımız bu çınar altındaki çeşmeyi de bu gönlü zengin insan yaptırmış diyorum. Sonra da kendimden emin bir şekilde, "Nasıl, beklediğin kadar kısa anlatabildim mi?" diye soruyorum.

YALANIN DANİSKASI: HİPOKRAT AĞACI

Arkadaşım alışık olduğundan daha kısa sürede konuşmayı bitirmemden mi, yoksa Gazi Hasan Paşa hakkında duyduklarından mıdır bilinmez, büyük bir şaşkınlık içersinde iken, “Ne düşündüm biliyor musun?” diyor. Cevap vermemi beklemeden de “Sence bu mültecilerden de ilerde sığındıkları ülkeler için bir Gazi Hasan Paşa çıkar mı, ne dersin?” diye soruyor. "Bu tür sorgulamalar galiba bilim insanı olmanın getirdiği bir şey," diyorum. Gülüyor. “Madem bilimsel usule atıfta bulundun, ben de sana bu devasa çınar ağacı hakkında bilimin ışığında bir şeyler anlatayım,” diyor ve devam ediyor: "Bu ağaca neden Hipokrat Ağacı dedikleri malumun. Hikaye o ki; modern tıbbın babası Hipokrat'ın kurduğu okul, Gazi Hasan Paşa Cami’nin arkasında biraz ilerde bulunan antik kentte imiş ve üstad, talebelerini zaman zaman bu ağacın altında toplar, dersler verirmiş. Zaten hediyelik eşya dükkânlarında gördüğün Hipokrat ve tıp konulu onlarca basit hatıra eşyasından bunu anlamak ve konunun ne kadar ticari hâle geldiğini görmek mümkün."

Bu arada, senin 'Bu ağaç' diye bahsettiğin devasa ağacın gövde çapı 20 metre ve Avrupa’nın en yaşlı anıt ağacı imiş,” diyorum. "Acele etme, dinle bak anlatacaklarımı," diyor. Sonra da bugüne kadar yüzlerce öğrencisine yaptığı gibi benim bile anlayabileceğim bir sadelikte anlatmaya başlıyor:

"Yıllarca bu ağacın dallarından oluşturulan fidanlar dünyanın dört bir yanındaki tıp enstitülerine hediye olarak yollanıp durmuş. Bunlardan biri de 1962 yılında açılan, benim de Amerika Bileşik Devletleri’nde görev yaptığım yıllarda sık sık uğradığım Washington Ulusal Tıp Kütüphanesi’ne Kos Belediyesi’nce hediye edilir. Yetkililer de bunu hemen kütüphanenin bahçesinde en müstesna yere dikmişler. Ancak, 1990 yılında peyzaj mimarı Lynn Mueller kütüphanenin açılışında dikilen bu ağacın sağlığının bozulmaya başladığını fark edip, durumu rapor eder.  2003 yılına gelindiğinde ise ağaç neredeyse kurumak üzeredir. Hipokrat’tan kalan kutsal mirasın korunabilmesi için ağacın klonlanmasına ve kütüphanenin Hipokrat ile bağının sürdürülebilmesi maksadıyla çok sayıda fide alınması yoluna gidilir. Bu maksatla yapılan çeşitli teşebbüslerden Michigan’daki Antik Ağaç Arşivi’nin çalışması sonuç verir ve ağaç klonlanır. 2013 yılında ise Washington Ulusal Tıp Kütüphanesi önündeki ağaç daha fazla direnemez ve kurur. 2014 yılında ise klonlardan biri kuruyan ağaç yerine dikilir. Buraya kadar her şey yolunda gözükmektedir. Ancak bilimin temelinde şüphe yatar. O sıralarda 'Yaşam Projesi' adında bir proje yürütülmektedir..."

"Bu proje kapsamında yeryüzündeki bütün türlerin DNA yapısı çıkarılarak bir data bankası oluşturulmaya çalışılır. Bu maksatla 200 bin DNA kodu çıkarılır. Çıkarılan 200 bin kod arasında bizim Hipokrat Ağacı diye bildiğimiz, Latincesi de Plantanus Orientalis olan, M.Ö. 460 yılından kalma olduğu iddia edilen ve Washington Ulusal Tıp Kütüphanesi bahçesinde bulunan ağaç da vardır. Pekiiii! sonuç ne mi? Uzmanlara göre yapılan DNA çalışmasının Hipokrat'ın bu ağaç altında ders vermiş olabileceğini, hatta klonlanan ağaçların aynı ağacın soyundan geldiğinin ispatlanabilmesi neredeyse imkânsızdır. Dolayısıyla bilimsel çalışmalar göstermiştir ki bu kadar riski ve heyecanı göze alarak görmek için peşine düştüğümüz Hipokrat Ağacı koskoca bir yalandan ibaret!" diye sözlerini bitirmek üzere olan dostum, yüzümdeki şaşkınlığı görünce eklemeden edemiyor: "Pazarlama dediğimiz şey bu işte! Anlatacak bir hikâyen varsa ve bu hikâye taraftar buluyorsa, onun bilimsel gerçekliği nedir diye sorgulayan çıkmıyor. Çıksa bile ortaya konulan bilimsel gerçeklerle kimse ilgilenmiyor ve işin ticari boyutuna yoğunlaşılıyor," diyerek son noktayı koyuyor.

Oğuz OTAY

www.gezmekyetmez.com

İstanbul, 21 Haziran 2017

Oğuz Otay

Yazar Hakkında

Oğuz Otay

Seyahat için doğmuş olmasından mıdır bilinmez kırkı çıkar çıkmaz Diyarbakır havaalanından uçağa binerek ilk seyahatini yaptı. Çocukluk yıllarında ailesinin görevi gereği spor kafileleri ile birlikt